Share This Article
“Zamanın ruhu”, dönemlere ilişkin pek çok şey anlattığı gibi epey sulandırılan bir ifade. Olup bitenleri tanımlarken hangi yollardan geçtiğimizi ortaya koyan hayatî bir kavram. Mesela şimdilerde zamanın ruhu, insanın kendini bir tüketim nesnesine dönüştürüp performans öznesi hâline getirmesiyle ve görüntüsüne sıkışmasıyla şekilleniyor. Byung-Chul Han’ın deyişiyle narsistlerden meydana gelen; kişinin kendine saplantılı denebilecek ölçüde “âşık” olup hayranlık duyduğu ve sürekli ilgi beklediği “dijital panoptikon”la…
“Başka” olanla karşılaşmaktan hoşlanmayan, kendisinin girişimcisine ve pazarlamacısına dönüşen birey, Han’ın deyişiyle olumluluk şiddetinin hüküm sürdüğü, olumsuzlukların ise kapı dışarı edildiği bu ortamda, daima kendi yüzüyle ve eylemiyle uğraşıyor. Aslında kendisiyle benzerlerle yan yana gelen ve benzer eylemleri gerçekleştiren bir topluluk (ya da cemaat) içinde yaşıyor. Han, buna “aynının cehennemi” diyor.
Yazar, Ötekini Kovmak’ta her an her yerde kendini izleyen ve gören; kendini eşsiz ve biricik sanan, başkasını ve herhangi bir olumsuzluğu neredeyse hayatından çıkaran (daha doğrusu çıkardığını düşünen), aynının cehenneminde ve pozitifliğinde yaşayan, aşırı tüketim ve iletişimle var olan, tüm bunlara rağmen tatminsiz ve depresif hâlde dolaşan bireyi anlatıyor. Kısacası zamanın ruhunda bocalayan kişiyi.
‘Aynının aynısını sonsuza dek üretme’
Han, başkasıyla ya da ötekiyle yüzleşmeyi bırakan, onu reddeden kişinin özyıkıma doğru yol aldığını söylüyor; pozitifliğiyle çoğalan aynıların yarattığı şiddet bu: Yıkıcı bir “üretim”, bozguncu bir “bilgi” ve “iletişim” adı altında benzerlerin birbiri üzerine yığılışı…
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Narsist öznenin beğenisine ve tüketimine uygun içeriklerle buluşturulduğu ve kendini ya da kendi gibi olanları seyrettiği bir süreç aynı zamanda. Han, mevcut duruma “aynının terörü” diyor:
Aynının terörü, bugün hayatın her alanına tesir ediyor. İnsan, hiçbir deneyim yaşamadan her yere seyahat ediyor. Bir kavrayışa ulaşmadan her şey hakkında malumat ediniyor. Bilgiye erişmeden enformasyon ve veri biriktiriyor. Serüven ve heyecan peşinde koşuyor ama hep aynının içinde kalıyor. İnternette arkadaş ve takipçi topluyor ama asla bir başkasıyla karşılaşmıyor. Sosyal medya, toplumsalın mutlak sıfır derecesini temsil ediyor.
Kendini ve benzerlerini izleyerek yığının bir parçası hâline gelen; başkalarını ya da farklıları değil, benzerleri fiziksel temas olmaksızın gören birey, Han’ın ifadesiyle “sonsuz Ben döngüsüne girerek” âdeta bir ayna karşısındaymış gibi yaşıyor.
Dilden, anlatımdan, görkemden ve masalsılıktan arındırılmış; âdeta “pornografik bedene” dönüştürülmüş, hatta bunu keyifle kabullenmiş kişiler, kendiyle ve birbiriyle buluşuyor o yankı odasında. Başka bir deyişle dolu izlenimi veren kocaman bir boşluğun içinde:
Ötekinin defedilişi, doluluğun obez bir boşluğunu yaratır. Aynının süratli bir şekilde yerinde saymasına yol açan hiper görünürlük, hiper iletişim, hiper üretim ve hiper tüketim müstehcendir. ‘Aynının aynısını sonsuza dek üretme’ müstehcendir. Buna karşın baştan çıkarma, ‘aynıyı, aynı olandan koparma’, onu kendinden saptırabilme yetisidir. Baştan çıkarmanın öznesi ötekidir. (…) Aynılık cehenneminde, ötekini arzulamak mümkün değildir. (…) Herkesin ötekilerden farklı olmak istediği dünya paradoksal olarak klonlarla doludur.
Berlin’de yaşayan Byung-Chul Han, eski St. Matthew Mezarlığı’nın kafeteryasının terasında piposunu içiyor. Fotoğraf: El Pais / Ronald Patrick
Birörnekleştirilmiş, olağanlaştırılmış ve birbiriyle aynı yüzlerin farklı olanı dışladığı çölde, gerçekleri itinayla maskeleyen bir kukla oyunundan bahseden Han’a göre bu durum, neoliberalizmin marifeti:
Neoliberalizm, küresel ölçekte büyük bir adaletsizlik yaratır. Sömürü ve dışlama, neoliberalizm için kurucudur. Sisteme düşman olanları ya da sisteme uygun olmayanları istenmeyen kişiler diye tanımlayan ve dışlayan bir ‘Banoptikon’ inşa eder. ‘Panoptikon’ disiplini sağlamaya hizmet ederken ‘Banoptikon’ güvenliği sağlar.
