Share This Article
Richard Brody | Çeviren: Gürer Mut
Perşembe sabahı, Pauline Kael‘in Trash, Art, and the Movies kitabını yeniden okuyordum ve birkaç saat sonra, David Lynch‘in (78) hayatını kaybettiği haberini öğrendim. Tam o anda kitaptaki şu cümle aklıma geldi:
Dünya okul kitaplarında anlatıldığı gibi dönmüyor ve bizler ebeveynlerimizin ve öğretmenlerimizin olmamızı beklediği kişilerden çok daha farklıyız.
Kael’in sözlerinde Lynch’in eleştirel ruhunu hissettim. Kendi zamanının sinemacılarından çok daha fazla, üzerinde dikkatle tartışılmış yalanlarla yüzleşen Lynch, yabancılaşmış kişiliklerle de sık sık hesaplaştı.
Pek çok filmi yeri geldiğinde, “ilham verici” ve “vizyoner” gibi sıfatlarla adlandırılıyor; oysa Lynch’in filmleri kavram süzgecinden geçirmek için yapılmış gibiydi. Lynch, görünmez olanı görür, saklı tutulanı açığa çıkarır, imgeleri ve tahammül edilemez gerçekleri fantezi biçiminde tasvir etmek için “saygınlık kalıplarını” paramparça ederdi.
1986 yapımı Blue Velvet ile Lynch, anında Ronald Reagan döneminin örnek film yönetmenlerinden biri haline geldi ve yüzeysel aktarımcılığın ötesine geçerek, kendi döneminin ikiyüzlü ortamını ve kutsallık algısını yerle bir etti. Küçük bir kasabanın suç dünyasını konu alan bu dramda, iki farklı yaşam süren kamu görevlilerinin karıştığı karanlık entrikalar ortaya dökülüyordu. Film, entrikalar ve komplo teorilerinden ziyade, Amerikalıların Hollywood’dan çıkan başkanlarından (Reagan) iştahla dinledikleri “erdemli masalların” arka planında – şiddet dolu emperyal hırsların – gizlendiğini ortaya koyuyordu.
Lynch, sinema tarzı olarak cüretkâr keşifleri, sembolik detaylara verdiği önem ve esrarengiz dünyaları enfes şekilde sahneye yansıtmasıyla, 1920’lerin büyük Sürrealisti Luis Buñuel‘i anımsatıyor. Bununla birlikte, Amerikalı yazar Sherwood Anderson’ın Winesburg, Ohio’sunun sinematik bir güncellemesini de akla getiriyor.
‘Twin Peaks’ fırtınası
Lynch’in hırsı ve sanatı, iddialı yapımlara nadiren ev sahipliği yapan televizyon dünyasında çiçek açtı. 1990 ve 1991 yıllarında yayınlanan iki sezonluk Twin Peaks, tüm o imgesel kargaşası ve halüsinatif derinliklerine rağmen, Anderson’ın romanında geçen Winesburg kasabasının ve içinde yaşayan çok sayıda karakterin adeta bir portresiydi.
Tıpkı Blue Velvet’de olduğu gibi, dizi “suçun”, “cezasızlığın”, “cinsel şiddetin” ve bunu gizli tutmak için gösterilen özenli çabanın hikâyesiydi. Lynch, Twin Peaks‘da karanlık içgörülerini genişleterek, küçük bir kasabanın rahatsız edici yüzünü, fantazmasını ve sıradan hayatlarının aynı derecede tekinsiz tuhaflığını Laura Palmer adlı genç bir kızın cinayetinde bir araya getirdi.
Dizi ne kadar ezber bozsa da beklentileri tam olarak karşılayamadı (yapım TV’nin format dayatması altında kalmıştı) ve dizi iptal edildiğinde, Lynch’in bu projeyle henüz işinin bitmediği bir süre sonra anlaşılacaktı. Otuz bölümden sadece altısını yöneten Lynch, diziyi Twin Peaks: Fire Walk with Me (1992) adlı uzun metrajlı film olarak yeniden çekti. Bu film, Lynch’in dizinin değindiği imgesel öznelliği derinleştirme çabasıydı.
