Share This Article
Artan siyasal krizler, savaşlar ve kitlesel göç dalgaları siyaset söyleminde önemli kırılmalara yol açıyor. Uluslararası göç dalgaları karşısında yükselen sağ otoriteryen yönelimler popülist söylemin de etkisiyle kitlelerin desteğini alıyor.
ABD’de ırk ayrımını savunan Donald Trump’ın başkan seçilmesi, İngiltere’de göçmen karşıtlığı üzerinden doğan Brexit süreci, Fransa seçimlerinde Le Pen’in önemli ölçüde oylarını arttırması, Kasım 2017 tarihinde Polonya’da 60 bin’e yakın ultra milliyetçinin “kardeş milletlerin beyaz Avrupa’sı” sloganı altında yürümeleri ve AKP iktidarının 14 yıllık süreçte şiddeti meşru bir araç olarak kullandığına ve bu durumun toplumsal yapıda köklü kırılmalara neden olduğuna tanık oluyoruz.
Akıl almaz ölçülerde meşru bir zemine oturan dışlayıcı dil şiddet kültüründen beslenen medyanın da yardımıyla, kadınların, gençlerin, yoksulların, Müslümanların ve göçmenlerin üzerinde şiddeti mutlak kılan bir kültürün inşasını hızlandırıyor.
Maço-popülizm ve emperyal kabadayılığın arasına sıkışmış bir düzlemde bireyin artık kolayca gözden çıkartılabileceği bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Özellikle Türkiye’de demokratik talepleri bir tür “teröristlik” olarak kodlayan bu dışlayıcı dil, her yayın organının ve internet ortamının kapısına kilit vurulabilir, aynı gerçekçeyle bireyin hak ve özgürlük alanları elinden alınabilir hale geldi.
Dünya’da ve ülkemizde artan sağ-muhafazakar popülist söylemler, siyaset bilimci Sheri Berman’ın “her popülizm faşizm olmasa da, faşizmin habercisi olabilir” sözünü hatırlatıyor. Bu çerçevede yazar Tanıl Bora ile artan muhafazakarlık ve popülizm başlıklarını konuştuk.
Dünyanın farklı coğrafyalarında popülist söylemin milliyetçilikle, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığıyla, kitleler nezdinde kabul görmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Muazzam bir tehdit algısı, bir güvensizlik var dünyada. Bir belirsizlik var. Bunu neoliberal globalleşmenin tahripkâr etkileriyle açıklayabiliyoruz, doğrudur. Fakat bu açıklamada şöyle bir problem var: bu manzarayı bir “normal”in, bir statükonun bozulması gibi görmeye yatkınız. Bu arıza giderilse de sosyal refah devletine geri dönülse, gibi. Oysa galiba çok daha büyük bir dönüşüm gerçekleşiyor.
Kapitalist sistem başka bir evreye girdi. Otomasyon ve bilişim teknolojileri, üretici emeğe duyulan ihtiyacı tedricen azaltıyor. Kabaca söylersek, global düzlemde, nüfusun önemli bir bölümüne, “lüzumsuz” nazarıyla bakan bir sistem aklının zemini oluşuyor. Emek gücü olarak belirli bir kısmı lâzım, müşteri olabilecekler lâzım, gerisi fazlalık!
Buna, insanı daha verimli biçimde ikame edebilecek teknik “imkânların”, yönetici elitler nezdinde, fani insan bedenlerini “gözden düşürten” etkisini ekleyin. Bütün bunların, zaten eşitsizliğin olağanüstü derinleştiği koşullarda vuku buluyor olmasını ekleyin. Elbette, ekolojik felâket kaygılarını da ekleyin.
Aslında kapitalizmin kendisinin “fazlalık” hale geldiği koşullardan söz ediyoruz!
Bugün karşı karşıya olduğumuz her türlü ayrımcılığın, ırkçılığın diplerinde, böyle muazzam bir dönüşümün sezgisinin yattığını düşünüyorum. Yüzeyde, refahı kemiren göçmenler karşısındaki tepki var, dünyanın her yerinde her nevi “yabancı” –bilhassa “yerli yabancılar”!- karşısında tepki var. Altındaysa, somut gündelik güvencesizleşmenin ötesinde, dünyanın gitgide güven verici bir yer olmaktan çıkmasıyla ilgili endişeler var. Beka kaygıları ve “gücü gücü yetene helâl” hissiyatı için elverişli bir zemin.
