Share This Article
Kadına yönelik şiddetin boyutları her geçen gün artarken, cezasızlık politikası fiziksel şiddetin yanı sıra psikolojik şiddeti de beraberinde getiriyor. 8 Mart’ta erkek şiddetine, heteroseksizme, eşitsizliğe karşı mücadele veren kadınlar; şiddet sarmalının yarattığı psikolojik yıkıma karşı da sesini yükseltiyor. Yaşanan psikolojik şiddetin boyutlarını feminist psikologlar Gökçeçiçek Korkmaz ve Meryem Betül Topkaya ile konuştuk.
‘Şiddeti travmaya dönüştüren şey o şiddetin toplumsal tanımı’
Türkiye’deki toplumsal cinsiyet eşitsizliği; çocuk yaşta evlilik, ev içi şiddet ve istismar şeklinde görünür oluyor. Bunların ruhsal sonuçları nelerdir?
Gökçeçiçek Korkmaz: Bu birçok açıdan önemli bir soru. Sanırım meseleyi sadece şiddetin psikolojimize etkisinden doğru düşünmekle sınırlamamamız ve patriyarkal bir toplumsallık içinde erkek şiddetinin “normalleştirilmesinin” özdeğerimize, özsaygımıza olan etkisi üzerinden düşünmemiz gerekiyor. Yani daha “şiddet dolu” olanın, “görünür” olanın altında yatan, aileyle, ahlakla, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığıyla meştrulaştırılan ve üretilen patriyarkal ilişkiler var…
Kadınlara ve lubunyalara, arzularını, cinselliklerini bastırmaları ve birileri için yaşamaları, erkeklere/erkekliğe itaat etmeleri ve başkalarının hayatını öncelemelerini dayatan bir sistemin içinde bir kadının yemeğe az tuz atması bir cinayet sebebine dönüşüyor. Aslında kronik bir tehditin içinde yaşıyoruz, kronik bir tehdit bir yandan korkuyu getirebilir, ki bu tehlikeye verilen doğal bir savunma mekanizmasıdır. Ama bir yandan bu korkunun dışında kendi hayatlarımıza verebileceğimiz değeri bozguna uğratan bir sistem patriyarka.
Caddeler de bizim ⚡️ Bu kalabalığı hatırla! #FeministGeceYürüyüşü pic.twitter.com/loqOlIwlj4
— 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü (@8MartYuruyus) March 8, 2024
Bunun psikolojik boyutu çok önemli çünkü bu erkek şiddetine karşı kendimizi savunmamızı engelleyen başat etkenlerden. Şiddeti doğrudan bir travmaya dönüştüren şey o şiddetin toplum tarafından ne biçimlerde tanımlandığı. Mesela “o kadının orada ne işi vardı” gibi bir yaklaşım o kadının yaşadığı şeye karşı güçlenmesini engeller ya da şiddete maruz kalmış bir kadını sadece yardıma muhtaç ve mağdur bir yerden görmek de güçlenmesini engeller. Çünkü biz genel olarak adalet arıyoruz.
Belki de bizleri bireysel hayatımız içinde en güçlendirebilecek şey şiddetin sistem tarafından nasıl üretildiğini görüp buna karşı kendimizi, birbirmizi savunacak olanak aramak ve iktidarın, erkeğin öyküsü dışındaki öykümüzü yazmak, beraber özgürleşmek.
Şiddetin herkeste yarattığı psikolojik etkiler şiddetin kendisini o kişinin nasıl tanımladığı, hangi koşullarda yaşadığı, şiddetin sistematik olup olmadığı gibi birçok etkene göre değişiyor. Bunları kişinin kendi deneyimine göre tanımlamak ve kendi öyküsünü analtabileceği, kendini güçlendirme koşulları yaratabileceği bir alan açmaya çabalamamız çok önemli. Feminist hareket böyle bir kamusallık üretmeye çalışıyor da diyebiliriz.
Meryem Betül Topkaya: Kadınların yaşadığı her türlü baskının, sömürünün, şiddetin ruhsallığımıza etkisinin olma ihtimali çok yüksek elbette. Patriyarkanın içine doğuyoruz, ikincil bir konumda doğuyoruz hayata, birçok şeyi yapmamız engelleniyor, birçok özellik atfediliyor karakterimize, benliğimize, ruhsallığımıza.
