Share This Article
Faisal Devjiis | Çeviren: Emin Arslan
Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Mahatma Gandi, “Olsaydı iyi olurdu!” cevabını vermiştir. Bu ünlü ifade ironik bir reddetme olarak kabul edilse de, Gandhi aslında Batı medeniyeti konusunu çok düşünmüştü.
Geleceğin Mahatma’sı, 1909 tarihli Hind Swaraj ya da ‘Hindistan’ın Ev Yönetimi’ adlı manifestosunda, emperyal Birleşik Krallık’ın Batı medeniyetini yayma arzusunu ikiyüzlülükten ziyade intihar olarak nitelendirmişti. Çünkü bu uygarlığın, tıpkı Avrupa mallarının sömürge pazarları için seri üretime tabi tutulduğu gibi, endüstriyel kapitalizmin araçlarını kullanarak onu kopyalama çabası tarafından tehdit edildiğini düşünüyordu. Gandhi, “Bu sadece ismen bir uygarlıktır. Onun altındaki Avrupa ulusları her geçen gün aşağılanıyor ve mahvoluyor” demişti.
Gandhi’nin ‘sanayi kapitalizminin modern uygarlığı’ olarak adlandırdığı şey, dünya çapında kendi metalarının üretimini, arzusunu ve tüketimini çoğaltmaya çalışmaktadır:
Tüm dünyayı kendi malları için büyük bir pazara dönüştürmek istiyorlar. Bunu yapamayacakları doğrudur, ancak suç onların olmayacaktır. Hedefe ulaşmak için çevrilmedik taş bırakmayacaklardır.
Gandhi, bu sürecin tamamen mekanik bir şekilde genişlemesinin, Batı medeniyetini yok edeceğini savunmuştur. Neden mi? Çünkü kapitalizm belirli bir halka ya da tarihe ait değildi ve herkes tarafından sahiplenilebilirdi.
Başka bir deyişle modern uygarlık, Avrupalı ev sahibi aracılığıyla güçlenecek ve yayılacak bir tür parazitti. Avrupa onun küreselleşmesini ve dünyanın diğer bölgelerine saldırmasını sağlayacaktı. Medeniyetin itici mantığı Avrupa egemenliği değildi; bu sadece amaca giden bir araçtı.
Birçok Asyalı ve Afrikalı düşünür Avrupa’nın bir bütünü oluşturan her parçası ile modernitenin evrensel tarihi arasındaki ayrımı savundu. Modern endüstriyel kapitalizmin, ‘Batı’nın sadece ebesi olduğu bir insanlık mirası’ olduğunu iddia ettiler. Bu da onların herhangi bir risk ya da aşağılık duygusuna kapılmadan bu uygarlığı benimsemelerini sağlıyordu ve Gandhi’nin zamanında bu tür kişiler, Asya kültürü ile teknik bir şekilde anlaşılan modern uygarlık arasındaki uyumun bir örneği olarak sık sık Japonya’ya işaret ediyorlardı.
1898 tarihli bu Fransız siyasi karikatüründe Çing Hanedanı, Çin’i temsil eden bir pastanın Birleşik Krallık Kraliçesi Victoria, Almanya’dan II. William, Rusya’dan II. Nicholas, Fransız Marianne ve Japonya’dan bir samuray tarafından paylaştırıldığını güçsüz bir şekilde gözlemliyor.
Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinden sonra, artık Avrupa medeniyetinden kopmuş olan modernleşme teorisi kapitalist kalkınmayı desteklemeye devam etti. Daha yakın bir tarihte, Usame bin Ladin‘den sonra El Kaide’nin başına geçen Batı karşıtı Ayman el Zevahiri de 2008 yılında modern teknoloji kullanımını gerekçelendirirken aynı noktaya değinmiştir.
Ancak Mahatma, modern uygarlığın görünürdeki evrenselliğini onun en tehlikeli biçimi olarak değerlendirmiştir: “Uygarlık ateşinde yok edilen kurbanların sonu yoktur.” Gandhi Japonya’yı, Batı medeniyetinin altını oyduğunu düşündüğü şiddet güçlerinin esiri olarak görüyor ve Tokyo üzerinde İngiliz bayrağının da dalgalanabileceğini iddia ediyordu.
‘Pasif direniş, Batı’ya kendi kayıp ideallerini hatırlaması için ilham verir’
Gandhi, sömürgeleştirilmiş ülkelerin özgürlüklerini Batı’nın teknolojik becerilerini ve kurumlarını kopyalayarak ya da benimseyerek elde etmemelerini önerdi. Bunun yerine, şiddet içermeyen bir mücadelenin gerçek idealizm olduğunu savundu.
