Share This Article
Son dönemde kamuoyunda sıkça gündeme gelen “Medeni kanun-laiklik” tartışmaları 22. Feminist Gece Yürüyüşü’ne damgasını vuruyor. Kadınların yaşam hakkı mücadelesi verdiği böylesi bir dönemde kadınlar, müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesi, aile hukukunda arabuluculuk kurumunun getirilmesi, boşanmaların hızlandırılması ve nafaka düzenlemesine karşı güçlü bir itirazda bulunuyor. Bu karanlığa teslim olmayan kadınların sorunlarını Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) gönüllüsü Özgül Kaptan ile konuştuk.
‘Laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir’
Türkiye’nin geçirdiği laiklik tartışmalarına baktığımızda bunun kadın hakları ile bağını nereden kuruyorsunuz?
Laiklik yaygın olarak din – devlet ilişkilerinin ayrı olması şeklinde tanımlanıyor ama bu tanım çok eksik; Laiklik kamusal ilişkiler kadar özel ilişkileri de düzenleyen bir ilkedir. Evlenme yaşı, evlenme ve boşanma usulleri, aile konutu, aile mirası, boşanma veya ölüm durumunda evlilik içinde edinilen malların eşit bölüşümü, nafaka gibi konular özel hayatla ilgili konuların hangi kuralların, hangi gerekçe ile uygulanacağı önemli bir politik ayrım. Laiklik bu konularda dini kurallar yerine bilime, akla dayalı ve herkes için geçerli hukuk düzeninin uygulanmasını mümkün kılan ilkedir.
Dinler değişmez hükümler içerir. Oysa toplumlar değişir. Laikliği yani bilimi esas alan toplumsal düzen bu değişime ayak uydurur ama dini hukuk toplumsal hayatın yenilenmesine olanak tanımaz. Bir örnek; şeri hukuk uygulanan Pakistan’ın bir bölgesinde kısas hükmü tecavüz suçu işlendiğinde de uygulanıyormuş. Yani tecavüz mağdurunun ailesindeki erkekler failin ailesindeki kadınlara tecavüz ediyormuş. Yani hiç suçu olmayan başka kadınlar da cezalandırılıyor. Laiklik neden kadın haklarının güvencesidir sorusuna çok iyi bir örnek bu.
Zaten aslında Türkiye’ye bakınca da düz mantıkla kurulabiliyor bu ilişki. Şeriat isteyenler aynı zamanda sabah akşam kadın haklarını hedef alanlar.
Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) gönüllüsü Özgül Kaptan.
Aile hukukunda arabuluculuk kurumunun getirilmesi, boşanmaların hızlandırılması gibi gündemler ve nafaka tartışmaları var. Bunların politik olarak ne ifade ettiğini bizimle paylaşır mısınız?
Bunlar Medeni Yasa’da gedik açarak, dini hukuku dayatmanın ön adımlarıdır. “Boşanmaların hızlandırılması” aslında erkeğin boşanmasını kolaylaştırmak demek. Biz EŞİK ‘te boş ol sistemine geri dönmek’ diyoruz. Boşanma bir dilekçe ile gerçekleştikten sonra nafaka, tazminat, velayet ve mal paylaşımı gibi tüm konular kadın mahkemeye başvurursa alacağı hakları haline gelecek. Yıllarca bekleyecek yıldırılıp vazgeçirilecek. Kadınların genellikle kendileri üzerine kayıtlı olmayan evlerinden atılması kolaylaşacak. Boşanma sürecinde ödenen tedbir nafakası hakkı kendiliğinden sona erecek.
Arabululuculuk ise kadının boşanmasını zorlaştırmak demek. Kadın boşanmak istediğinde devreye giren toplumsal baskı unsurlarının yasal yolla yapılması demek bu. Zaten şu anda da kısmen uygulanıyor. Bir gün yemek yapmamak haklı bir boşanma gerekçesi ama eşinizden şiddet görmek gerekçe bile değil neredeyse. “Olur öyle şeyler, sabret, affet yuvanı yıkma” refleksi anında devreye giriyor. Bunu resmileştirmek istiyorlar. Boşanma kadınların bıçak kemiğe dayanmadıkça başvurdukları bir yol değil halbuki. Böylelikle aile irşat büroları gibi hukukçu olmayanlardan oluşan bir mekanizma yaratılacak. Çok hukukluluğa geçmenin medeni yasayı baypas etmenin bir adımı. Arabuluculuk sistemi hukukun özelleştirilmesi demek ayrıca. İşveren – çalışan, kadın –erkek gibi eşitsiz güç ilşkilerinde güçlü tarafın işine yarayacak bir sistem.
Nafaka üzerinde en çok tepinilen ve spekülasyon üretilen mevzu. Nafaka yüzünden mağduruz diyen erkekler toplumun hukuk cahilliğini kullanıyor. Medeni yasa çok açık halbuki. Kanunda ödenen yoksulluk nafakasının sınırları var. Çalışıyorsa zaten hiç bağlannmıyor, yeniden evlenirse mahkemeye bile gitmeden kesiliyor. Ayrıca nafaka yükümlüsü yoksulluğa düşerse mahkemeye başvurup kaldırtabiliyor. Mağdur olmasına gerek yok.