Biz bütün bunların yüküyle doğuyoruz, büyüyoruz, bize dayatılan makbul kadınlık ve kendi benliğimiz arasındaki ikilik ruhsal çatışmaya neden olabilir. İstediğimiz kişiye aşık olmamız, istediğimizi giymemiz, haklarımız, bedenimiz, emeğimiz her şey kontrol altına alınmaya çalışılıyor.
Çevremizdeki erkekler tarafından birtakım şiddetlere maruz kalıyoruz ve bu ciddi bir güvensizlik yaratabiliyor. Ruhsallığın temel ihtiyaçlarından birileri tutarlılık, güven. Fakat kadınların en yakınlarındaki erkekler tarafından, toplumsal normlar tarafından ve iktidar tarafından türlü dayatmalara maruz kalması, çok da güvenli bir tablo çizmiyor.
‘Yoksulluk kadınlar ve LGBTİ+’lar için güvencesizlik duygusunu perçinledi’
Türkiye’de cinayet, şiddet ve istismarın artmasının kadınlar üzerinde toplumsal bir travmaya yol açtığını söylemek mümkün mü?
G.K.: Toplumsal travma/ kolektif travma/ sosyal politik travmatizasyon; bunlar eleştirel psikoloji literatüründe çokça kullanılan kavramlar. Travma sonrası stres bozukluğunun karşısında üretilmiş, TSSB’nun travmatik deneyimi bireye ve semptoma indirgeme haline karşın toplumsal ilişkilerin yarattığı travmatik durumu ortaya koyarlar.
Toplumsal travma deyip geçtiğimizde yeniden sadece patriyarkal bir toplumda yaşayan kadınları “ezilmişlik” ile tanımlıyor da olabiliriz. O yüzden bunların hangi bağlamlarda bahsedildiğine göre seçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadınları, lubunyaları bir araya getiren şey doğrudan sadece ezilmişlikleri değil hayatı değiştirmeye dair aldıkları politik sorumluluk, tüm tarih boyunca ürettikleri mücadeleler. Sömürü ilişkileri, yapısal şiddet; bunlar bazı grupların sadece travmatik deneyime maruz kalmasına yol açmıyor aynı zamanda bu grupların güçlenme koşullarını engelliyor.
Bu da travmanın anlık olaylara dayanmadığını bize gösteriyor doğrudan. Bir yandan da bu toplulukların bu sömürü ilişkilerine karşı mücadelesine yol açan yabancılaşmalara yol açıyor bu toplumsal travma.
M.B.T.: Bahsettiğimiz gibi kocamız, sevgilimiz, babamız, erkek kardeşimiz, yani en yakınımızdaki erkeklerden bu şiddetleri görüyoruz. Veriler gösteriyor ki kadınlar en çok ilk yakınları tarafından öldürülüyorlar. Bu “katiller hanemizde” sloganı da deneyimden çıkan bir slogan. Bu da güven duygusunun ciddi zedelenmesine yol açabilir. Kadınların yaşadıkları, var oldukları her alanda – iş yeri, üniversite, en önemlilerinden biri ev, duygusal ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri – her an şiddete açık olma hali ve bunun da devlet tarafından cezasızlık politikalarıyla desteklenme hali yaşam güvencesinin yokluğuna da sebep olabilir.
Her şiddet deneyimi travmatik olmak zorunda değil fakat şiddet deneyimlerini travmatik hale getiren Gökçe’nin de bahsettiği gibi şiddet sonrası suçlamalar, utandırmalar, adaletsizliğe uğramışlık duygusu, güvenliğimizi sağlamakla yükümlü devlet kurumlarının görmezden gelmesi, bilinçli ihmalleri, suçlamaları olabiliyor. Yoksulluk da son yıllarda kadınlar ve LGBTİ+’lar için güvencesizlik duygusunu perçinleyen durumlardan biri.
