Share This Article
Yeni medya düzenini anlamanın, onun hikâyesini kavramanın yolu geleneksel medyayı anlamaktan geçiyor. En başta da televizyonu. Bu nedenle Umberto Eco’nun Televizyona Dair kitabı, uzak ve yakın geçmişin medyası ile günümüz arasında bir köprü görevi görüyor.
Eco, çalışmasıyla “sihirli kutu”nun kitle iletişimine atlattığı eşikle beraber kültürel ve ekonomik anlamda yeni bir çağın başladığını ortaya koyarken televizyonla kurulan yeni dili, üretilen teknolojiyi, onun hayal gücünü nasıl değiştirdiğini anlatırken politikaya etkisini çözümlüyor. Kısacası televizyonun hem tarihî ve felsefi hem de kültürel ve siyasi yönünü irdeliyor.
Kamu yayıncılığından ‘hipnotik büyülenme’ye
1956-2015 arasında kaleme aldığı yazılarında Eco, ne kadar kızsa da etkisini gözden ırak turmadığı televizyonun neyi simgelediğini ve yaşamlarımızı nasıl değiştirdiğini estetik, ahlaki, politik ve kültürel bağlamda inceliyor. Başka bir deyişle televizyonun göstergebilimsel, felsefi ve hatta antropolojik taraflarını enine boyuna analiz ediyor. Kısacası eski ve yeni dünyayı, geleneksel ve yeni medya anlayışını karşılaştırma fırsatı sunuyor bize.
Televizyonu bir kültürel öğe ve dil değil, araç olarak gören Eco, onun hem bireyleri hem de toplumu dönüştürdüğünü düşünüyor. İlkin, bir kamu hizmeti şiarıyla hayatımıza giren televizyon, giderek popülizmin ve manipülasyonun hayatî bir aparatı hâline geliyor. Ortalama insanı sunan bu araç, Eco’ya göre herkesi ortalamada birleştirmeyi amaçlayan yayıncılık örnekleriyle dolup taşıyor. Dolayısıyla kitlesini canlı tutmak için “vasatlığın değerine iknayı” merkeze alıyor. Kurgu-yayın-program üçlüsü buna göre inşa ediliyor. Eco’nun deyişiyle “hipnotik büyülenme” ve “dikkat dağıtma” arasında salınıp gidiyor. Bu noktada bir yorumla karşımıza çıkıyor yazar:
Televizyona izleyici kitlesini içinde bulunduğu ‘koşullardan çıkaracak’ bir dizi eğitici yayın yapmasını önermek, bu yayınlarla onlara gerektiğinden fazla televizyona bakmamayı, dinlediklerinin istem dışı olduğunu, dikkatin hipnoza dönüştüğünü öğretmek, duygusal onaylama eğiliminde oldukları anları kendi başlarına saptayıp bunları idare etmeyi öğretmesi tavsiyesinde bulunmak ütopik değil. Zamanla dinleme artık istem dışı hâle gelir, dikkatimiz hipnoza dönüşür, duygusal rızamız ise bir mahkûmiyet hâline gelir. Belki de bir gün, Bellotto’nun gayet bilgece bir tavırla kitabının girişine alıp aktardığı, bir kadın izleyicinin yazdığına benzer bir cümle farkına bile varmadan ağzımızdan çıkacaktır: Doğrusu televizyona pek de bayılmıyorum, genelde sıkıcı, daha da kötü şeyler söylenebilir aslında, üstelik yapacak bir sürü şey varken beni saatlerce ekran başında kalmaya mecbur ediyor.
Kitleleri etkileyen, yeni bir iletişim biçimi yaratan ve kültürel dönüşüm gerçekleştiren televizyon yayınlarına programlar kadar reklamların da dâhil olduğunu hatırlatıyor Eco. Beslediği tüketim çılgınlığını bir “kültür” hâline getiren reklamların, ikna edici simgeleriyle göstergebilimin incelediği bir alana dönüşmesinde televizyonun büyük bir payının bulunduğunu hatırlatıyor.
Eco’nun anlamaya uğraştığı şeylerden biri de televizyonda, kişileri ve kitlesini apolitik hâle getirecek yayınların yapılıp yapılmadığı. Bu bağlamda Eco, incelediği haber bültenlerinin siyaseti, tiksinilecek ve can sıkıcı bir şey gibi sunmaya gayret ettiğini, özellikle kriz ve felaket sırasında mümkün olduğunca apolitik yayınlar gerçekleştirildiğini görüyor.
