Share This Article
1945 sonrası bizim kuşağın ilk yazı denemelerine “yıkıntı edebiyatı” dendi ve dolayısıyla bu edebiyatın hesabı görülmeye çalışıldı. Bizler de böyle bir isme karşı direnmedik, çünkü haklı bir isimdi; gerçekten de yazıp çizdiğimiz insanlar yıkıntılar içinde yaşıyordu. Savaştan dönmüşlerdi, erkekler ve kadınlar aynı ölçüde yaralıydı, çocuklar da öyle. Hepsinin keskin gözleri vardı: Görüyorlardı.
Asla tam bir rahat huzur içinde yaşamıyor ne çevreleri ne kendi durumları ne kendileri ne de çevrelerindeki hiçbir şey bir idil havası taşımıyordu. Bizler yazar olarak kendimizi onlara o kadar yakın hissediyorduk ki, onlardık sanki: Karaborsacılarla kurbanları, yurdunu bırakmış kaçanlar ve daha başka türlü yeri yurdundan olmuşlar ama her şeyden önce bizim kuşağın mensupları.
Büyük kısmıyla dikkati çeker ve üzerinde düşünülmeğe değer bir durumda bulunuyordu bu kuşak. Yurda dönmüşlerdi. Biteceğine pek kimsenin inanmadığı savaştan dönüştü bu.
Savaşı ve yıkımın sorumluluğunu kimse üstlenmiyordu
Savaşta gördüklerimizi, yurda dönüşte yaşadıklarımızı, döndüğümüzde karşılaştığımız manzarayı yazıyorduk. Bu da edebiyatımızın karakterinin savaş, yurda dönüş ve yıkıntı üzerine şekillenmesine yol açtı.
Bu edebiyatın temsilcileriyle savaşta bulunmuştuk. Savaştan altı yıl sonra yurda dönmüştük, karşımızda yıkıntılar bulmuş, yıkıntılar üzerine yazıp çizmeye başlamıştık. İşin tuhafı, yıkıntı edebiyatı ismini kullanıştaki sitemli, nerdeyse gücenik tondu.
Hoş, savaşı ve yıkımın sorumluluğunu kimse üstlenmiyordu. Ne var ki bunları görmüş olan ve yazan bizleri de iyi karşılamıyorlardı. Ama gözlerimiz bağlı değildi ve görüyorduk: Sağlam bir göz bir yazarın avadanlığındandır çünkü.
Çağdaşlarımızı alıp bir idil içerisine götürmek bizler için fazlasıyla gaddar bir davranış, bu idilden uyanış da korkunç bir şey olurdu; gerçekten, birbirimizle körebe oyunu mu oynayaydık yani? Fransız İhtilâli, Fransız soylularının çoğunluğu için tıpkı bir fırtına gibi birden kopmuş, herkes korktuğu kadar da şaşırıp kalmıştı.
Neredeyse bütün bir yüzyıl idilsel bir inziva içerisinde geçirilmiş, kadınlar çoban kızları, beyler ise çoban erkekleri olarak kılık değiştirmiş, yapay bir kır havası içinde gezilip tozulmuş, şarkılar söylenmiş, oyunlar oynanmış, aşk saatçikleri geçirilmiş, sanki kemirici bir hastalıkla içten içe çürüyüp kokuşmuştu, dışarıya karşı ise bir kır tazeliği ve saflığı süsü veriliyordu, bir körebe oyunu oynanmıştı.
Dickens’ın gözleri
O tatlı kokuşmuşluğu bugün içimizi bulandıran bu moda, bir edebiyatla yani kır hayatını canlandıran romanlar ve oyunlarla uyandırılmış ve hayatta tutulmuştur, bunda suçlu olan yazarlar da büyük bir şevkle körebe oyunu oynamışlardır.
Ama işte Fransa halkı bu dilsel oyuna bir ihtilâlle karşılık vermiştir ki bu ihtilâlin de etkilerini, aradan yüz elli yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bugün bile üzerimizde hissediyor, getirdiği özgürlüklerden bugün bile yararlanıyor, nedenlerini ise daima aklımızda tutmuyoruz.
19. yüzyıl başında Londra’da genç bir adam yaşıyordu, iç açıcı bir hayatı olmamıştı: Babası iflâs ederek borçlar yüzünden hapishaneyi boylamış, genç adam ise ayakkabı cilâsı yapan bir fabrikada çalışmak zorunda kalmış ve daha sonra ihmal edilmiş okul öğreniminin boşluklarını doldurarak bir muhabir olmuştu. Çok geçmeden romanlar yazmaya başlamış, yazdığı romanlarda kendi gözleriyle gördüklerini anlatmıştı.