Gandhi’ye göre bu yapılırsa sömürgeleştirilmiş dünyanın özgürlüğü, Asya ve Afrika örneğinin gücüyle Batı’yı daha iyi bir yaşam biçimine döndürerek Batı’yı bile kurtarabilir. Dolayısıyla, modernleşme teorisinde olduğu gibi Avrupa ya da Amerika örneğini takip etmek yerine, sömürgeleştirilmiş halkların şiddet içermeyen mücadeleleri Batı’ya kendi kayıp ideallerini hatırlaması için ilham verir. Başka bir deyişle, Mahatma Asya’nın Avrupa medeniyetine karşı üstünlüğünü savunmuyordu, ancak birincisinin ikincisini kendi hakikatinde özgürleştirebileceğini düşünüyordu.
Modern uygarlık ve onun evrensellik vizyonuyla ilgili sorun, Gandhi’nin zamanında Japonya’nın ekonomisinin ve imparatorluğunun genişlemesini gösterdiği gibi, kaçınılmaz olarak Batı’nın kendi ‘kavrayışından’ kaçmasıydı.
Avrupa’nın emperyal güçleri iddialarının evrenselliğinin yarattığı riskin farkındaydı, zira sömürge tebaalarının moderniteye ulaştığını, yoksullukları ve cehaletleri kadar gelenekleri ve karşılıklı antipatileri nedeniyle de kendi kendilerini yönetmeye henüz hazır olmadıklarını ileri sürerek rutin olarak reddettiler. Bu, İngilizlerin I. Dünya Savaşı’nın sonundan II. Dünya Savaşı’nın kapanışına kadar Hindistan’ın imparatorluk içinde bile kendi kendini yönetmesini reddetmek için kullandıkları argümandı. Böylece koloni, Avrupa için, Avrupalı olmayanların ebediyen kaydolması gereken bir uygarlık okulu haline geldi.
Anti-emperyalistler bu mantığın ikiyüzlülüğünün farkındaydı ama bağımsızlığı genellikle yerli toplumun yok edilmesini tamamlamak için istiyorlardı. Örneğin bağımsızlıktan sonra Hindistan’ın ilk başbakanı olan Jawaharlal Nehru, Birleşik Krallık’ın Hindistan’ı modernleştiremeyeceğini, çünkü Hintli aristokratların ve kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan diğer muhafazakarların desteğine çok bağımlı olduğunu savunuyordu.
Sadece demokratik bir hükümetin eğitimi yaygınlaştırmak, yoksulluğu azaltmak, zararlı gelenekleri ortadan kaldırmak ve iç çatışmaları sona erdirmek için hem kararlılığa hem de meşruiyete sahip olacağını iddia etti. Bu şekilde, o ve diğer yeni bağımsız liderler, Gandhi’nin dünyadaki herhangi birinin prensipte modern uygarlığın evrensel vaadini nasıl yerine getirebileceği konusundaki görüşünü kanıtlamış oldular.
Eğer Avrupa emperyalizmi, bazen Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri tarafından öncelenmiş olsa da, Batı medeniyetini yurtdışına yaymaya yönelik ilk çabayı temsil ediyorsa, aynı zamanda bir fikir olarak Batı’nın ilk krizine de işaret ediyordu. Emperyalizm, coğrafyasını Avrupa’nın çok ötesine, Amerika ve Avustralya’daki yerleşimci kolonilerini de kapsayacak şekilde genişleterek Batı’yı ilk kez hareketli bir figür haline getirdi.
Birleşik Krallık için kullanılan ‘gemi’ metaforu
Alman düşünür ve anayasa hukukçusu Carl Schmitt, Birleşik Krallık’ın genişlerken nasıl topraksızlaştığını anlatırken, Victoria dönemi başbakanı Benjamin Disraeli‘nin bir romanında Birleşik Krallık’ın tehdit altında olması halinde Kraliçe’nin Hindistan’a taşınmasını tavsiye ettiğini aktarır.
Zira Kraliçe bunu yaparak, Napolyon Savaşları sırasında Brezilya’ya taşınan Portekiz kraliyetinin emsalini takip etmiş olacaktı. Schmitt bu tür bir hareketliliğin, Gandhi’nin modern uygarlığın temelinde yattığını kabul ettiği endüstriyel teknoloji tarafından mümkün kılındığını düşünüyordu.
