Share This Article
Toplumun derinliklerinde yankılanan şiddet dalgası son yıllarda ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Eşitsizlik, geleceksizlik, adalet mekanizmasına olan güvenin gün geçtikçe kaybolması ve toplumsal değerlerdeki erozyon, şiddetin temel sebepleri olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de yaşayan duyarlı pek çok insan ise bu sürecin nereye evrileceğini büyük bir panik ve endişeyle takip ediyor. İçinde bulunduğumuz şartlar altında, şiddetin ve değerler mekanizmasının neye evrildiğini klinik psikolog Hilal Bebek ile konuştuk.
Türkiye’de son bir yılda infial yaratan pek çok olay yaşandı. Hemen her gün bir şiddet veya katliam haberine denk gelir olduk. Toplumun bu derece dönüşmesi ciddi sonuçları da beraberinde getiriyor. Bugüne nasıl geldik, Türkiye tablosunu nasıl görüyorsun?
Bu sadece yerel ve kültürel değişimlerimizle sınırlı değil. Bir taraftan da küresel değişimlerle birleşince buna dönüşen bir şey. Güven ve şeffaflık ortamının sarsılması, gelecek kaygıları, eğitim ve sağlık sistemine erişimle ilgili güçlüklerle birlikte, bir taraftan da üretkenlik beklentisi ve son olarak, rekabet içersinde hayatta kalma sorumluluğunu vs. bu genel resimle alakalı bir durum.
Klinik psikolog Hilal Bebek
İkincisi ise eskiden daha fazla kimlik atıflarımızı yaptığımız daha büyük başlıklar vardı. Bunlar iyiydi veya kötüydü diye demiyorum, belki de olmamaları daha sağlıklı. Ama son tahlilde, kimliklerimizi hangi gruba ait olduğumuz, hangi ülkeden, milliyetten, hangi dinden olduğumuz gibi anlatılarla süslerdik. Bu hem hapsedici bir çerçeveydi hem de aidiyet hissi ve bir bağlam oluşturuyordu. Global ölçekte bunlarda değişiklikler var. Artık eskisi kadar, ulus fikrine, büyük anlatılara kaptıramıyoruz kendimizi ve bu hayatın yönü, anlamı, kim olduğumuz, bu gezegendeki yerimiz gibi tutunma noktalarının elimizden alındığı anlamına geliyor. Peki bunun yerine ne koymaya çalışıyoruz?
Bunun yerine aidiyet, kimlik, kim olduğumuz meselelerini koyuyoruz; hayatın anlamını kendimiz çözmemiz gerekiyor artık. Bu göreceli dünyada, kendimiz anlam yaratmaktan sorumluyuz. Belki de bu bir yandan da iyileşmeye.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Bazı kuramlar, tutunulan aidiyetlerin, büyük anlatıların, inançların vs. aslında bir semptom olduğunu söylüyor. Yani hayatta kalmak isteyen insanın kurguları gibi görülüyor, öyleyse biz o kurgularımızı yitirmeye başladık. Bu bir nevi bir iyileşme de olabilir ama prematür bir iyileşme diyebiliriz buna. Yani hazır değilken, alternatifini bulamamışken, altını dolduracak olgunlukta değilken, donanımımız buna izin vermiyorken, semptomları erken kaybetmek dağılmak demektir.
Bir yandan da “insanın ekonomik insan oluşu”, yani dünyanın ekonomik meselelere hizmet edişi, evrensel insani meselelerin ve temel hakların, değerler hiyerarşisinde ekonomik süreçlerin altına indiği bir düzlemden bahsediyoruz. Bu aynı zamanda, eskiden koşulsuz şartsız dürüstlük önemliyken, artık ekonomik faydaya, ekonomik maksimizasyona, ekonomik büyümeye hizmet ettiği ölçüde dürüstlüğün şekil değiştireceği ve öneminin görece farklılaşacağı anlamına geliyor. Eskiden sosyal dayanışma önemliyken, şimdi önemli olan ekonomik büyüme verileri.