“Ben”de ve “Kendim”de otantik bir yan ararken narsisizmin kuyusuna düşen ve benzerlerini kabul edip başkasına ya da farklı olana, bilerek veya bilmeyerek düşmanlaşan kişiler, kendini üretip meta hâline getirerek pazarlıyor. Her türlü olumsuzluğun ortadan kaldırıldığı, her şeyin pürüzsüzleştirildiği ortamda kişi ötekilerle kendini kıyaslıyor.
Narcissusların gürültüsü
Han’ın bahsettiği kıyaslama sırasında kişi, bazen kendine zarar verirken bazen de gerçekleri geri plana attığı bağımlılıklarını su yüzüne çıkarıyor:
Selfie bağımlılığının kendini sevmekle pek ilgisi yok; yalnızlaşmış ve narsisist benliğin boşta çalışmasından başka bir şey değil. İnsan, içsel boşluk karşısında nafile bir şekilde kendini üretmeye çalışır. Yalnızca boşluk kendini yeniden üretir. Selfie’ler, boş biçimlerdeki kendiliktir. Selfie bağımlılığı boşluk hissini keskinleştirir. Buna öz sevgi değil, narsisist öz referans yol açar. Selfie’ler, boşalmış ve güvensizleşmiş bir benliğin güzel, pürüzsüz yüzeyleridir. Bugün insanlar, eziyet veren boşluktan kurtulmak için ya jilete ya da akıllı telefona uzanıyor. Selfie’ler, boş kendiliği kısa süreliğine gizleyen pürüzsüz yüzeylerdir. Ancak ters çevrildiğinde, kanayan yaralı sırtlarla karşılaşılır. Yaralar, selfie’lerin arka yüzüdür.
Birbirine benzerlerin dünyasındaki “ontolojik farksızlığın” yansımasıyla yüz yüzeyiz Han’a göre. Mevcut işleyişle daha fazla uyumlu olarak kendini görmeye ve göstermeye çalışan kişinin başarısızlık, terk edilme, hata yapma ve beklentileri karşılayamama kaygısı da bu aynılığa ekleniyor. Sonuçta “aynının giderek kuvvetlenen gürültüsü” her yeri kaplıyor. Bu ortamda kişi, kendisiyle ilgili her paylaşım için aldığı beğenilerle karşısına çıkacak olumsuzluklardan, gizemin ve belirsizliğin bulunmadığı şeffaflığa kolay bir şekilde geçiyor. Diğer bir deyişle kendini coşkuyla tüketip sömürerek (benliğine yabancılaşarak) var olmayı tercih ediyor.
Dijital kakofonide kaybolan ses
Karşıtların veya ötekilerin silikleştirilmesiyle kişinin “sert bir şekilde kendine yöneldiğini” hatırlatan Han, dijital dünyadaki hiper iletişimde temasın sıfıra indiğini ve bunun bedensizleşmeyi tetiklediğini söylüyor. Bu durumda karşılaşmaların yerini, iletişimsiz takipleşmeler alırken kişi, her şeyden önce kendiyle meşgul oluyor. Böylece benzerleriyle beraber izleyen ve izlenen birey, özgürlüğünü sömüren dijital panoptikonda yaşamayı sürdürüyor:
Neoliberal üretim ilişkisi tarafından desteklenen ve sömürülen güçlendirilmiş ego, ötekinden daha da uzaklaşır. Çoğalmış ego, ötekinin sesine tamamen duyarsızdır. Kendiyle ilişkinin narsistik aşırı yüklenmesi, bizi ötekine karşı tamamen kör sağır kılar. Artık aynının dijital gürültüsünde ötekinin sesini duymayız.
Hayrete izin vermeyen, âşinalığın ve aynılığın evreni hâline gelen dijital panoptikona sıkışmış birey; derinlikten, pürüzlerden, boşluklardan ve olumsuzluklardan arındırılmış, görünen ve gösterilenle yetinmekten mutlu şekilde bir konfor alanında konumlanıyor. Egonun öne çıktığı bu alanda, Han’ın ifadesiyle “her tür yabancılık ve her tekinsizlik yok ediliyor; suskunluğun ve yalnızlığın özgürlüğü bastırılıyor.”
Kendi sesinin ve görüntüsünün tekrarında boğulan, yaralanma ve sarsıntılardan kaçma uğruna beğenilmeye ve alelade ilgiye sığınan Narcissusların düştüğü gayya kuyusundan çıkabilmesi için Han, yalın ve günümüzdeki durum göz önüne alındığında zor bir çözüm önerisi getiriyor:
Ben’i depresyondan ve kendi içine narsisist gömülmeden kurtarabilecek olan yalnızca Eros’tur. Bu şekilde bakıldığında öteki, bir kurtuluş formülüdür. Sadece Ben’i kendi içimden dışarı ve ötekine doğru çeken Eros yenebilir depresyonu. Depresif başarı ya da performans öznesi ötekinden tamamen kopmuştur. Ötekini arzulamak, hatta ona seslenmek ya da ‘dönmek’, Ben’in narsisist kabuğunu kıran metafizik bir antidepresan olacaktır. (…) Neoliberal üretim ilişkisinin özel olarak ürettiği ve üretkenliği artırmak için sömürdüğü patolojik bir biçimde genişlemiş Ben göz önüne alındığında, hayata yeniden ötekinden, ötekiyle ilişkiden doğru bakmak ve ötekine etik bir öncelik vermek; sorumluluğun dilini yine öğrenmek, ötekine kulak ve ona cevap vermek gerekir.
Ötekini Kovmak, Byung-Chul Han, Çeviren: Mustafa Özdemir, Ketebe Yayınları, 92 s.