Schmitt, Kara ve Deniz (1942) adlı kitabında, Birleşik Krallık’ın deniz imparatorluğunun en önemli teknolojisi olan geminin modern uygarlığı minyatür olarak temsil etme biçimi üzerine düşünmüştür. Geminin, mürettebatının tüm ilişki ve faaliyetlerini teknik ya da araçsal olanlara tabi kıldığına dikkat çekmiştir.
Saf işlevsellik dışında hiçbir ilkeye tahammül edemez, diğer tüm idealler daha düşük biçimlere indirgenirdi. Dolayısıyla Batı’nın emperyalist yayılması, kendi tarihsel ve manevi ideallerinin de intihar edercesine azalmasını gerektiriyordu. Gandhi gibi Schmitt de, uygun bir şekilde adlandırılan ‘devlet gemisinin’ yalnızca bireylerin çarklara indirgendiği bir makine olmadığını, aynı zamanda hareketli ve çoğaltılabilir olduğunu ve bu nedenle asla herhangi bir halkın veya tarihin devredilemez mülkü olamayacağını anlamıştı.
Bu anlamda, bu tür devletlerde ulusal kimliğin gücü, ülkeyi kolektif mülkiyetin ayırt edici bir parçası olarak sahiplenmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şeyi temsil etmiyordu. Ancak, tüm kapitalist mülkiyetler gibi, mübadelenin evrenselliği ile tanımlanan bir ekonomide yabancılaşması her zaman mümkündü.
ABD’nin sahneye çıkışı
Batı, Avrupa coğrafyasına ait olduğu sürece, adının bir anlamı vardı. Ancak imparatorluğun küreselleşmesiyle birlikte ‘Doğu’ ve ‘Batı’ gibi terimlerin yeniden icat edilmesi gerekti. Schmitt, Batı’nın küreselleşmesinin sonuçlarını The Nomos of the Earth (1950) adlı kitabında görmüştür. Avrupa imparatorlukları dünyanın farklı bölgelerindeki yerleşimci kolonilerini Batı’nın katına getirmiştir, ancak Batı’yı gerçek anlamda siyasi bir kategori haline getiren ABD olmuştur. Birleşik Krallık gibi dünyanın dört bir yanına dağılmış imparatorlukların coğrafi bütünlüğü yoktu ve bu nedenle siyasi olarak Doğu ve Batı bölgelerine ayrılamazlardı.
Bunun yerine, 1823 Monroe Doktrini ile bir Amerikan Başkanı dünyayı ikiye bölerek bir yarımküreyi ülkesinin tartışmasız egemenliği altına soktu. Batı Yarımküre olarak adlandırılan bu alanın merkezinde Amerika kıtası vardı ve Doğu Yarımküre’nin bir parçası olarak Asya ve Afrika imparatorluklarıyla birlikte Avrupa’yı dışlıyordu. Avrupa ilk kez Batı’dan uzaklaştırılıyor ve artık işlerine karıştırmayan eski Amerikan sömürgelerinden ayrılıyordu.
İlk kez Başkan James Monroe‘nun 2 Aralık 1823’te Kongre’ye gönderdiği 7. yıllık mesajında dile getirilen bu doktrin, despotik ve monarşik bir Avrupa’yı sürekli olarak iç savaşlar ve sömürge savaşlarıyla meşgul etmekteydi. Özgürlüğün yeni vatanı Amerika kıtasıydı.
Monroe, ‘Amerika kıtalarının, üstlendikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumlarıyla, bundan böyle herhangi bir Avrupalı güç tarafından gelecekte sömürgeleştirilecek konular olarak görülmeyeceğini’ iddia etti. Avrupa’yı, emperyal güçlerinin Asya ve Afrika’daki sömürgelerine yaptığı gibi tanımladı, ancak iç işlerine karışmama sözü verdi. ABD ayrıca Güney ve Orta Amerika’da da emperyal bir rol üstlendi.
ABD’nin yükselişi doğrudan Batı’nın krizine, hem coğrafi bir konum hem de siyasi ya da medeniyet kategorisi olarak ikiye katlanmasına ve yerinden edilmesine yol açtı. Bu kriz o zamandan beri Batı fikrinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Batı her zaman kriz ve değişim içindedir ve çoğu zaman da hareket halindedir.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Asya ile Afrika’daki dekolonizasyon, Batı’nın anlamını ve konumunu yeniden değiştirmeyi gerektirdi. Artık Kuzey Atlantik Okyanusu’nun her iki ucunu da kapsıyor, Sovyetler Birliği ve Asyalı müttefiklerini Soğuk Savaş’ın dünyayı rakip yarımkürelere ayırdığı yeni dönemde Doğu’nun bir parçası olarak dışlıyordu. Böylece Batı artık NATO’nun iddia ettiği egemenlik, Doğu ise Varşova Paktı’ydı.