‘Kamusal sesini, gücünü gitgide yitiren bir Türkiye var’
Bize makro bir tablo çizdin, fakat sanki bu tablonun içinde Türkiye denklemin farklı düzleminde ilerliyor. Umutsuzluk ve geleceksizlikle çevrelenmiş haldeyiz; bu durum sadece gençleri değil tüm yurttaşları etkisi altına almış durumda. Herkes sürekli bir endişe halinde… Ortaya çıkan öfke ve şiddet eğilimlerini burada mı aramak lazım?
Üst üste binmiş iki katman var. O büyük resmin üzerinde bir de bizim kendi resmimiz var ikisi birleşiyor.
İnsanların gitgide pasifleştiği ve dahil olamadıklarını hissettiği, daha seyirci konumuna düştükleri bir gidişat var. Ülke, devlet, ülkenin yönetimi, geleceği, gidişatı… Bunun bir parçası olmak demek, kamusal olarak sözünün, katılımının, tepkilerinin, duygularının, beklentilerinin görülüyor olması ve katılımının bir anlam ifade ediyor olması demek. Güveneceğiniz objektif değerlerin ve karar mercilerinin olması demek.
Bence bu anlamda, kamusal sesini, gücünü gitgide yitiren bir Türkiye var. Çünkü ortak bir ses üretmenin kendisine bir mecra bulabilmesi, basın organlarıdır; söylemlerin cezalandırılmadığın bir ortamdır, eleştiriye tahammül edilen bir ortamdır. Dolayısıyla, yurttaşı yurttaş olarak hissettirmeyen, kamunun bir parçası olma hissini azaltan, onu pasifleştiren ve Türkiye’nin gündemini, geleceğini, bugününü biraz kontrol dışı hissettiren bir ortam var.
Güvenmek istediğimiz ve kendi kendisine işleyeceğini varsaydığımız adalet, hesap verebilirlik, şeffaflık ve bizim yerimize bizim haklarımızı savunacak bir düzenin varlığıyla ilgili şüphelerimiz çaresizlik iklimi yaratıyor.
İnsanlar artık mantığını kullanarak değil, bir şekilde duygularıyla karar vermeye başlıyor. Çünkü analiz edemeyeceğimiz kadar karmaşık veriler var ve analiz etmemize imkan vermeyecek kadar sansür, engel ve manipülasyon var. Böyle olduğunda da insan rasyonalitesini kullanan değil, duygularını kullanan bir kişiye dönüşüyor: duyguyla karar vermek, inanmak istediği şeye inanmak… Bu da gitgide daha az eleştirel düşünce, daha az muhalefet, tutunduğun şeye daha fazla tutunma anlamına geliyor.
Ben bu anlamda, demokratik atmosferin, katılımcılığın, eleştirel düşüncenin ve gerileyen duyguların, dürtüleri ön plana çıkan pasifize olmuş ve kendi adına işleyen şeye daha fazla teslim olduğunu düşünüyorum.
Bir taraftan da gençliğin ciddi problemleri var. Genç kuşakların suçla, şiddetle kurdukları ciddi bir ilişki söz konusu. Ailede, sokakta, okulda, televizyonda ve sosyal medyada her gün ve her saat şiddetle karşı karşıya geliyorlar. Bu şiddet sarmalı psikolojik olarak onları nasıl etkiliyor? Şiddet bizler için normalleşti mi artık?
Yakıcı bir sorun. Ben bir taraftan da bu ülkenin yaşlılığının nasıl olcağını düşünüyorum. Bizi bekleyen bir sürü şey var. Aslında Türkiye çok amorf bir ülke ve bu daha sıkıntılı. Tutarlı olarak “gelişmemiş” bir görüntü sergileseydi, psikolojik olarak işimiz daha kolay olabilirdi.
Bir yandan da küresel gelişkinliğe açık bir tarafımız var ve ister istemez o değerleri soluyoruz. Herkes gelişecek, herkes başaracak, yapay zeka, teknoloji… Ama bir yandan bizim gerçekliğimiz daha geriye gidiyor, ekonomik olarak ve imkanlar olarak. Dolayısıyla bu birbiriyle uyuşmayan, makası iyice açılan çelişkili değerler sistemi gençleri de, yetişkinleri de bence ortadan ikiye ayırıyor. Daha talepkarlar ama imkanları daha kısıtlı. Dolayısıyla, gibi gitgide arası açılan bir tablo ortaya çıkıyor.