Bütün bu güvensizliğin içinde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, 6284’ün tartışılması, cezasızlık politikalarıyla katillerin, şiddet faillerinin adeta teşvik edilmesi ciddi bir sorun. Çünkü kadınların şiddet görmesini önleyecek politikalar geliştirmesi gereken ya da şiddet faillerini cezalandırması gereken, toplumsal düzeni sağlaması gereken devlet bu görevlerinin hiçbirini yapmıyor.
‘Feminizm başka bir kapı açıyor bize: özneleşmek’
Kadınlar, her yıl 8 Mart’ta herhangi bir ideolojik ayrım olmaksızın sokakta Feminist Gece Yürüyüşü’nde buluşup haklarını arıyor. Bu yürüyüşün psikososyal tarafı hakkında neler söylersiniz?
G.K.: “Travmanın” tarihsel olarak nasıl kavramsallaştırıldığına bakarsak savaş karşıtı hareketin, feminist hareketin nasıl önemli bir etki yarattığını görebiliriz.
Travma kavramının bireysel olarak indirgenmesini bozguna uğratmanın yanında güçlenmenin, değişebilmenin kendisinin ne kadar politik bir mevzu olduğunu ortaya çıkardılar. Mesela bilinç yükseltme feministlerin bulduğu, şiddetin, istismarın hem öznel deneyimler üzerinden hem de bu öznelliğin nesnel politik ilişki ağları üzerinden konuşulabildiği bir yöntem.
Kişisel olan politiktir yaklaşımı psikoloji bilimini doğrudan etkileyen ve geliştiren bir şey oldu. Bunun gibi eylem günleri şiddetin kendisinin politik temellendirmeler üzerinden işlemek, normalleştirilen ve inkar edilen gerçekliği kolektif olarak ortaya koymak, dayatılan mağdur kimliğinden çıkarak siyasal özneler olarak kendimizi eylemin kolektifliği içinde yeniden üretmek psikososyal açıdan en değerli deneyimlerden biri bence.
Kendi hayatlarımıza dair faillik kazanmadıkça psikolojik bir iyileşmeden bahsetmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Feminist gece yürüyüşü ise bu failliği kazanabilmemizin çok önemli bir parçası.
M.B.T.: Bunun güçlendirici ve iyileştirici bir yanı var. Şiddet gördüğümüz, ya da şiddet görme ihtimalimizin olduğu erkeklerin olmadığı, yalnızca feminist mücadelenin özneleriyle birlikte olmak, feministlerle yürümek çok güçlendirici bir his.
Orada birbirine zarar vermeyecek ya da birbirine sahip çıkacağını bilmenin güçlendirici yanı çok büyük. Feminist gece yürüyüşlerinde, “Sıradaki bensem anneme sarıl ve bu şehri yak”, “Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla” gibi dövizler açılıyor.
Umutsuzluk bu kadar yaşamımıza sirayet eden, günlük hayatımızı domine eden bir duyguyken, birbirini tanımayan yüzlerce, binlerce kadın birbirimizden güç alacağız, birbirimizi umutla besleyeceğiz diyorlar. Erkek şiddetine uğrarsa oradaki feministlerin kendisi için mücadele edeceğini bilmek güçlü ve güven verici bir duygu.
Ailelerinin öldürdüğü ya da ailelerinin cenazesine sahip çıkmadığı kadınların cenazelerinin kadınların omzunda taşındığını da biliyoruz. Bu, LGBTI+’lar için de geçerli. Aileler bu kadar dışlarken, baskılarken, belki benliğimizi böyle un ufak etmeye çalışırken ki ailenin toplumsal düzenlemedeki önemli görevlerinden biri bu: Özellikle kadınların ve lubunyaların benliğini un ufak etmek ve makbul bir benlik haline getirmekken kadınlar ve LGBTİ+lar birbirlerine sahip çıkıyorlar.
Kadınlar için patriyarkanın kurguladığı yaşam, edilgen, her daim “maruz kalan” konumunda kaldığımız bir yaşam. Feminizm başka bir kapı açıyor bize: özneleşmek. Kendi hayatlarımızı ve birlikte yaşadığımız hayatı değiştirebilecek özneler olduğumuzu fark ettiriyor. Kendimiz için ve hiç tanımadığımız kadınlar için mücadele ediyoruz.