Gözlerini hapishanelerin, yoksul evlerinin, İngiliz okullarının içerisine dikmişti. Genç adamın gördükleri pek iç açıcı şeyler değildi ama o işte bunları yazıya döktü ve işin tuhafı, yazdıkları da okundu, hem de pek çok insan tarafından okundu. Genç adam şimdiye kadar asla başka bir yazara nasip olmamış bir başarıya ulaştı: Hapishaneler ıslah edildi, yoksul evleri ve okullar adamakıllı gözden geçirildi ve sonunda değişti hepsi.
Bu genç adam Charles Dickens’tan başkası değildi. Sağlam gözleri ne tam kuru ne de yaşlar içindeydi. Her insanda olduğu gibi gözleri biraz nemliydi. Bu nemin Latincedeki karşılığı “humor”dur.
Dickens’ın sağlam gözleri o kadar iyi görmüştü ki gözlerinin görmediği şeyleri de yazmaya kalkışabilirdi. Hiçbir zaman eline bir büyüteç almak zorunda kalmadı. Nesneleri pek açık seçik ama çok uzakta gösteren ters bir dürbünle bakmak numarasına da başvurmadı. Onun gözleri hiçbir zaman bağlı da olmamıştı. Ve zaman zaman çocuklarıyla körebe oyunu oynamasına yetecek kadar “humor”u olan biri de olsa hayatını bir körebe durumunda yaşamadı.
Böll, 1960 yılında Almanya’nın başkenti Berlin’de düzenlenen bir mitingde konuşma yaparken.
Mezar ve yuva olan yıkıntılar altında yaşam
Modern yazardan istenen şey de bu sonuncusu galiba: Oyun olarak değil de durum olarak körebelik.
Diyelim ki yazarın gözü bir bodrumdan içeri kayıyor: İçeride bir adam bir masanın başında dikilmiş hamur yoğuruyor, yüzü una bulanmış: Ekmekçi. Yazar oracıkta dikildiğini görüyor adamın, tıpkı Homeros’un gördüğü gibi, tıpkı Balzac’ın ve Dickens’ın gözünden kaçmadığı gibi –ekmeğimizi yoğurup pişiren adamı, dünya var oldukça var olacak adamı görüyor.
Aşağıda, bodrumdaki bu adam sigara içip sinemaya gitmektedir, bir oğlu Rusya’da şehit düşmüş, üç bin kilometre ötede bir köyün kıyısına gömülmüştür. Ama mezar tümseği düzlenmiştir, bir haç falan yoktur, eskiden sapanların gördüğü işi şimdi traktörler görmektedir. İşte bütün bunlar aşağıda, bodrumda, oracıkta ekmeğimizi yoğurup pişiren uçuk benizli ve pek sessiz adamla ilgilidir – kimi sevinçler gibi bu acı da onundur.
Ve küçük bir atölyenin tozlu camları ardında, yazarın gözü ufak tefek bir işçi kız görür. Kız, bir makinenin başında durmakta ve düğme delmektedir. Hani o kumaş parçalarını güzelleştiren ve üzerimizde durmalarını sağlayan düğmeleri…
Bu küçük işçi kız, paydos olur olmaz dudaklarına rujunu sürer, sigarasını ağzına götürür ve otomobil tamirciliği ya da vatmanlık yapan genç adamla sinemanın yolunu tutar. Annesi yıkıntıların atında gömülü olan bu kız, moloz yığınlarının oluşturduğu pis taş parçalarının içinde yaşamaktadır. Annesinin veya başka emekçi çocuklarının yattığı yerin üzerinde mezarı süsleyen bir haç da yoktur. Yılda bir kez genç kız gidip annesinin altında gömülü olduğu o pis yıkıntı yığınının üzerine çiçekler koymaktadır.
Bu fırıncı ve işçi kız, her ikisi bizim zamanımızın insanlarıdır, zaman içerisinde asılı durmaktadırlar, yıllar bir ağ gibi sarmıştır kendilerini, onları bu ağdan çözüp almak demek, onların hayatlarını çekip almak demektir. Oysa yazar hayatsız yapamaz, kim onların her ikisinin hayatını yıkıntı edebiyatından başka bir yolla muhafaza edebilir? Körebe oyunu yazarının gözleri ve kendi, içine dönüktür, kendi kendine bir dünya kurup çıkarır ortaya.
