Share This Article
Yersiz-yurtsuzluğun, göçmenliğin, yabancılaşmanın, vatan hasretinin, vatansızlaşmanın, politik şiddetin ve acının anlatıcısı Ágota Kristof; 1956’da memleketi Macaristan’da Stalin karşıtı sosyalist işçilerin iktidarı ele geçirmek için başlattığı gösteriler, Sovyetler Birliği tarafından bastırılıp eşiyle ve çocuklarıyla İsviçre’ye yerleşince yaşamında yeni bir perde açılıyor.
Geçinmek için çeşitli işler yaparken Fransızca öğrenmeye başlayan, 1970’lerde tiyatro oyunları kaleme alan, daha sonra öyküler ve romanlar yazan Kristof, geride bıraktığı ülkesi ve yaşadığı İsviçre arasında zamansızlığın, zorunlu göçün ve hayata yabancılaşmanın yarattığı gerilimi anlatmaya koyuluyor. Öte yandan, hem insanlar hem de ülkeler arasındaki sınırlar, kimlikler ve geçmiş de bu anlatılara dâhil oluyor. Aynı şekilde umutsuzluk, delilik ve hayaller de…
Yirmilerinin başındayken yaşamını âdeta sıfırdan kuran Kristof, hem tanımadığı bir ülkeye alışmaya hem de bilmediği bir dili öğrenmeye çalışırken yokluğa, noksanlığa, geçmişin ağırlığına, göçmenliğe ve kimlik bunalımına ortak ediyor okurları.
Bu sıkıntıların Kristof için belki de en başta geleni, Macaristan’dan İsviçre’ye göçmesiyle beraber karşısına dikilen Fransızca. Hiçbir zaman kendisine ait bir şeymiş gibi hissetmediği bu dil, yazar için tam anlamıyla yabancılığa denk geliyor. Kaleme aldığı Okumaz Yazmaz’da Kristof, önünde bir düşman gibi dikilen Fransızca üzerinden İsviçre’de başkası olma sürecini kısa ve net cümlelerle anlatıyor.
‘Okuma hastalığı’na tutulup ‘tembelleşen’ Ágota
Kristof, yabancılaşmaya giden yolu Macaristan günlerinden başlatıp zorunlu olarak göçtüğü ve sudan çıkmış balığa döndüğü Lozan’a; sözden yazıya, yazıdan boşluğa uzanan zaman dilimine çıkarıyor.
Kristof’un sözel yani çocukluk dönemi, eline ne geçerse okumaya çalışmasıyla şekilleniyor. İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde, Avrupa’nın orta yerinde bir çocuk, kendisine sözcüklerden bir dünya kuruyor. Gözlemliyor, oyunlar oynuyor, yaramazlıklar yapıp annesinden ceza yiyor. Öğretmen babasının eline tutuşturduğu kitaplarla “uslandırılıyor.” Aile büyüklerinin deyişiyle “okuma hastalığı”na tutulup “tembelleşiyor.” O zamanlarda kendisiyle kavilleşip “yazacağım” diyor. Yıl 1939. Savaş hızını alırken saflar enikonu belirginleşiyor Avrupa’da; uydurduğu masalları anlatmayı seven Kristof, verdiği sözü tutup kalemi eline alıyor:
Yazma isteği sonraları gelecek, beni çocukluğuma bağlayan gümüş iplik koptuğunda, kötü günler geldiğinde ve hatta, ‘Onları sevmiyorum,’ diyeceğim yıllar kendini gösterdiğinde.
Kristof’un kilit ifadelerinden biri bu: “Beni çocukluğuma bağlayan gümüş iplik…” İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkıma, Macaristan’ı çevreleyen çatışmalara ve politik kamplaşmaya rağmen yazar mutlu bir çocukluk geçiriyor. Bu dönemde en büyük yoldaşı ise kitaplar.
Sıcak olan bitip de Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü ve fakirliğin her şeyin önüne geçtiği 1950’lerdeki Macaristan’da Kristof ve ailesi de ekonomik manada çöküşü yaşıyor. Yokluğun sıkıntıları içinde, hem eğlenebileceği hem de biraz para kazanabileceği işler yaratıyor arkadaşlarıyla. O günlere dönüp baktığında bir gerçeği hatırlıyor:
Başlangıçta yalnızca tek bir dil vardı. Bu dil nesnelerdi, şeylerdi, duygulardı, renklerdi, rüyalardı, mektuplardı, kitaplardı, dergilerdi. Başka bir dilin var olabileceğini, bir insan evladının anlayamayacağım bir kelime telaffuz edebileceğini hayal bile edemezdim. (…) Dokuz yaşındayken taşındık. Halkının en az dörtte birinin Almanca konuştuğu bir sınır şehrinde yaşamaya başladık. Biz Macarlar için düşman bir dildi bu çünkü Avusturya hâkimiyetini hatırlatıyordu, o dönem ülkemizi işgal eden yabancı askerlerin dili de buydu. Bir yıl sonra başka yabancı askerler işgal etti ülkemizi. Rusça okullarda zorunlu ders hâline geldi, diğer yabancı dil dersleri yasaklandı.