1946 doğumlu David Lynch, düşük bütçeli bir yapım olan ilk uzun metrajlı filmi Eraserhead’i 1977’de tamamladı ve yaratıcılığın zirvelerini zorlayan bu çılgınca başlangıçtan sonra kariyerinin sonuna kadar Sürrealizm’in paradoksallığının dehlizlerinde dolaştı. Temel problematiği, edebi kavramları imajların içine dahil etme ve görüntülere dökme çabasıydı.
Lynch’in sinema dünyasına bıraktığı etki, sadece yönettiği filmlerle sınırlı değildi. Bir ressam olarak yola çıkan Lynch, aynı zamanda yazar, şair, anı yazarı ve bir senaristti. Müzisyenlik yanı da olan usta yönetmen, yeri geldiğinde YouTube’da yayınladığı çalışmalarıyla büyük ilgi topladı.
Bilindik türleri radikal şekilde dönüştürme gücü
Salvador Dali veya René Magritte‘ın Sürrealizmi mizahla donatılmıştı çünkü gerçekliğin görünüşlerini bir boya fırçasıyla manipüle etmek kolaydı. Ancak edebiyatta anlamı terk etmek hiç de kolay değildir ve mantıksız görünen şeyleri anlamlandırmaya çalışmak daha da zordur. Sürrealist sinemanın riski ise kavramsal yaratımın doğru bir çerçeveye oturma zorunluluğudur. Kısacası satırlar arasında geçen vahşeti yaratma süreci oldukça sancılı olabilir; daha sonrasında geriye sadece bunu perdede uygulamak kalır. Yetersiz senaryolarla çekilen gerçeküstü filmlerin karşısına, Eraserhead minimal ama muhteşem bir örnek olarak dikilir.
Lynch’in fikirlerinin gücünü erken fark eden Mel Brooks, yapımcılığını üstlendiği ‘The Elephant Man’i (1980) yönetmesi için onu işe almıştı. Geriye dönüp bakıldığında, bu film tartışmasız Lynch’in en az “Lynchvari” işlerinden biri olarak görüldü. The Elephant Man‘de Lynch, duyarlılığı ile görüntülere yansıttığı tutkusunu birleştirerek ortaya gerçek bir yapıt çıkartmıştı.
‘The Elephant Man’i 1984 tarihli Dune uyarlaması izledi. Bu proje stüdyonun müdahalesiyle son buldu ama şans verildiğinde Lynch’in bilindik türleri nasıl olup da radikal bir şekilde yeniden yapılandırabileceğinin ipuçlarını veriyordu. İlk filmleri kolajlar ve parodilerden oluşan Lynch, sonunda acımasız sembolizmini tanıdık anlatı biçimlerine kanalize ederek sektöre giren Buñuel’inkiyle benzer bir ikilemle karşılaştı. Lynch’in karşı karşıya kaldığı stüdyolar oldukça acımasızdı ve bu noktada kendine özgü bir çözüm bulacaktı – ancak bunu hayata geçirmesi uzun zaman aldı.
Twin Peaks ve Fire Walk with Me’den sonra Lynch yeni ve tuhaf bir alana yöneldi: kendi iç dünyasına… 1997’de çektiği Lost Highway “film noir” temasının karmaşık bir varyasyonuydu; usta yönetmen, kendi yaratım labirentinde kaybolsa da, bu eserler yine de Hollywood’da yaratıcı ve stilistik üsluba yol açtı. Lost Highway, Lynch için sinematografik anlamda kendini yeniden keşfetme sürecine giden uzun ve dolambaçlı yolda önemli bir adımdı.