Nafaka bir dayanışma biçimi aslında. İstihdama katılması için hiçbir şey yapılmayan hatta katılmaması için ne varsa yapılan, otur “ailene” bak sen, en kutsal görev budur denilen kadın erkeğin zenginleşmesini sağlıyor. Boşanma durumunda yoksullaşan o oluyor çünkü kadının evde yaptığı işin hiçbir değeri yok. Nafaka karşıtlığı aslında buraya dayanıyor. Kadın boğaz tokluğuna yaptığı bu görevlerini artık bırakması durumunda erkek ona sadaka veriyormuş moduna geçiyor. Nafakayı devlet ödesin demek erkeğe çifte kavrulmuş destek demek aslında. Ayrıca da boşanan kadının hayatını eski eşi kontrol ederken bu kez devletin kontrol etmesi demek.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir şey var: Boşanma konusunda da nafaka konusunda da da diyanetin açıklamaları var. Adalet bakanlığı diyanetin hutbelerini kılıfına uyduruyor sadece. Erkek mesaj yoluyla boşanabilir. Hatta yakın bir arkadaşı vasıtasıyla haber göndermek suretiyle de boşanabilir deniyor. Yoksulluk nafakası için 3 aydan fazlası haramdır diyor. Çocuklar için ödenen iştirak nafakası için bile demişti ki kız çocuklarına 9, erkek çocuklarına 12 yaşa kadar ödenir. Neden bu yaşlar? Çünkü bunları evlenme yaşı olarak öneriyor.
‘Müftülük nikahı şeri hukuka geçişin ön adımı’
Müftülere nikah kıyma yetkisi veren “Resmi Nikah Yetkisi Hakkında Genelge”nin yayınlanmasının ardından ve Nüfus Hizmetleri Kanunu’ndaki değişiklikle muhtarlara nikah kıyma yetkisi verilmesinin ardından kadın hareketi çok büyük tepki göstermişti. Uzun yıllardır da birtakım basın organlarında 6284 Sayılı Kanun’a karşı bir propagandaya girişildiğini görüyoruz. Bunları nasıl değerlendirirsiniz? Bunların tamamına baktığımızda, gelinen noktanın sistemli bir strateji ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz?
Müftülük nikahı ve AYM’inin imamların resmi nikah olmaksızın dini nikah kıymasını serbest bırakması laik medeni yasada açılmış gediklerdir. Çok hukukluluğa ve şeri hukuka geçişin ön adımlarıdır. Şimdi bu gedik büyütülmek isteniyor.
6284’e savaş açılmasının da özünde kadınların kendi hayatları ile karar alarak şiddet uygulayan erkeği durdurabilmesi, yani eşitlik karşıtlığı yatıyor. Kadına, ‘Sen itaat et, “mahremini” devlete şikayet etme, sana mı kalmış erkekleri dizginlemek!’ deniyor aslında. ‘Bu gerekliyse biz erkekleri dini telkinlerle durdururuz’ demek istiyorlar.
‘İstanbul Sözleşmesi hukuken yürürlükte‘
Bakanlıklar İstanbul Söz.den çıkıldıktan sonra kadın cinayetlerinin artmadığına dair veri paylaştılar. Ama biliyoruz ki geçtiğimiz hafta 7 kadın cinayeti haberi aldık. Sözleşmeden çıkmak Türkiye’deki atmosferi nasıl etkiledi?
7 değil 8 diye biliyorum. Ve bu sayma halimizi de doğru bulmuyorum. Doğru değil veriler. Devlet bu konuda veri açıklamayı 2009’da bıraktı. Her karakolda her hastanede bir muhabiri yok kimsenin. Duymuyoruz cinayetleri. Bu kadar ağır bir toplumsal meselede “bu kadarını sayabildik” demek gibi bir şey yapılıyor aslında. Elbette hiçbir güvenli veri olmadığında zorunlu olarak yapılıyor o ayrı ama gerçek durumu kamufle etmeye yarıyor bir yandan.
İstanbul Sözleşmesi’nin tek taraflı ve hukuksuz bir şekilde feshinin en önemli sonucu cinsiyet eşitliğine ve evrensel hukuka açılan savaşta bir eşik atlanmasıydı. Bütün ülkeye “kadın erkek eşit değildir, fıtrata ters, şiddeti önlerse bizim diyanet işleri önler Avrupa Konseyi nin cinsiyet eşitliği anlayışına dayanan bir sözleşme değil” denilmiş oldu. Ama bu eşitlik sosyolojik anlamda aşılmış oldu mu o ayrı konu. Bizce aşılmadı, tam tersine sözleşme bu yolla toplumsallaştı. Önemli olan sözleşmede yer alan içeriğin benimsenmesi değil midir? Bu arada EŞİK olarak her zaman vurguluyoruz; İstanbul sözleşmesi hukuken yürürlükte. Meclis onay kanunu ve Anayasanın 90. Maddesi yürürlükte olduğu sürece hukuken yürürlükte. İsteyen uygulayabilir yani. Mesela Yerel yönetimler uyguluyoruz diyebilir.