İnsan bu rekabet içerisinde bence daha hırslı, daha talepkar. Her şeyi daha araçsallaştıracak bir hale geliyor. İnsanın insan gözündeki konumu da aynı şekilde. Bazı değerler çerçevesinde, insan benim karşımda değerli bir özne değil de araçsallaşan, kullanılabilecek, daha fayda çerçevesinde değerlendirilebilecek bir bağlantı nesnesi haline dönüşüyor.
Bence şiddetin en önemli şeylerinden bir tanesi insanın birbirinin gözünde “şeyleşmesi.”Artık o değerler sisteminin içerisinde bağ kurduğum, değerli gördüğüm, diyalog geliştirdiğim biri değil de, önümde engel olan, bana katkısı olan veya olmayan bir metaya dönüşmesi bence insanı nesne olarak görme tarafına çekiyor.
Psikopatinin temelinde de aslında insanı insan gibi değil de eşya gibi görme meselesi vardır. Mesela nörolojik çalışmalarda insan beynine bakıldığında, psikopatik beyinlerde, yüzün değil de nesne bölgesinin daha çok aktif olduğu görüldüğü ileri sürülür. Biz birine baktığımızda anonim bir nesne görüyorsak, bu bizi her zaman öfkeye daha meyilli bir hale getirir.
“Şeyleşen insan” vurgusu önemli aslında, bu çerçeveden bakılıyor o zaman…
Ben her zaman şöyle düşündüm, ülkeyi de dev bir insan gibi düşünelim. Onun da egosu, süper egosu, dev bir id’i olsun… Genelde o devlete üye olan kişilerin mikro psişik iç dünyası ile o ülkenin psişik dünyasında ortak örüntüler ve desenler var.
Ben bu yapının gitgide daha dürtüsel, iç disiplini daha zayıf, engelleyecilere dayanma toleransının azaldığın, bazı ortak değerleri de kaybetmesiyle ve bu yozlaşmanın kabul gördüğünü anlamasıyla beraber, süper ego fonksiyonlarının (ona “dur”, “ayıp”, “olmaz” diyen) daha zayıfladığı, dolayısıyla duygularını daha az düzenleyen bir içselliğe sahip olmaya başladığını düşünüyorum. Büyük organizma da böyle, küçük organizma da böyle.
Biz birbirimizin psişik dünyasını çok derinden, birbirimizi çift yönlü etkiliyoruz. O bizi, biz onu… Basitçe takdir etmek davranışsal boyutta da değil, ülkede çok ayıp olan şey nedir? Örneğin, bir yazılı kural yoktur ama yere bir şey atamazsınız. Çünkü ortak bir yasa vardır; o sizin içselleştirdiğiniz ortak kodlarınızdır. Bununla birlikte, ekranda öpüşme ve cinsel sahnelere verdiğimiz bedensel tepkiyi ile şiddet sahnelerine verdiğimiz fizyolojik tepkiler arasında dağlar kadar fark var. Bizim beynimiz şiddete daha açık; özellikle bizim coğrafyamızda daha çok kabul görüyor.
‘Yoksulluktan daha belirleyici olan bir şey var: eşitsizlik!’
Türkiye’de gerçekten bir ortaklaşma var mı? Sormak istediğim şey şu aslında, verdiğin yere çöp atma örneğinden hareketle, ideal olanı ve ortak düzeni kolaylıkla nasıl terk edebiliyoruz?
Bence ortak değerler ve kodlar çok muğlak ve tartışamalı kavramlar. Bazı ortak değerler sizi bir araya getirir ama o grubun bir araya geldiği ortak değer ne kadar sağlıklıdır ve ne kadar sürdürülebilirdir? Burada tek anahtar kelime ortak bir şeyler üzerinden bir araya gelmek değil. Öyle ki, ben Türkiye’nin ortak değerler olarak bir araya geldiği bir çok şeyin çuvalladığını düşünüyorum. Bu çalışmamaya da başladı. Daha kimliksel atıflarla bir ortak değer oluşumuna çok taraftar değilim. Şunu demek istiyorum, herkesin farklı kimlikleri, alt kimlikleri var; bu ne kadar ortak olacak?