İlk başta televizyon için düşünülen ve pilot bölüm olarak çekilen 2001 yapımı Mulholland Drive (Mulholland Çıkmazı) ile Lynch, hikâyenin ağırlığı altında boğulmadan, kendine özgün yorumuyla Hollywood’da kalmayı başardı. Filmin sonlarına doğru, sade bir şekilde yer verilen ayna tekniği ile oldukça zekice tasarlanmış kimlik değişimi fikrinin ekrana yansıması filme hem enerji katıyor, hem de Lynch’in sinematografik bakış açısının parlak bir örneği olarak gösteriliyordu. Yine de, filmin psikolojik rezonansları derinlikli olsa da sembolik dokunuşlar, Blue Velvet ve Twin Peaks’in incelikleriyle karşılaştırıldığında basit ve sade kalıyordu.
Başından sonuna kadar gizemli kalmayı sürdüren ve bir bilinmezi içinde barındıran Mulholland Drive, adeta diskur üretmek için tasarlandığı düşünülebilir. Öyle ki, zaman içinde film sinefilleri etkisi altına almış ve büyük önem atfedilen bir çalışma olarak görülmeye başlanmıştı.
Her yaratıcı eserde olduğu gibi Mulholland Drive‘da ticari bir başarı sağlayamamıştı. Günün sonunda stüdyoların yönetmenlerin özgür fikirlerine giderek daha kapalı hale gelmesiyle Lynch’in kariyerinde bir duraklama yaşandı. Fakat bu durum Lynch’i durdurmaya yetmeyecek, aksine film dünyası içindeki farklı arayışlara itecekti; görüntü yönetmenliğini kendisinin yaptığı Inland Empire (2006) bu döneme denk geldi.
Oldukça deneysel bir tarzda hazırlanan Inland Empire’da Lynch işe senaryosuz başladı. Bunun yerine çekimler esnasında her gün bir senaryo yazdı. Sonuç, Lynch’in kamera açıları ve video prodüksiyonunun sağladığı özel efektlerden kaynaklanan merak ve heyecan parıltıları, sanki tüm film baştan kararlaştırılmış bir senaryo metnini takip ettiği hissini vermişti.
Bilinçaltının özgür akışı
Lynch, kamerasını kendi sinemasının ve film yapım tekniklerinin derinliklerine doğrulturken, es geçtiği çok önemli bir yer vardı: kendisi! Bu durum, 2010’lu yıllara doğru değişmek üzereydi. Geçmişte yarım bırakılmış bir çalışma onun sinemasında sanatsal anlamda kendini yeniden keşfetmesini sağlayacaktı. 2017’de en büyük projesi olan Twin Peaks: The Return, on sekiz bölüm boyunca (hepsini kendisi yönetti) neredeyse tüm sinema filmlerinin toplamı kadar ekran süresine ulaştı.
The Return, Laura Palmer’ın öldürülmesini çevreleyen komplonun kapsamını kozmik boyuta taşıdı; bu haliyle neredeyse Apocalypse Now’ı tahtından edebilirdi. Kavramsal bir çerçeveden bakıldığında, Francis Ford Coppola‘nın filmi ile kıyaslandığında, “kaos” kelimesinin karşılığını çok daha fazla karşılıyordu. Bu çalışma aynı zamanda, Lynch’in kendi bilinçaltını, spontane ve abartılı hayallerini keşfetmesinin kavramsal çıkarımlarını da yansıtması açısından önemliydi.
Lynch’in sineması, Inland Empire da olduğu gibi onun rüyalarına yakından tanık olmak gibiydi. Sanki, bizlerin de bir dereceye kadar bu rüyayla iletişim kurulamamıza müsade ediyordu. Twin Peaks’de olduğu gibi imgeler sağlam şekilde bir araya getirildiğinde, etki genellikle bilinçaltının özgür akışını tam olarak somutlaştırmaktan ziyade, yeni bir anlam üretmek için tasarlanmışa benziyordu. Bununla birlikte Lynch, The Return’de sık sık senaryonun sınırlarını zorlayarak, şaşırtıcı şekilde performans sekansları ile mizahi sahneler yaratıyordu.
