Share This Article
Birkaç hafta önce yine bu sütunda Luca Goldoni‘nin hoş bir yazısı çıkmıştı: Adriyatik sahilindeki gözlemlerine dayanarak yazdığı yazısında Goldoni, modaya uymak amacıyla kot pantolon giyenlerin yaşadığı eziyetlerden, nasıl oturacaklarını, tenasül uzuvlarını nereye yerleştireceklerini bilemediklerinden söz ediyordu. Kanımca, Goldoni’nin ortaya koyduğu bu sorunun, derin felsefi düşünceler içeren bir yönü var, benim de amacım konunun bu yönünü kendi bakış açıma göre ve büyük bir ciddiyetle açımlamak; çünkü hiçbir günlük deneyim, en basiti bile, düşünce adamı için değersiz değildir, öyleyse felsefeyi yalnızca ayakları üstünde değil, böğürleri üstünde de yürütmenin zamanıdır.
Yalnızca tatildeyken de olsa uzun yıllar kot pantolon giydim, hem de daha pek az kişinin giydiği günlerden başlayarak. Kot pantolonu özellikle yolculuk esnasında, buruşma, sökülme, lekelenme gibi dertleri olmadığı için çok rahat buluyordum, bugün de aynı düşüncedeyim. Artık güzel görünmek için de giyiliyor ama önde gelen işlevi pratikliği. Ancak zamanla epey kilo aldığım için yıllardır bu zevkten vazgeçmek zorunda kalmıştım. Gerçi dükkân dükkân dolaşılırsa, extra large beden kot pantolon bulunabileceği doğrudur (New York’da Macy’s mağazasında Oliver Hardy‘ye uyacak olanını bile bulursunuz) ancak bu kot pantolonların yalnız bel değil, bacak kısımları da çok geniş olduğundan, giyilmesine giyilebilirler de ortaya çıkan görüntü pek güzel olmaz.
Son zamanlarda içkiyi azaltınca, hemen hemen normal bir kot pantolonu denemeye yetecek ölçüde kilo verdim. “Biraz daha sıkın kendinizi, göreceksiniz, pantolon ayağınıza uyacak,” diyen tezgâhtar kızın eşliğinde, Goldoni‘nin sözünü ettiği işkencelerden geçtikten sonra mağazadan çıktım, tabii karnımı içeri çekmek zorunluluğunu duymadan (bu tür tavizlere hiçbir zaman tenezzül etmemişimdir). Bununla birlikte, uzun bir süre sonra, bele oturmak yerine, kalçalardan destek alan bir pantolon giymenin tadını çıkarıyordum çünkü böğür boşluğu bölgesine basınç yapmak ve belden sarkarak değil, bedene yapışarak tutunmak kotun özelliğidir.
Kot pantolon giymeyeli epey bir süre olduğu için yeni bir duyguydu bu benim açımdan. Rahatsız etmiyordu pantolon ancak varlığını duyuruyordu. Ne denli esnek olsa da bedenimin alt yarısında bir zırh varmış gibi geliyordu bana. İstesem de karnımı pantolonun içinde kımıldatmam mümkün değildi ancak pantolonla birlikte kımıldatabiliyordum. Bu ise, deyim yerindeyse, biri belden yukarı, giysiden kurtulmuş, öteki belin hemen aşağısından başlayarak aşık kemiğine dek uzanan, giysiyle organik bir biçimde özdeşleşmiş iki bağımsız bölgeye ayırmaktadır bedeni. Hareketlerimin, yürüyüş, dönüş, oturuş, adım atış tarzımın değiştiğini fark ettim. Zorlaştığını ya da kolaylaştığını değil ama kesinlikle değiştiğini.