Bir kere rasyonel düşünmek ve gerçekten diyalog kurmak gerek. Bunlar demokratik toplumun anahtar kelimeleri. Kamunun bir parçası gibi hissetmek, katılımcı olmak, sorumluluk sahibi olmak, işbirliği içinde olmak vs. olarak çeşitlendirilebilir bu süreç. Bütün kimlikler bir yana bu insanlar arasında bir diyalog anlamına geliyor. İnsanlar altında ortak olarak birleşebilir? Bir konserde ortak duygularını anlatan şarkılarda, ya da ortak acılar karşısında (depremin yaşandığı o dönemlerde) birlikte endişelendiklerinde… Ortak acı ve endişe, duyguların aşırı benzediği durumlar.
Ben insanlığa dair, birbirimizin benzer duyguları, benzer varoluşsal kaygıları, benzer ihtiyaçlarına dair ortaklığı yakalamak gerektiğini düşünüyorum. Öteki bütün ortaklıklar, yarılmalarla ve bölünmeler doğuruyor sanki. Oralardan da uzun vadeli mutluluk ve barış ortamı da çıkmıyor maalesef.
Herkesin hedefi kolay yoldan para kazanma (“görünüm dünyası”nın da bir sonucu olarak), iyi bir hayata ulaşma isteği var. TV dizilerinde karşılaştığımız senaryolarda, iyi bir hayata ulaşmak için şiddet ve silaha ihtiyaç olduğu vurgusu sürekli pompalanıyor. Hemen her dizide bir şiddet olayıyla karşılaşıyoruz. Göstergeler bizi nasıl şekillendiriyor? Şiddeti bu iletiler üzerinden mi öğreniyoruz?
Hem öğreniyoruz, hem normlar ve kültürel bağlam, genler, aile içi öğrenmeler derken karmaşık bir denklem ortaya çıkıyor. Ama evet, izlediğimiz dünya sanki her şeyin yolunda gittiği bir dünya. Dediğim gibi bir yandan da çok ikili bir sistemle karşı karşıyayız. Bizim gerçekliğimiz ve dünyanın ilerleyişi… Her ne kadar biz bu hayatı yaşıyor olsak da, hayatın bizden o ilerlemeyi, büyümeyi, gelişmeyi, zenginleşmeyi ve şöhreti beklediğini düşünüyoruz. Sağlıklı ve zeki bir insanın da bunlara ulaşabileceğini var sayıyoruz. Hayat bizden bir anlamda yaşlanmamayı, sağlıklı olmayı, fit olmayı bile bekliyor.
Benim eğitime erişimim, imkanlarım, iş güvencesiyle ilgili herkesle aynı fırsatlara sahip olmayışım, iyi okullarda okumayışım ve dolayısıyla kendi emeğimle, fırsatlarımla belli ki benden talep edilen yere gelemeyecek oluşum inanılmaz bir iç baskı ve öfke yaratıyor. Üstelik güçlü olmanın, adil olmaktan daha önemli hale geldiği bir tabloda, güçlü olanın bir şekilde paçayı sıyırdığı, iyi olmanın ve emektar olmanın ötesinde bir an önce güçlü olmak gerekliliğini de hissettiriyor insana.
Değersizlik duygusuyla, adaletsizlik duygusuyla, güç isteği birleşince bence bu insanı şiddete daha meyilli hale getiriyor. Dolayısıyla hata yapmaya ve suça daha meyilli hale geliyor insan. Beyin tepkilerimizi ölçme şansımız olsa 40 yıl önceki insan beyni ile 40 yıl sonraki insan beyni kıyaslansa, hırsızlığı, yolsuzluğu ve cinayeti duyduğumuzda verdiğimiz beyin tepkileri ile bugün verdiğimiz tepkilerde ciddi farklar görüleceğini düşünüyorum.
Bazı çalışmaları okumuştum, yoksulluk önemli bir belirleyici öfke üzerinde, şiddet, suç ve mutsuzluk üzerinde. Fakat yoksulluktan daha belirleyici olan bir şey var: eşitsizlik. Bu ülke gitgide daha eşitsiz oluyor. Ülkenin büyümesi kişilerin kendi cebine yansımıyor. Dolayısıyla daha eşitsiz bir bağlam üzerinde insanlar daha fazla kıyaslama yapıyor, daha fazla hüsrana uğruyor ve bu durumdan öfke duyuyor.