Üstelik 6284 Sayılı Kanun ile ilgili tedbirlerin süresinin kısaldığına dair duyumlar var. Sizin de böyle bir gözleminiz var mı? Kanundan da mı vazgeçti Türkiye?
Yasalara ilişikin tartışma başlattığınız anda meclisten geçirmeseniz bile fiilen uygulanmasını başlatmış olursunuz. Bu da böyle bir şey. Evet koruma kararları en fazla iki ay veriliyor artık. “ne münasebet erkek, evin reisi evinden uzaklaştırılıyor” dediğinizde kanunun uygulanmasındaki tüm tarafları mağduru, faili ve uygulayacak olan memuru direkt etkiliyorsunuz. Mağdur daha cesaretsiz, fail daha cüretkar, memur daha çekingen olur otomatikman.
‘İktidarın politikalarıyla istihdamın gelişmesi mümkün değil’
Bu sistemli politikaların kadın emeğine nasıl bir yansıması var sizce?
Çalışma hayatına katılmanın önündeki en büyük engel bakım yükü kuşkusuz. Kreş ve yaşlı bakım evi açmak bir yana dursun, var olanları kapattı iktidar. Ayrıca 12 yıllık kesintisiz temel eğitim sisteminden çıkarak kız çocuklarının eğitim hayatını erken bırakmasının önünü açtı. Üstüne bir de 3 çocuk politikası, ‘Annelik kariyerdir’ edebiyatı. İstihdam nasıl gelişsin ki. Bunlar olurken bir yandan da yoksulluk nafakasını 2-3 yıl gibi bir süreye indirmenin peşindeler. İnanılır gibi değil. Boşuna kadın düşmanlığı demiyoruz. Bu konuda da verilerin açıklanmadığını düşünüyorum. Kadın istihdamı olduğundan yüksek gösteriliyor olabilir. Halen daha yüzde 30’lara yakın olması mümkün değil bu koşullarda.
Türkiye kadın istihdamında çok gerilerde. Güvencesiz çalışma çok yoğun. Ücretsiz çocuk bakımı yok ve bu sadece kadınların sorunu gibi ele alınıyor. Bu konuda neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Güvencesizleşme vahşileşen neoliberal politikalardan bağımsız değil elbette. Ama kadın istihdamı çifte baskı altında. Kadının evde ücretsiz çalışması, dışarıda ücretli çalışsa bile yine evde yaptığı işlerin devamı niteliğinde şeyler yapması ve evine de vakit ayıracak şekilde çalışmasını istemek siyasal bir tercih.
‘Kadınlar bir araya gelmeyi başarıyor‘
Türkiye’de kadınların son dönemdeki en önemli problemi sizce nedir? Kadın hareketi odağını burada tutabiliyor mu ?
Önem sıralaması yapmak bazen yanlış yerlere götürüyor. Bütün zorluklar iç içe. Şu an egemen gündeme bakarsak en önemli sorun yoksulluk. Kadın yoksulluğu tabii ki büyüdü. Ama bana kalırsa laikliğe saldırılar ve ‘Şeriat müslümanlıktır’ cehaletinin beslenmesidir en önemli sorun. Taliban zihniyetinin meşrulaştırılmasıdır. O yüzden mücadeleye devam etmek önemli. Kısa vadede bir şey değişmeyeceğini bilseniz bile mücadele önemli. Danıştay’a da siyasi müdahale olduğunu biliyorduk İstanbul Sözleşmesi duruşmalarına giderken. Ama sahip çıkmaya devam ettik ve kararı Danıştay değil biz verdik.
Pek çok grup artık sokakta olmakla ilgili bir iddiada bulunmuyor gibi. Ama kadın hareketi 25 Kasım’ı da, 8 Mart’ı da bırakmadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
‘Nasıl olsa bişey değişmeyecek ben neden kendimi riske atayım’ fikri çok yaygın. 14-28 Mayıs Seçimleri’nin en önemli olumsuz sonucu bu oldu bence. Bu durumdan elbette kadın hareketi de etkilendi. Ama en az etkilenen hareket oldu, çünkü kadınların eşitlik mücadelesi zaten uzun bir tarihi olan bir mücadele. Bugünden yarına bir şey değil, sandığa hiç bağlı değil. Elbette farklar var ama sandıktan kim çıkarsa çıksın eşitlik mücadelesinin bitmeyeceğini biliyor kadın hareketi.
İkincisi, kadınlar bir araya gelmeyi başarıyor. Bu gün en iyi örneği EŞİK platformu ama 80’li yıllardan beri ortak mücadeleyi başarıyor kadın hareketi.