Francis Fukuyama‘nın Tarihin Sonu ve Son İnsan (1992) adlı kitabı, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Batı’nın yaşadığı son krizin sinyallerini veriyordu. Batı komünizme karşı zafer kazanmıştı. Büyük çatışma ve dolayısıyla tarihsel rekabetin ideolojik olduğu kadar uygarlık anlatıları da sona ermişti. Bundan böyle tüm siyaset, artık Doğu ve Batı olarak ayrılmayan ve böylece kapitalizm için güvenli hale gelen liberal bir dünya düzeni içinde bir tür iç temizlik operasyonuna dönüşecekti.
Siyaset ekonomiye tabi kılınacaktı ve neoliberalizmin küresel zaferi, piyasa ve mekanizmaları için güvenli hale getirilen bu dünya vizyonunu temsil ediyordu. Doğu Avrupa’nın renkli devrimleri özellikle eşitlik çağrısı yapmadı. Sanki Gandhi’nin parazitin ev sahibini ele geçirmesi vizyonu gerçekleşmiş gibiydi.
Lenin, sermayenin bir aracı olan devletin ortadan kalkacağını ve yerini halkın özyönetimine bırakacağını düşünüyordu. Ancak Fukuyama’nın siyasi tarihten neoliberal yönetişime geçişi, artık Doğu ve Batı olarak ayrılmayan yeni bir dünya düzeninin geleneksel dış düşmanlarından ziyade yeni iç düşmanlarının yarattığı sorunu ön plana çıkardı.
‘Toplumun düşmanları yabancı ülkeler değil, iç düşmanlar’
Samuel Huntington, en çok satan kitabı The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order‘da (1996) Fukuyama’ya karşı bu düşmanlığın ve dolayısıyla siyasetin ya da tarihin yönetişim sorunları içinde yok olup gitmesinin mümkün olmadığını savundu.
Siyaset daha ziyade, devletler tarafından kontrol edilmeyen kültür ve medeniyet tarafından tanımlanan savaşlarda yeniden ortaya çıkacaktır. Bu yeni yinelemede, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki dini köklerine yeniden bağlanan Batı; İslam, Budizm ve Hinduizm gibi güçlerle medeniyet mücadelesine girişti. Burada devletler ve hatta coğrafyalar daha az rol oynayacaktı.
ABD’ye 11 Eylül 2001’de yapılan terörist saldırılarla birlikte Huntington’ın devlet dışı aktörler ve din üzerine odaklanması daha derin bir anlam kazandı. Fransız tarihçi Michel Foucault, iktidarın egemenden ve yukarıdan aşağıya siyasetten, çocukları, öğrencileri, askerleri, mahkumları veya hastaları iyi vatandaşlara dönüştüren gündelik kurumsal disiplin ve düzenleme prosedürlerine devri hakkında kapsamlı bir şekilde yazmıştı. Bu soyağacında toplumun düşmanlarının yabancı ülkeler değil, cinsel sapkınlar, suçlular ve elbette dini fanatikler ve teröristler gibi iç düşmanlar olduğunu gösterdi.
Günümüzde terörizm ve İslam böyle bir düşman rolünü oynamaktadır; bu düşman, eskinin ırk ve sınıf düşmanı gibi, Batı toplumlarının hem iç hem de dış düşmanı olduğu için tehditkârdır. Afganistan ya da Irak’taki savaşlar, göç kısıtlamaları, camilerin gözetlenmesi ve örtünme gibi uygulamaların suç sayılması yoluyla Batı ile yeni düşmanı arasındaki bağlantılar inkar edilmeye çalışılmaktadır.
Ancak İslam, göç ya da din değiştirme yoluyla değil, devlet dışı militanlığın çeşitli yörüngeleri onu coğrafi olarak Batı-dışına ait olarak tanımlamamıza izin vermediği için Batı toplumlarına içseldir. Teröristin Suriye’deki cihada olan aşinalığı, o ülkeyi ve dilini bilmemesiyle bir arada var olabilirken, Avrupa’da evinde gibi hissedebilir. Ait olduğu Batı’ya ihanet edebileceği hiçbir yabancı güç yoktur. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle parçalanan Doğu ve Batı arasındaki iki kutuplu çatışmayı tekrar bir araya getirmek artık mümkün değildir.
İslam 21. yüzyılda yeni bir tür medeniyet düşmanı olarak ortaya çıktıysa, bunun nedeni artık jeopolitik bir rakip rolü oynayamamasıdır.