Böll’ün Sovyetler Birliği’ne ilk seyahati öncesinde “Savaş Başladığında” ve “Savaş Bitince” adlı iki hikâyesi yayımlandı.
Görmek için gözleri olmayan bir adamın kitabı
Yirminci yüzyılın başında bir Güney Almanya hapishanesinde genç bir adam yaşıyordu, tutup kalın bir kitap yazdı. Bu genç adam yazar değildi ve bir yazar da olmadı asla ama kalın bir kitap yazdı.
Kitap okunmazlık zırhına bürünmüştü ama milyonlarca nüsha sattı: İncil’le yarışıyordu. Gözleri hiçbir şey görmemiş olan, içerisinde kin ve işkence, nefret ve bazı tiksinç şeylerden başka bir nesne bulunmayan bir adamın kitabıydı bu.
Nereye bakarsak bakalım, hep bu adamın hesabına yazılan yıkılma, yok olmalar görürüz. Hitler adını taşıyordu bu adam ve görmek için gözleri yoktu. İmgeleri çarpık, üslubu katlanılacak gibi değildi. Dünyayı bir insanın gözleriyle değil de kendi benliğinin bu dünyaya verdiği çirkinlik ve çarpıklık içinde görmüştü.
Kimin gözleri varsa görsün! Hem bizim güzel anadilimizde de yalnız optik kategorilerle ele geçirilemeyecek bir anlamı var görmenin. Kimin görecek gözleri varsa, o kimse için bir saydamlık kazanır nesneler ve böyle bir kimsenin nesnelerin içyüzlerini görebilmesi gerekir. Dilin aracılığıyla nesnelerin içyüzlerini görmeye, onların içerlerine göz gezdirmeye çalışılabilir.
Yazar gözünün insanî ve çok dürüst olması gerekir. İlle körebe oyunu oynamak şart değildir hani… Pembe, mavi ve kara gözlükler de vardır, gerçeği işte nasıl isteniyorsa öylece renkli gösterir bu gözlükler. Pembe iyi kazanç sağlar, genelde de oldukça fazla rağbet edilir bu gözlüğe. Fakat, bu gözlükle yoldan çıkarılma imkânı da boldur. Bununla birlikte, koyu kara gözlükler de ara sıra aranır olur. Kör eden bu gözlükler de popüler olduğu zamanlarda iyi kazanç sağlar.
Bizim gözlerimizin de kuru ya da yaş olabileceklerini unutmadan nemliliğin Latincedeki karşılığının “humor” olduğunu ama “humor”un hiç yeri bulunmayan nesnelerle de karşılaşabileceğimizi hatırlatmak istiyoruz.
Gözlerimiz yıkıntıları görüyor
Gözlerimiz her gün bir sürü şeyler görüyor; ekmeğimizi yoğurup pişiren ekmekçiyi, atölyede çalışan kızı görüyor ve gömütlükleri hatırlıyor gözlerimiz. Gözlerimiz yıkıntıları görüyor.
Kentler yakılıp yıkılmış, mezarlıklara dönüşmüş ve bu mezarların çevresinde yeni kuleleri anımsatan binaların doğuşuna tanıklık ediyor bu gözler. Öyle binalar ki insanlar oturmuş içinde, öbür insanları yönetiyor. Vatandaş, kent sakini, sigorta ve banka müşterisi olarak yönetiliyorlar. Bir insanın yönetilmesini hazırlayan o kadar sayısız nedenlerden biriyle yüzleşiyorlar.
İnsanın sadece yönetilmek için var olmadığını ve dünyamızda meydana gelen savaş hasarının önemsiz gösterilip, yaraların bir yıl içinde sarılacağına olan inancın yanlışlığını hatırlatmak bize düşen görevler arasında.
Homeros adı bütün batı kültür dünyasında herkesin kuşkusuz kabullendiği bir isimdir. Avrupa epik sanatının babasıdır Homeros, Truva savaşını anlatır, Truva’nın yıkılıp yakılmasını, Odysseus’un dönüşünü anlatır. Sanatımızı “Savaş-Yıkıntı ve Yurda Dönüş Edebiyatı” olarak görmek gerek. Bu adlandırmadan utanmamız için doğrusu hiçbir sebep yok.
Çeviren: Kâmuran Şipal