Sonuçta ben ayağımda kot pantolon olduğunu bilerek yaşıyordum, oysa genelde kişi üzerinde külot ya da pantolon bulunduğunu unutarak yaşar. Kot pantolonum için yaşıyor, bunun sonucu olarak da kot giyen bir kişinin davranış biçimine ayak uyduruyordum. Her hâlükârda belli bir davranışa ayak uyduruyordum. Herkesçe en teklifsiz ve en etiketten uzak giysi olarak kabul edilen kot pantolonun, aynı zamanda kişiyi belli bir davranışa (bir etikete) en çok zorlayan giysi olması ilginçtir. Normalde ben içimden geldiği gibi davranır, nasıl rahat ediyorsam öyle oturur, hoşuma giden bir yere nazik olmak kaygısı gütmeden yayılıveririm; kot pantolon bu hareketlerimi denetliyor, beni daha terbiyeli, daha olgun bir kişi yapıyordu. Karşı cinsten kişilere de danışarak, bu konu üzerinde uzun süre düşündüm. Kendileriyle konuştuğum kadın arkadaşlarımdan, benim de zaten düşündüğüm ancak pek emin olamadığım bir gerçeği öğrendim : Bu tür deneyimleri kadınlar hemen her gün yaşıyordu çünkü kadın giysileri – uzun topuklar, çemberli etekler, korseler, jartiyerler, vb. – çağlar boyunca hep kadını belli bir davranış tarzına zorlayacak biçimde hazırlanmıştır.
Bunun üzerine, uygarlık tarihi boyunca zırh biçimindeki giysinin kişi davranışını ve sonuçta toplumsal ahlakı ne denli etkilemiş olduğunu düşündüm. Viktorya dönemi burjuvası, sert yakalar yüzünden katı ve ölçülüydü, on dokuzuncu yüzyıl soylusunun mesafeli tutumunda, bedeni saran redingotların, çizmelerin, başın ani hareketlerini engelleyen silindir şapkaların belirleyici bir rolü vardı. Viyana ekvatorda olup, Viyanalı burjuvalar da bermudayla dolaşsaydı acaba Freud aynı nevrotik belirtileri, aynı Oedipus üçgenlerini betimlemek durumunda kalır mıydı? Ya da Freud kendisi İskoç eteği giyen bir İskoçyalı olsaydı (bu eteğin altına, bilindiği üzere, çoğu zaman slip bile giyilmediği düşünülürse), acaba betimlemelerini aynı biçimde mi yapardı?
Düşünce, zırhtan nefret eder
Hayalarınızı sıkan bir giysi farklı biçimde düşünmenize yol açar; âdet dönemleri sırasında kadınlar, yumurtalık iltihabı, basur, prostat, idrar yolu iltihabı ve benzeri rahatsızlıkları olanlar kasık bölgesindeki basınç ya da ağrıların kişinin ruhsal ve zihinsel durumunu ne denli etkilediğini bilirler. Ancak aynı şey (belki daha az ölçüde) boyun, omuz, baş ve ayaklar için de söylenebilir. Ayakkabı ile dolaşmayı öğrenen insanlık, çıplak ayak gezmesi durumunda geliştireceği düşünce tarzından farklı bir düşünce tarzı geliştirmiştir. İdealist felsefe geleneğinin temsilcisi düşünürler açısından, Tin’in bu koşullarca belirlendiğini düşünmek hüzünlüdür ancak bunun böyle olması bir yana, işin güzel yanı bunu Hegel’in de bilmesiydi, nitekim tam da Tinin Görüngübilimi adlı yapıtında Hegel, frenoloji uzmanlarının saptadığı değişik kafatası örneklerini inceliyordu. Ancak bu kot pantolonu sorunu beni başka gözlemlere yöneltti. Kot pantolon beni belli bir tutuma zorlamakla kalmıyordu: Dikkatimi bu tutum üzerinde yoğunlaştırmaya, dolayısıyla dışa dönük yaşamaya zorluyordu.
Başka bir deyişle, iç yaşantımı kısıtlıyordu. Benim mesleğimi yapan insanların, bir yandan yürürken bir yandan da başka şeyleri düşünmesi normaldir: Yazılacak makaleyi, verilecek konferansı, birey-kitle ilişkilerini, Andreotti hükümetini, özgürlük konusunun değişik boyutlarını, Mars gezegeninde yaşam olup olmadığını, Celentano‘nun son şarkısını, Epimenides paradoksunu, vb. Bizim meslektekilerin iç yaşam diye adlandırdıkları durumdur bu. İyi güzel de yeni kot pantolonla yaşamım bütünüyle dışa dönüktü: Sürekli kendimle pantolon arasındaki ilişkiyi, pantolon giymiş bir birey olarak kendimle çevremdeki toplum arasındaki ilişkiyi düşünüyordum. Bir tür özge-bilinçlilik (eterocoscienza) ya da tensel özbilinçlilik durumu içindeydim.