‘Saygınlık endeksleri, algoritmaları da değişti’
İlginç bir diğer ayrıntı ise yeni nesil suç pratiğinin “gizli” yapılmaması. Bunu sosyal medya üzerinden duyurmak zorunda hissediyorlar kendilerini ve bunun sonucunda aldıkları “olumlu-olumsuz” geri dönüşlerden de mutlu oldukları anlaşılıyor. Kimse işlediği “suçu” saklamak, gizlemek zorunluluğu hissetmiyor. Bunu tetikleyen sadece bir gösteri çağının içinde yaşıyor olmamız mı?
Gerçekten bir sürü şey birleşiyor ve birbirlerinin verimini arttırıyorlar. Bizim hukuk sistemimizle ilgili meseleler, ceza, denetleme sistemi, yaptırımların uygulanıp uygulanmaması gördüğümüz ve şahit olduğumuz şeyler. Bir yandan da etkileşim almak tavandaki değer olunca, etkileşimi nasıl aldığının ne önemi var. Birini dövdüğünüz sahnede de etkileşim alıyorsunuz, intihar ettiğin ve öldürdüğün sahnede de… Yani çok etkileşim almak aslında ödüllendirilen bir şey.
Bilinçli olarak insanlar, “Bu ödüllendirilen bir şey” demiyordur ama sonuçta sanal hayatın algoritması, bizim algoritmamız olarak transfer oluyor bize. Beynimizi bırakıp öbür beyni kullanmıyoruz; sanal hayatın içinde şekillenen beyni burada da kullanıyoruz. O nedenle, her halükarda şiddet ve sansasyonel şeyler, yalan haberler, rezil olmalar bir şekilde etkileşim dünyası içerisinde değil cezalandırılmak, linç edilirken bile farkında olmadan ödüllendirilen ve kabul gören şeyler. Bu şekilde de birazcık daha alan açılmış oluyor, eskiden hiç alan açmayacağımız suç, şiddet ve sansasyonel unsurlara.
Eskiden şöyle tanımlar vardı: “ya ne şerefli bir insan”, “ne kadar adil bir insan” mahallenin öyle bir tipi vardır ve saygın bir kişiliktir. Saygınlık endeksleri, algoritmaları da değişti. Artık bu tanımlarla övmüyoruz birbirimizi. Düşünün bir kere, o zamanlarda bir hata bile kişinin kimliğini, şerefini gölgelemeye yeterken, şimdi her şey unutulduğu ve imajların da sürekli yenilendiği bir dönemin içindeyiz. Kimsenin rezil olması mümkün değil artık.
Türkiye’de şiddet mağdurlarına baktığımızda büyük oranda kadınlar ve çocuklar olduğunu görüyoruz. Şiddet oranları her geçen artıyor. Bu alana dair duyarsızlık, çürümüşlük, adaletsizlik de göz önünde. Bunu sosyal olarak engellemek ve önüne geçmek için neye ihtiyaç var? Nasıl bir sosyal evrim gerekiyor?
Bizi içsel değerlerimiz tutmalı, yani “bu yanlış yapmamalıyım” demediğiniz zaman, dışsal denetimin insafına kalıyoruz. Dışsal denetim ise bizi hata yapmaktan alıkoyan şey. Ne kadar ceza alacağımız, ya da karşımızdaki kişiden ne oranda bir misilleme geleceği gibi dışsal faktörler beni denetleyen şeyler olmaya başlıyor. Eğer o noktada da denetleyicilik ortadan kalkıyorsa, alan bulduğu yerde şiddet devreye girmeye başlıyor. Güç orantısızlığı dışarıdaki denetimi, engelleyici olarak ortadan kaldıran bir şey.
Bir insan iş yerinde hiçbir öfke problemi yaşamıyorken ve patronuna karşı öfke kontrol kabiliyeti varken, nedense o öfke problemi eşe veya çocuklara yöneliyor? Oradaki orantısızlık dışarıdaki engelleyici unsurun kalkmasından kaynaklanıyor. Kişideki var olan şey o noktada ortaya çıkıyor.