Komünizmin yerini islam aldı
Batılı kapitalist ülkelerin sosyalist eğilimlerle mücadele ölçeğinde ırkçı ve muhafazakar kimliğin inşa etmesiyle de bağlantılı olarak, faşizm hiç gitmemişti diyebilir miyiz?
Faşizmin düzlemlerini ayırt etmeliyiz. Rejim olarak, siyasi hareket olarak, ideolojik söylem olarak, psiko-politik potansiyel olarak faşizmden söz edebiliriz. İdeolojik ve psiko-politik “dürtüler” olarak faşizmin unsurları, evet, baki idi. Gladio gibi anti-komünist gayrınizami harp yapılarını düşünürseniz, sistem içinde de faşizmin unsurları baki idi. Fakat “faşizm hep vardı, her yerdeydi” gibisinden, kavramı anlamsızlaştıran bir yere vardırmamalı bunu.
Dikkat ederseniz kâh faşizm diyoruz, kâh popülizmden, kâh otoriterleşmeden söz ediyoruz. Bildiğimiz eski sağcılıkların geleneğine de yaslanan, bütün sağcılıkları kışkırtan, fakat dünyanın şu yeni zamanının belirsizlikleriyle yoğrulan, yeni bir şey bu. Nitekim yeni yapılar çıkıyor. Fransa’daki Milli Cephe gibi, Hindistan’daki ırkçı “Hind Halk Partisi” gibi kurumlaşmış sayılabilecek radikal sağ partiler de, şekil değiştiriyor. Kapsama alanlarını genişletmeye dönük olarak esniyorlar.
Avrupa’da artan İslamafobi’yi bu eksende nasıl değerlendirmemiz gerekir?
İslamfobi, bir yanıyla, Batı dünyasında Soğuk Savaş’ın ideolojik zihniyet yapısını yeniden üretiyor. Komünizm tehdidinin yerine, İslam tehdidi. İslam, sadece İslam değil burada. Göçmenleri, göçle ilgili tehdit algılarını temsil ediyor. Buna bağlı olarak, “yabancılaşma” motifine ve dolayısıyla tehdit altındaki bir “biz” algısına yakıt temin ediyor.
Almanya’da bir düşünce kuruluşunun bir ay önce yayımlanan bir çalışması, ülkede halen % 6 civarında olan Müslüman oranının, 2050’de, hiç göç olmazsa % 9’a çıkacağını, göç sürerse, ölçüsüne göre % 20’ye kadar tırmanabileceğini duyuruyordu. Göçmenler, yerleşikler tarafından, özellikle onların yoksulları, güvencesizleri tarafından, zaten daralan geçim imkanlarına dönük bir tehdit olarak algılanıyor.
Biliyorsunuz, yerleşik, yani “daha önce gelmiş” Müslümanlar veya kendisi “otokton ırktan” olmayanlar da böyle algılayabiliyor. Göçmenler arasında Müslümanlar, siyahlarla beraber (hele ikisi birdense!), “bizim gibi değiller” damgasının en rahat vurulduğu insanlar. Ülkenin, kültürün “yabancılaşması” ile ilgili tahriklere en elverişli malzemeyi sunuyorlar.
Yeni sağ biliyorsunuz artık illâ dini veya etnik kimlikle ilgili vurgular yapmıyor, daha soyut bir “biz”, “halkımız/milletimiz” öznesine hitap ediyor. “Kültürümüz”den söz ediyor. Hem etnik, dinsel imalara göz kırpan, hem de biraz müphem. Bizdeki “milletimiz” hitabı da öyle ya… Burada kurucu unsur, ötekidir; “bizim gibi olmayan”, “biz”i tehdit eden, “kültürümüze” yabancı olanlardır. Keza, bu yabancılaşmayı hoşgören, hatta teşvik eden, hatta kendisi de yabancılaşmış olan yerliler, yani “içimizdeki hainler”dir. İslamofobinin, evrensel bir ayrımcılığın zihniyet kalıbını kullandığını söylemeye çalışıyorum. “Yerli ve milli” söylemi de aynı zihniyet kalıbını kullanıyor.
Sol popülizmin imkanlârı, riskleri
Bugün dünya genelinde muhafazakar sağ siyasetin “Milliyetçiler Birliği” haline geldiği öne sürülebilir mi?
2015’te radikal sağ partiler Avrupa Parlamentosu’nda “Milletlerin ve Özgürlüğün Avrupa’sı” fraksiyonunu kurmuşlardı biliyorsunuz. Oysa hepsi Avrupa Birliği’ne karşıdırlar. Tamamen faydacı, çıkarcı, oportünist birlikler bunlar. “Ortak değerler”de değil, güdüsel diyebileceğimiz çıkar ortaklıklarında birleşiyorlar ve bu temelde herkesle yan yana gelebilirler.
