Share This Article
Sanırım, kitaba Bölük Pörçük Yaşamlar adının verilmesinin nedeni, bu romanda her şeyin parçalanmış olması ama sevgi adına, büyük bir yılmazlıkla bu parçaları bir araya getirenler de var. Ya da getirmeye çalışanlar…
Gene de, anıtsal bir şeyi betimlerken (bu kitap da öyle), en iyisi yalın şeylerden yola çıkmaktır. Anne Michaels, Toronto’da yaşıyor. Otuz sekiz yaşında. (Bu yazının yayımlandığı tarih 1998) Tiyatro için müzik besteliyor. Çocukken ailesinden duyduğu öykülerden bazıları Dnieper’in doğu yakasından geliyor. Babasının ailesi 1930’larda Polonya’dan Kanada’ya göç etmiş. Bu, Michaels’ın ilk romanı ama sanki en son yazdığı romanmış gibi okunuyor. Michaels daha önce çok iyi işlenmiş şiirlerden oluşan iki ince şiir kitabı yayımlamıştı. Bunlardan ilkinde, şu dizeler yer alıyor:
Her şiir, her parça kusursuzca
anımsıyor bizi,
toprağın bedenlerimizi anımsadığı
gibi,
kavuşan erkekle kadının
ayrılmadan önce birbirini anımsadığı gibi,
İkinci kitapta ise şu dizeler:
Ölüler geriye doğru okur
aynadaki gibi. Beyaz toprakta
toplanır, bakarlar,
adlarını yazacak
birisini bekleyerek.
Bu iki alıntı Michaels’ın romanını önceden haber veriyor; bellek hakkında, unutmama hakkında ve hepsinden önemlisi bedenler, bedenlerin adları ve ne bildikleri hakkında bir kitap bu.
Öykünün üçte ikisini birinci kişi olarak anlatan ana kahraman, Jakob Beer adında bir şair. Beer, 1933 yılında Polonya’da doğmuştur. Kitabın esin perisi Bella adında bir kız kardeşi ve Mones adında bir okul arkadaşı vardır. Çocukluğunda tanıdığı herkes – Yahudiler – yok olmuştur. Annesiyle babası gözleri önünde vurulmuş, kız kardeşi Bella işkenceye uğramış, alınıp götürülmüştür; kamplarda asla izi bulunamayacaktır Bella’nın.
Yedi yaşındaki çocuk kaçar, Demir Çağı’ndan kalma Biskupin sitinde saklanır. Orada onu insanların tarihi üzerine değil, ormanların ve toprağın tarihi üzerine çalışan Yunanlı bir arkeolog ve paleobotanist bulur. Yunanlı çocuğu kendi evine götürür, dört yıl boyunca saklar ve onu yeniden insanca tartışmanın acısı ve tesellisi içine sokar.
“Athos, gerçek bir yürek ne büyüklüktedir?” diye sorar çocuk. Yunanlı yanıtlar: “Bir avuç toprağın büyüklüğünü ve ağırlığını düşün.”
Savaştan sonra, ikisi birlikte Toronto’ya göç ederler; orada Athos üniversitede ders verir, Jakop ise okur, gözler. “Ama geceleyin, annem, babam, Bella, Mones dirilir, elbiselerindeki toprağı silkeler ve beklerlerdi.”
Jakob yazmaya başlar, âşık olur, Bella’yla yaşamı (yaşamını değil, yaşamı) paylaşma arayışına girer. “Geceleyin tahta yatak Bella’nın derisine batıyor. Buz gibi ayaklar Bella’nın ensesine gömülüyor.”
Jakob’un evliliği sona erince, Yunanistan’a geri döner, yazmak, Athos’un arkadaşıyla buluşmak (Athos ölmüştür) ve bir şeyi açığa çıkarmak için ölülerle kalmak, onları terk etmek demektir.
Bella’nın beni çağırdığını hissettiğim, onun yalnızlığıyla dolduğum bütün o yıllarda, yanılıyordum. Onun işaretlerini yanlış anlamışım. Öteki hayaletler gibi, fısıldıyor; onunla birlikte olmam için değil, yeterince yakınında olduğumda, beni dünyaya geri itebilmek için.
Daha sonra, Jakob Kanada’ya döner ve Michaela’yla tanışır:
“Michaela’yı bir şey okurken dinlediğimde, Bella’nın şiir okuyuşunu anımsıyorum; bir çocuk olarak sesindeki özlemin bana ulaşmasını, duyguyu anlamasam da ölümünden yarım yüzyıl sonra, kız kardeşimin, hiçbir erkekle birlikte olmasa da, ruhunun öteki yarısı hakkında bir şeyler bilecek kadar derin, o kadar gizlice sevmiş olması gerektiğini fark ediyorum.”
Birkaç aylık mutluluktan sonra, Michaela ile Jakob, Atina’ya yaptıkları bir yolculuk sırasında bir trafik kazasında yaşamlarını yitirirler. Şair, yaşamıyla neyi gerçekleştirmiştir? Yavaş yavaş artık parçalanmamış hale geldiklerini görünceye kadar parçaları bir araya getirmiştir.
Öykünün son üçte birlik bölümünü, ölen şairin defterlerini aramak üzere Toronto’dan Yunanistan’a giden Beer’in bir öğrencisi, birinci kişi olarak anlatılır. Bu öğrencinin adı Ben’dir. Ben, annesiyle babası Alman toplama kamplarından salıverildikten dört yıl sonra dünyaya gelmiştir. Ben, anne-babasının ilk çocuğu olduğunu sanır (yanlış bir bilgidir bu). Babası geçmişten söz etmeyi hiçbir biçimde kabul etmez.
Jakob’un yaşamının son yıllarındaki varlığının ve yazılarının getirdiği dinginlik, karanlığa girme ve karanlıktan çıkış yolunu bulma konusunda Ben’e cesaret verir.
Ruhsal bir önder aradığımızı söylediğimizde, aslında bize bedenimizle ne yapmamız gerektiğini anlatacak birini arıyoruz. Tenin kararları, zevkten de acıdan da ders almayı unutuyoruz.
Anne Michaels’ın kitabı, Yahudi Katliamı hakkında, yani anlatılamaz olan hakkında ama aynı zamanda haz, özellikle haz hakkında.
Ellili yılların başlarında Adorno, artık Avrupa şiiri yazmanın olanaksızlığından söz ederken şöyle demişti:
Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.
O zamanlar, bu söz doğru görünüyordu, büyük bir olasılıkla gerekliydi de. Ama sonunda geçerliliğini yitirdi. Bu anlamda, Bölük Pörçük Yaşamlar kırk yıldır okuduğum en önemli kitap. Eva Figes‘in güzel son romanlarının müjdesini verdiği bir roman. Ne var ki kitabı bugün için okuyun. Son sözleri şöyle:
En çok gereksindiğim şeyi vermem gerektiğini anlıyorum.
Çeviren: Hakan Eren