Bir diğer yandan, kadına yönelik şiddet meselesinde kadınların hayatlarının ellerinden alınmamasıyla alakalı, cezai yaptırımlar ve yasalarla kadınların koruması gibi acil çözüm planları hayata geçirilmeli. Zihniyetin değişmesi gerçekten ciddi bir dikkat gerektiriyor. Bence kişisel olarak önce kendimizde bunu hayata geçirmeliyiz.
Bugün “sen oraya kadın başına yalnız gitme” gibi gayet şiddete uzak gözüken, kadının imajını, konumunu ve eşitsizliğini besleyen her türlü söylem ve davranışla alakalı olarak uyanık olmak gerektiğini düşünüyorum. Elbette bu çok uzun bir yol. Bu bence beyni yeniden yapılandırmak demek. Bizim davranışsal ve sözel değişikliklerimizin beyine yansıması belki de nesiller sonra olacak. Ama en azından sözel, davranışsal ve eylemsel anlamda kadın ve erkek ayrımlarıyla alakalı küçük büyük demeden bütün o eşitsizliklere karşı duyarlı olmak gerektiğini düşünüyorum.
Kadını ve pozisyonunu, belki de farkında olmadan daha eşitsiz bir yere koyuyoruz, bunlar üst üste birikiyor. Kadının sokağa çıkma saati, onun desteğe ihtiyacının oluşu, öbür gün de kadının anne olarak yapması gerekenler vs. bütün bunlar biriktiğinde kadın, üstünde yaptırımlar uygulanabilir bir varlığa dönüşüyor. Yaptırım uygulayabileceğiniz bir şeyi fırlatıp atabilirsiniz, itebilirsiniz, çekebilirsiniz. Yani onu insanlaşmaktan çıkarmış olursunuz.
‘İnsan, tutkusunu, ruhunu ve kapasiteyi yitirdi’
“Ceza” ve “cezasızlık” meselesi de Türkiye’de fazlasıyla konuşulan bir konu. Cezasızlık kavramı, sorunların çözümünde hazır bir reçete gibi görülüyor. Cezasızlık meselesi çözülürse her şey yoluna girecekmiş gibi bir algı var…
Hiç öyle değil… İsveç’te kadın cinayetlerinin olmaması çok iyi cezai yaptırımların olmasından mı kaynaklanıyor; alakası yok! Bizim cezadan bu kadar medet ummamızın nedeni, aşırı kötü durumda olduğumuzu gösteriyor. Sorunun aslında temelini hiç çözmeyen bir yaklaşım.
Elbette ki, daha fazla ceza iki kadının hayatını ilk etapta kurtaracaksa bu cidden önemli. Çünkü temel değişiklikler için zamana ihtiyaç var; uzun bir zamana. Bu süreç içerisinde eğer bir can simidi olarak ceza bir kadını kurtarabilirse önemli bir şey.
“Deniz çok fırtınalı gemiyi sağlamlaştırmak lazım ama o sırada can simidine de ihtiyaç var” böylesi bir noktadan bakmak lazım ceza konusuna. Ama gemiyi de kimse konuşmuyor. Konuların tali şeylere sapması ana konuyu da tartışamamak anlamına geliyor. Şimdi ne yapacağız, bu sorunun çözümü konusunda kim sorumluluk alacak? Uzun vadede değişimler için ne yapacağız kısmı biraz gölgede kalıyor.
2024 Global Duygular Raporu’na göre, Türkiye tüm dünyada pozitif duyguları en az deneyimleyen ülkelerin başında geliyormuş. Bir başka araştırma ise Türk halkının yüzde 58,7’sinin mutsuz olduğunu söylüyor; ciddi şekilde mutsuzuz. Bu durum bir kara delik gibi sürekli büyüyor. Mutlu olmak böylesi bir karamsar tabloda mümkün mü?
Günü palyatif çözümlerle idare ediyoruz; daha anestezik şeylerle yani. Bir şeyler almak, ekrana sürekli bağlı kalmak… Bu uyuşukluk hali depresyondan bile kötü aslına bakacak olursan. Hissizlik, bana depresyon kadar kötü geliyor. İnsanlar kendini uyuşturarak, oyalayarak avutmaya çalışıyor. Sanki daha genel başa çıkma biçimi bu oldu gibi.