Avrupa’da artan sol popülizmin yükselişini nasıl değerlendirmemiz gerekir?
Sol popülizm, kafaların epeyce karışık olduğu bir tartışma konusu. Sanırım İspanya’daki Podemos hareketi ve Fransa’da komünist menşeli Mélenchon, sol popülizmin Corbyn’den daha bariz örnekleri. Keza Almanya’da Sol Parti’nin bir kanadının meyli bu yönde. Bilinen sol düşünür Chantal Mouffe de, sol popülizme taraftar.
Sol popülizmi savunanlar, “sağla onun kendi silahını kullanarak baş etmek” gibi reaksiyoner bir şekilde temellendirmiyorlar bunu. Mouffe, popülizmi, açıkça bir hasım belirleyerek, kitleleri seferber edecek bir mesele, bir çelişki tanımlamanın politik lisanı olarak görüyor. Sol popülizmin programı, işçi sınıfını muhtelif talepler ve kimlikler etrafında bir araya gelmiş sosyal hareketler ve yoksullaşan orta sınıflarla bir araya getirmektir. Küçük bir azınlığa, -“eski tabirle” oligarşiye karşı-, halkın büyük çoğunluğunu temsil etmenin iddiasını kuruyorlar. Sağın halk veya millet adına konuşma tekeline karşı, farklı bir halk tanımı kurmaya çalışıyorlar.
Prekarizasyon (aşırı esnek ve güvencesiz istihdam) olgusuyla sol popülizmin irtibatı önemli bence. Prekarizasyon, kapitalizmin emek ve istihdam süreçlerini azami esnekleştiren, parça parça eden yapısını anlatıyor. Staj, yarı zamanlı iş, kısa süreli sözleşme, sık sık iş değiştirme ve işsizliğin bir karambolünün hakim olduğu bir yapı bu.
Bu yapı içinde emekçilerin sosyal varlıkları da dağılıyor, parçalanıyor, örgütlenmek zorlaşıyor. Yeni esnek örgütlenme biçimleri lâzım. Popülizmin bir alternatif olarak tartışılması, bence bu dağınıklıkla da alakalı. Zira popülizm, örgütlü topluluklardan ziyade dağınık “kitlelere” hitap eder.
Sol popülizmin imkanı da burada, riski de. “Çözülmüş”, “dağınık” kitlelere soldan hitap etmeye elverişlidir. Ajitasyona, manen güçlendirmeye elverişlidir. Adı üstünde, popülerleşme kabiliyetini işaret eder. Fakat hep karizmatik lider odaklı olmak, çoğulculuğu çiğneyen bir “halk” toptancılığı, indirgeyici şemalarla politik içerikleri geçiştirmek gibi tarihsel zaafları da baki. Yine de, bu zaaflarını sorgulayarak, imkanlarının ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.
Her halükârda, popülizmden istifade ederek veya değil, sol, restorasyonculuğa kısılmamalı. Elbette, mesela bugün Türkiye’de insan hakları ve demokratik anayasa talebinden (belki ondan önce, anayasallık!) talebinden vazgeçilecek değil, restorasyonculukla onu kastetmiyorum. Global bir mesele olarak, distopya üretimini şahlandıran şu geleceğin “yeni dünyası” hakkında alternatif bir iddia, bir umut yaratmaktan söz ediyorum.
Türkiye’de popülist siyaset
1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin popülist söylemi bir noktadan sonra karşılık bulamamıştı. Benzer bir dili kullanan AKP’nin popülist söyleminin bir yerden sonra tıkanacağını öngörebilir miyiz?
Çağ farkını unutmayalım, DP döneminin popülizmi, cılız da olsa, sosyal refah devleti paradigmasına doğru yol alınan bir dönemin popülizmiydi. Hem unutmayın, tıkandı dediğiniz dönemin devamında, onun karşıtı olarak yükselen Ecevit hareketi de popülistti.
Günümüzün “yerli ve milli” popülizmi, kendi tutarsızlıkları ve ajitasyonu içinde tıkanabilir de elbette. Böyle bir beklentiye bel bağlamayan salim bir çözüm için ise, bir politik alternatif gerekir. Az evvel konuştuklarımız, işte…
Bu yazı 07.01.2018 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi PA7AR ekinde yayımlanmıştır.