Lynch’in yeni keşfettiği performans anlayışının en önemli göstergesi ve diziye kendi yaratıcılığını katmasının en rahat yolu, kendisini kişisel olarak dizinin merkezine yerleştirmesiydi. The Return’de Lynch, ilk iki sezonda ve filmde canlandırdığı FBI Müdür Yardımcısı Gordon Cole rolünü yeniden canlandırıyor ama bu kez karakteri hem dramatik hem de görsel olarak öne çıkarıyordu. Dahası Lynch, Cole’a gösterişli ve yaratıcı bir performansla hayat veriyordu.
Usta yönetmen, Cole’u kendini küçümseyen ama kehanet yoğunluğuyla bilgelik ve yargı dağıtan büyük ve anıtsal bir varlık gibi oynuyordu. Lynch’in performansı, bir sinemacının kendi eserinde ortaya koyduğu en iyi performanslardan biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir sinema kuşağının özgünlüğünü yansıtıyordu.
Lynch, Agnès Varda (The Gleaners and I, The Beaches of Agnès) ve Jafar Panahi (This Is Not a Film, Taxi) gibi dünya sinemasındaki akranlarının sektörel ya da siyasi koşullar nedeniyle film yapması zorlaştığında izledikleri yolu izliyordu: kendini kadraja sokuyor, kişiliğini ve sanatını ön plana çıkarıyordu. Kendisini en iddialı yönetmenlik projesinde sahne yüzü ve sesi haline getiren Lynch, kendisini sanatının ikonu ve günümüz sinemasının başlıca simgesi haline getiriyordu.
Bıçak darbeleri, korkunç sirenler, ürperti ve kaygı
Lynch’in yansıttığı bu “cisimleşme” sorunlu bir somutlaşmaydı. Öyle ki, bu “cisimleşme” hali, ünlü yönetmenin kariyeri boyunca perdeye taşıdığı cinsel, sosyal ve ahlaki dehşetin yükünü taşıyordu.
Şüphesiz Lynch, her şeyden önce görsel bir vizyonerdir ama onu sadece bununla sınırlamak da hata olacaktır. Ounun filmlerinde, Luchino Visconti’nin Le Notti Bianche’sinden (Beyaz Geceler, 1957) ya da Robert Bresson’un Une Femme Douce’undan (Yumuşak Bir Kadın, 1969) daha fazla Dostoyevski; Orson Welles’in The Trial’ından (Dava, 1962) daha fazla Kafka; John Huston’ın Freud: The Secret Passion’undan (Freud: Gizli Tutku, 1962) ya da David Cronenberg’in A Dangerous Method’undan (Tehlikeli İlişki, 2011) daha fazla Freud vardır.
Lynch’in stoacı ve içten tavırlarının altında, çığlıklar, bıçak darbeleri, korkunç sirenler, ürperti ve kaygı verici titreşimler, yüzeysel kötülükler ve daha derin kötülüklerin karmaşık dünyasını barındıran bir hayal alemi gizlidir. Bu içsel karmaşanın izlerini, 1999 yapımı The Straight Story gibi bir filmde, yaşlı adamın çim biçme makinesiyle uzun bir yolculuk yaparak, terk ettiği kardeşini ziyaret etmesini resmettiği o zarif imgelemde görmek mümkündür.
Bu vizyon, Lynch’in The Return ile doruğa ulaşan beyazperde macerasının somutlaştığı bir vizyondur; yarım asır boyunca cömertçe aktardığı bilgi ve önsezilerden sağ çıkanlar şunu rahatlıkla söyleyebilir: Lynch, son derece ilkeli, inatçı bir hümanist ve kararlı bir sanatçı olarak vizyonunu ortaya koymuş ve sahneden inmiştir.