Eskisi gibi tutkuyla daha farklı bir mutluluk türünü yaratmak üzerine düşünmek, bir şeyi dava edinmek, doğa ve hayvanlarla alakalı bir mücadele vermek gerekiyor biraz da. O tutkuyu, ruhu, kapasiteyi insanın yitirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu kendi konfor alanı içinde sıkışıp kalmamız anlamına geliyor. Ama bu konfor da öyle sanıldığı gibi konforlu değil!
Sorun da biraz bu sanki; kaçacağız ve bir yere sığınacağız ama kaçacağımız yer de huzurlu ve rahat değil.
Başka tür bir mutluluk üzerinde düşünmek biraz da rahatlığımıza çomak sokmak aslında. O huzursuzluk ve yüzleşme de gerektiren bir şey. Ben o anlamda benlik gücümüzün zayıfladığını düşünüyorum. Yüzleşme, sorumluluk, değişimin sancısı, bir şeylerden feragat etme duygusu vs. bunlar yavaş yavaş zayıflıyor bizde.
‘Sevgi üzerine daha çok düşünmeliyiz’
Büyük anlatılar çağı artık yok. Bir taraftan da öyle bir dünya tablosu var ki, sanki bugün yeniden büyük anlatılara ihtiyacımız varmış gibi duruyor. O olmayınca sanki bu durumlara geldik. “Özgür dünya zaferini kutlarken”, aslında insanlık sistemin içinde edilgen hale geldi gibi…
Sonuçta, sürekli tüketmeni isteyen ve kendini de tükettirmeni isteyen yani satmanı ve satın almanı isteyen bir sistem içerisindeyiz. Daha fazla tüketmek şu demek: daha fazla sağlıklı olmanın peşinde koşmak, daha fazla sağlık ürünleri almak, daha yakışıklı olmak, daha estetikli olmak, hep genç kalmak gibi, başka kıyafetleri, başka kadın ve erkekleri istemek… Bu algoritmayı her şeyde kullanıyorsunuz. Dolayısıyla, bu durum atomize etmeyi, parçalamayı, değiştirmeyi, yenilemeyi ve sabit kalmamayı gerektiriyor; mobilize olmayı gerektiriyor.
Büyük ilişkiler, aşklar ya da davalar, bir şey uğruna çoğu şeyden vaz geçen insanlar bu sistemin içinde saçma görülüyor. Bir yandan da bu sancıları bir çok kişi yaşıyor. Daha yapay, sentetik, yıkıcı ve sahte anlatılarla insanlar bu boşluğa çözüm aramaya başladı. Bazıları ise yıkıcı davalar, daha bağnaz inanma biçimleri, daha farklı cemaatler derken bu boşlukların yerini daha tehlikeli bir şey koyarak halletmeye çalışılacak gibi geliyor bana.
Bugün “sosyal çürüme” kavramı ciddi şekilde konuşuluyor. Yavaş yavaş bütün renklerin de solduğu bir düzlem ortaya çıkmaya başladı, dünyanın büyüsü bozuldu sanki. Sanat, edebiyat, düşünsel ve duygusal çabaların yerini daha fazla paraya, mafyalara, kara paraya ve yozlaşan bir sisteme bıraktı. Belki de bu süreci tersine çevirmek için bir araya gelmek ve kollektif çözümler aramak bir çıkış yolu sunabilir…
Bence bu noktada sevgi üzerine daha çok düşünmeliyiz. Çünkü, sevgi insanı özne olarak görme kapasitesiyle ilgili. Sevme yetisini geliştiren insan diğer meseleleri de halletmiş olmak zorunda, köprülerden geçmeden oralara gelinemiyor.
Yani “insan sevmiyorum” lafını çok duyuyoruz, matah bir şeymiş gibi bu söylenir. Bir taraftan da sevgi kelimesinin içi de çok boşalmış durumda. Bugün ne anlamda kullanıyoruz bunu. Ne tür bir sevgiden bahsediyoruz? Bu başlı başına bir konu; şiddetten sonra aslında üzerine en çok konuşulması gereken konu sevgi.
Klişe kelimeler çok önemli; en bildiğimizi sandığımız kelimeler ne demek, üzerine bir kez daha düşünmek gerekiyor. Sevgi ne, üzerine düşündük mü? Bildiğimizi sandığımız için düşünmüyoruz.