İşte o zaman, çağlar boyunca düşünürlerin zırhtan kurtulmak için savaşım verdiklerinin farkına vardım. Zırhlara bürünmüş savaşçılar, bu giyinme biçimleriyle dışadönük yaşıyorlardı; oysa rahipler öyle bir giysi bulmuşlardı ki hem görkemli, rahat, tek parça yapısıyla rahipliğin gerektirdiği davranış tarzına uyumu sağlıyor hem de bedeni (bu giysinin içinde, altında) tamamıyla özgür, bedene dönük düşünceden bağımsız kılıyordu. Rahiplerin zengin bir iç yaşantısı vardı, aynı zamanda çok da kirliydiler: Çünkü kendisini hem saygın hem de özgür kılan giysinin koruması altında bedenin düşünmek ve kendini unutmak özgürlüğü vardı.
Erasmus’un giydiği uzun, geniş giysiler düşünülürse, bunun yalnızca rahiplere özgü bir görüş olmadığı anlaşılır. Günlük yaşamında laik zırhlara (peruk, frak, kısa pantolon, vb.) bürünmek zorunda kalan entelektüel kişinin de düşünmek üzere odasına çekildiğinde, üzerinde şık sabahlıklar ya da Balzac romanlarına özgü bol, süslü püslü ropdöşambrlar, odada caka satarak bir aşağı bir yukarı dolaştığını görüyoruz. Düşünce, zırhtan nefret eder. Ama eğer kişiyi dışadönük yaşamaya zorlayan zırh ise kadının binlerce yıllık boyun eğişinde, toplumun kadını hep düşünsel etkinlikten uzaklaştırıcı zırhlar giymeye zorlamasının da büyük bir payı var demektir.
Giysiler, göstergesel ya da iletişimsel mekanizmalardır
Moda, kadını tahrik edici bir tutum takınmaya zorlayıp böylece onu bir cinsel nesneye köleleştirdiyse bunun tek nedeni, modanın kadını çekici hafif, alımlı olmaya dönüştürmesi değildi; kadının köleleştirilmesindeki temel neden, kadına salık verilen elbiselerin, onu psikolojik olarak dışadönük yaşamaya zorlamasıydı. Bu da bir genç kızın o elbiselerle bir Madame de Sevigne, bir Vittoria Colonna, bir Madame Curie ya da bir Rosa Luxemburg olması için ne kadar üstün yetenekli ve ne kadar yiğit olması gerektiğini düşündürüyor insana. Bu düşünce, bizi şöyle bir sonuca götürmesi açısından önemli: Bugün modanın kadınlara sunduğu, görünüşte özgürlüğün ve erkeklerle eşitliğin simgesi kot pantolon aslında egemen gücün bir başka tuzağıdır çünkü özgürleştirmek bir yana kot pantolon bedeni bir başka etiket altına sokmakta ve bir başka zırha hapsetmekte ancak görünüşte “kadınlara özgü” bir giysi olmadığı için bu özelliğini gizleyebilmektedir.
Son bir düşünce: Kişiyi belli bir davranışa zorlaması açısından giysiler, göstergesel ya da iletişimsel mekanizmalardır. Bu zaten biliniyordu ancak bu göstergeler ile dilin sözdizimsel yapıları arasında bir koşutluk henüz kurulmamıştı. Birçok dilbilimcinin de belirttiği gibi, dilin sözdizimsel yapıları düşüncenin eklemleniş biçimini etkilemektedir; giysi dilinin sözdizimsel yapıları da dünyayı görüş biçimimizi etkilemektedir, üstelik zaman uyumundan ya da dilek kipinden çok daha somut bir biçimde. Görüyorsunuz, baskı-özgürlük diyalektiği ve aydınlığa çıkmak için verilen zorlu savaşım ne gizemli yollardan geçiyor.
Kasıktan da…
İtalyancadan çeviren: Kemal Atakay
Adam Sanat dergisinin Kasım 1990 tarihli sayısında yayımlanmıştır.