Kristof, İsviçre öncesinde Sovyetler Birliği’nin hâkimiyet kurduğu Macaristan’da tanışıyor yabancılaşma hakikatiyle. Kültürel ve siyasi hegemonya sonucu kendi tarihinden ve dilinden uzaklaştırılan ülkede, 1950’lerden itibaren başka sözcükler işitmeye ve başka bir geçmişi öğrenmeye zorlanan Kristof, İsviçre’de Fransızcayla tanıştığında anadilinin yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.
Yakın zamanda New Directions Publishing tarafından yeniden yayımlanan ‘The Illiterate’ adlı anı kitabında Kristóf, ilk kurmaca eserlerini nasıl yazdığını anlatıyor: “Bir cümleyle başlıyorum ve hemen gerisi geliyor. Karakterler ortaya çıkıyor, ölüyor ya da kayboluyor. İyi karakterler ve kötü karakterler, fakirler ve zenginler, kazananlar ve kaybedenler var.”
‘Sosyal ve kültürel bir çölde’
Kristof, Okumaz Yazmaz’da yaşadıkları ve hatıraları aracılığıyla bir yabancılaşma ve yersiz-yurtsuzlaşma hikâyesi anlatırken onu bu sürece götüren Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’nin ve Stalin’in Demir Perde ideolojisiyle beraber, Doğu Avrupa’da hem kültürel ve politik hem de ekonomik manadaki örseleme harekâtını eleştiriyor. Bunun sonucunda, ailesine veda bile edemeden ve “bir halka aidiyetini kesin olarak kaybederek” eşi ve bebeğiyle birlikte Kasım 1956’da Macaristan’dan ayrılıyor. Daha doğrusu kaçıyor. Bu zorunlu gidiş sırasında ve sonrasında zihninde dolanan, yanıtını asla bilemeyeceği fakat tahmin yürüttüğü bir soru var:
Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de. Emin olduğum bir şey varsa o da yine yazacak olduğumdur, nerede ve hangi dilde olursa olsun.
Dilini anlamadığı, kültürüne ve alışkanlıklarına uzak olduğu insanlar arasındayken kendisini “sosyal ve kültürel bir çöldeymiş gibi” hissediyor Kristof. “Değişime kapalı, sürprizsiz, umutsuz, donuk hayat” da bu çölün bir parçası.
Kristof’un sözlükler yardımıyla cümle kurabildiği ve konuşurken sürekli hata yaptığı Fransızcayla piyesler kaleme almaya başlaması 1960’ların ortasını buluyor. Başka bir deyişle Macaristan’da kurduğu hayali, İsviçre’de ve Fransızcayla gerçekleştiren Kristof, bir anlamda yazma azminin ete kemiğe bürünmüş hâli olarak karşımıza çıkıyor. O günlerden bir anekdot ise Kristof’un yaşadığı sıkıntıyı yansıtması bakımından önemli:
İsviçre’ye geldikten beş sene sonra Fransızcayı konuşuyorum ama okuyamıyordum. Okuma yazma bilmediğim zamanlara geri dönmüştüm. Henüz dört yaşında okumayı söken ben. Kelimeleri biliyorum. Okumaya kalkıştığımda onları tanıyamıyorum. Harfler hiçbir şeye karşılık gelmiyor. Macarca fonetik bir dil, Fransızcaysa tam tersi.
Kristof, otobiyografik metninde memleketi Macaristan’dan İsviçre’ye gitmek durumunda kalmasıyla okuma yazmayı âdeta yeniden öğrenme ve Fransızcayla mücadele günleriyle buluşturuyor bizi. Okumaz Yazmaz, Kristof’un bir meydan okumaya nasıl giriştiğini; rastlantıların ve koşulların bunu kendisine nasıl dayattığını, seçmediği bir dille yaşama ve yazma zorunluluğunu ortaya koyduğu bir metin olarak karşımızda duruyor. Kısacası yazar, zihninde ve sonradan öğrendiği Fransızca nedeniyle anadilinde oluşan kayıpların yanı sıra asla dolduramayacağını bildiği boşlukları anlatıyor.
Okumaz Yazmaz, Ágota Kristof, Çeviren: Feyza Zaim, Can Yayınları, 40 s.