Dünyanın dört bir yanındaki gruplar ve bireyler arasında dağılmış olan İslam, hedef olarak ülkeleri değil, finans, emtia ve göç akışlarıyla tanımlanan küresel bir arenayı almaktadır. Soğuk Savaş sonrası dünya, siyaseti devletler ve diğer aktörler tarafından düzenlemeye ya da kuralsızlaştırmaya yönelik bir dizi rekabetçi çabaya dönüştüren bir pazar yeri olarak anlaşılabilir.
Bu rekabete konu olan mallar petrol gibi doğal kaynaklardan, silah ve nükleer teknoloji gibi imalat ürünlerine ve yaşam, mahremiyet, ifade özgürlüğü gibi bireysel haklara kadar uzanmaktadır.
Müslüman militanlar, kendilerine karşı olsa da düşmanları gibi, bu malların bazılarını düzenlemek ve küresel bir pazar için diğerlerini serbest bırakmak istiyorlar.
Ancak faaliyetlerini kişisel çıkarların ekonomik terminolojisiyle tanımlamak yerine, amaçlarına ulaşmak için hem bedenlerini hem de toplumlarını ölüm ve yıkıma kurban etmeye istekli görünüyorlar. İslami terörizm hiçbir devlet için varoluşsal bir tehdit oluşturmaz; onu önemli kılan, bir iç tehdit olarak iç çatışma vaat etmesidir.
IŞİD’in Irak’ta kurduğu ‘İslam devleti’ bile militanların dünyanın farklı ve birbirinden kopuk bölgelerindeki hedeflere saldırmaya devam etmesi nedeniyle savaşı coğrafi olarak tanımlamaya hizmet etmemiştir. IŞİD’in militanlığı, insan davranışlarını yöneten ekonomik rasyonalite olarak kişisel çıkarların görünüşte nihilist bir şekilde reddedilmesini de içermektedir.
‘Türkiye ve Rusya’dan Hindistan ve Çin’e; terörle savaş artık bir ‘Batı projesi’ değil’
Brexit taraftarları, kendi eski sömürgelerinin mücadelelerini taklit edercesine, Avrupa Birliği’nden egemenliklerini geri almak için ekonomik ve diğer kayıpları kabul etmeye hazırdı. Kişisel çıkar ilkesini açıkça reddetmemekle birlikte, Soğuk Savaş sonrası dünyanın, içinde gelişebileceği neoliberal bir mal ve fikir pazarı olduğu vizyonundan uzaklaşmışlardır.
Birleşik Krallık kendi geçmişindeki sömürgeci öznelerle bu ani özdeşleşme, sağ partilerin ve hükümetlerin AB’ye karşı olduğu kadar göç, İslam ve diğer küreselleşme biçimlerinin sömürgeleştirici potansiyeline karşı da egemenlikleri ve kültürleri için mücadele ettiklerini iddia ettikleri Batı Avrupa’nın her yerinde tekrarlandı.
Bu garip tarihsel tersine dönüş, Gandhi’nin modern kapitalizmin medeniyetinin Batı’dan ayrılacağı yönündeki öngörüsünün sapkın bir şekilde gerçekleşmesi anlamına mı geliyor?
Gandhi’nin eleştirdiği modern uygarlık gibi, Batı’nın terörle savaşta küresel hegemonya kurma çabası da, dünyanın her yerinde otoriter devletleri meşrulaştıran prosedürlerinin evrenselleşmesiyle aşıldı. Türkiye ve Rusya’dan Hindistan ve Çin’e kadar, terörle savaş artık bir Batı projesi olmaktan çıkmış, piyasa dostu ekonomiyi siyasi baskıyla birleştirmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Böylece, Batı’yı yeniden yapılandırmaya yönelik son proje de elden kaçmış oldu. Buna paralel olarak, Donald Trump’ın ittifaklardan ve anlaşmalardan ayrılması ya da Brexit ve AB’nin bazı bölgelerinde sınır kontrollerinin yeniden dayatılmasıyla Batı’nın kurumsal formlarının parçalandığını gördük.
Ancak bu yıpranan bağlar, sanki bir telafi gibi, Batı’nın uygarlıksal bir varlık olarak gerçek anlamda yeniden keşfedilmesiyle tamamlandı. Yoksa gerçekten de Batı’nın siyasi ya da ekonomik olmaktan ziyade manevi bir olgu olarak geri dönüşüne mi tanık oluyoruz?
Bu yazı, Aeon’da yayımlanan “What is ‘the West’?” başlıklı yazıdan derlenmiştir.