Pedagojik bir yorum
Eco’nun yapmaya uğraştığı şey, çözümlediği televizyon yayıncılığını eleştirmek. Başka bir deyişle sanat ve edebiyat alanındaki eleştiriyi televizyona uyarlamak. Yazar, bu yolda düştüğü notla hem televizyon eleştirisinin ne olduğunu hem de nasıl sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyuyor:
Televizyon oldukça geniş kapsamlıdır ve teorik açıdan ortak mülkiyet babında tüm vatandaşların iyeliğindedir, bu nedenle herkesi ilgilendiren bir fenomendir. Öylesine yaygın bir fenomen hâline gelmiştir ki onu düşman sistemin ifadesi olarak reddedenlerin bakış açısıyla bile görmezden gelmek veya eleştirinin yerine kesin bir ret koyarak karşı çıkmak mümkün değildir. Eleştiri, göndericinin çelişkilerini ortaya çıkarmak ve sonunda ortadan kaldırmak için elindeki tüm baskı ve arabuluculuk imkânlarından yararlanabilmeli ve izleyiciyi televizyon ekranı karşısında hipnotize olmuş ya da halüsinasyon görmüş hâlde bırakmak yerine uyanık olmasını sağlayabilecek bir hazırlıkla donatmalıdır. Goya’nın saptamasını başka türlü söylersek aklın uyanıklığı canavarları dağıtır.
Eco, kültürel ve felsefi açıdan değerlendirip eleştirdiği gibi göstergebilimsel bağlamda çözümlediği televizyonun, izleyici kitlesi tarafından nasıl algılandığını da yorumluyor. Buna göre bir grup, televizyonu pedagojik bir araç olarak nitelerken diğeri, dünyayla bağ kurma aygıtı şeklinde değerlendiriyor. Eco özellikle pedagojik tarafa dair bir yorum yapıyor:
Televizyonu birisine bir şeyler öğretmek için kullanmak istiyorsanız önce televizyonun nasıl kullanılacağını öğretmeniz gerekir. Bu anlamda televizyonun bir kitaptan farkı yoktur. Öğretmek için kitapları kullanabilirsiniz ancak önce nasıl çalıştıklarını, en azından alfabeyi ve sözcükleri, sonra güvenilirlik seviyelerini, gerçeklik değerinin sorgulanmasını, bir roman ile bir tarih kitabı arasındaki farkı vb. açıklamalısınız.
Gerçekliğin aktarımından uzaklaşma
Eco’nun televizyona bakışı ve onu yorumlayışı, benzer ve farklı olanlar ayrımına dayanıyor, hatta bunların ilişkisiyle şekilleniyor. Yakın geçmişteki yayınları izlediği ekranda gördüklerini eleştirirken bugünün ipuçlarına ulaşıyor âdeta:
Televizyon ekranı bir zamanlar tanımı gereği istisnai yüzleri gördüğüm bir yerken şimdi, tanımı gereği olası tüm âşina yüzleri gördüğüm yer. Bir zamanlar televizyon bana başka bir yerde göremediğim şeyleri sunarken şimdi bana her yerde görebildiğim şeyleri veriyor. Bu nedenle televizyonda görünmek, insanın kendisini anonimliğe mahkûm etmesi anlamına geliyor…
Eco, televizyonun kitle iletişimine eşik atlattığını kabul etmekle birlikte, yayınlarda bir parçanın bütünün yerine geçtiğini ve benzerlerin çoğalmasının doğal olarak kabul edilmesi gerektiğinin belletildiğini önemli bir uyarıyla dile getiriyor: “Kitle iletişiminin riski, artık orada yasaların değil, sadece örneklerin olmasıdır.”
Eco’nun televizyon eleştirisinde sosyoloji, estetik, bilgi teorisi, etnoloji, dil felsefesi, dilbilim, sanat teorisi ve göstergebilim gibi disiplinlerarası bakış açıları öne çıkıyor. Kamusal hizmetten muğlaklığa, izlenme oranlarına ve kendine atıfta bulunmaya doğru değişen yayınlarıyla televizyon, yazara göre gerçekliğin aktarımından git gide uzaklaşıyor. Dolayısıyla medyadan postmedyaya geçiş sürecinin taşıyıcısı hâline geliyor.
Gianfranco Marrone’nin Eco’nun kitabına ve televizyonu yorumlayışına ilişkin notu, hem bu aygıtın tarihsel gelişimin hem de yayınların kitle üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemli:
Televizyona özgü reality’cilikle karşımıza çıkan çifte yanılgıdan başka bir şey değil: Bir yandan, esas itibarıyla sadece gösteriye dönüştürülecek amaçlar söz konusuyken var olan bir gerçeklikle övünüp böbürleniliyor, bu arada kültürde ve günlük yaşamda yaygınlaşan davranış modelleri de oluşturuluyor; öte yandan da toplumsal gözetlenme halimize ait gerçek süreçler gizleniyor.
Televizyona Dair, Umberto Eco, Çeviren: Betül Parlak, Can Yayınları, 584 s.