Share This Article
Arkeolog İsmail Gezgin, uzak geçmişe dair hikâyeler anlatan bir araştırmacı. Atalarımızın yiyip içtiklerinden, ürettiği sanattan, başına gelen trajedilerden, ölümsüzlük arayışından, uygarlık kavrayışı ve uygulamalarından bahsettiği metinlerinde Gezgin, mitlere ve gerçeklere yoğunlaşarak geçmiş ve bugün arasında bağ kuruyor. Bunun dışında insanın kendisini, doğayı ve başkalarını anlatmaya başlama serüvenine yer veriyor kitaplarında.
Bildiğimiz dünyanın kuruluşuna katkıda bulunan hikâyeler anlatan Gezgin, ortaya çıkan, daha doğrusu çıkarılan sınırları da hatırlatıyor: Bilme ve bilmeme, sınıf çelişkileri ya da sınıflar arası bağlantısızlıklar, sözlü ve yazılı kültürün yanı sıra uygarlıkla belirginleşen ayrımlar bunlardan birkaçı.
Gezgin, Ötekilerin Arkeolojisi’nde uygarlığın sumen altı ettiği, görmediği ve ötelediği insanların öyküsünü anlatırken yine sınırlara getiriyor sözü. Ayrıcalıklı kesimlerin görkemli yaşamlarından örnekler sunarken “sınıfsal ihtişam”a dikkat çekiyor, ayrımlara odaklanıyor, “birilerinin çalışmadan yaşaması için binlercesinin yaşamadan çalışması gerektiğinden” hareketle emek sömürüsü sorununun kökenlerine inerek yoksulluğun “doğal” ve “kader” değil, uygarlığın icadı olduğunu hatırlatıyor.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Sömürü düzeninin hikâyesi
“Bazıları eşittir, bazıları daha eşittir” sözünün tarihsel arka planına yoğunlaşan Gezgin, ayrıcalıklı kesimler ile onların mağdur ettiği kişileri anımsatırken geçmiş ve bugün arasında hikâyelerle bir köprü kuruyor. Başka bir deyişle sınıflar arasındaki mücadele tarihinden örnekler sunuyor; iktidar ve yakın çevresindeki azınlık ile çoğunluğun gerilimine odaklanıyor.
Zamanı ve emeği elinden alınan, çalışmaya koşullanan çoğunluğun karşısında güvenli alanlarında bir sömürü düzeni kuranların konumlandığı “uygar” dünyanın ayrımlarla örülü yapısını gözler önüne seriyor Gezgin. Kısacası üretim ve tüketim eşitsizliğinin Âdem’den ve Havva’dan bu yana süren hikâyesini anlatıyor.
Yoksulların ve yoksulluğun “kader” diye nitelenip zenginlerin varlığının içselleştirilmesi, bir anlamda bunun da “kader” olarak gösterilmesi de söz konusu hikâyeye dâhil. Sınıflar arasındaki makasın açılarak iktidarların tartışılmaması da…
İktidarını ve gücünü Tanrı’dan aldığını söyleyenler de bunu nüfuzuna ve maddi birikimine dayandıranlar da Gezgin’e göre sınıfı bir yazgı olarak toplumsal bilince yerleştirmeyi amaçlamıştı. Mülk sahipleri mülksüzleri, efendiler köleleri, erkekler kadınları, işverenler işçileri, kısacası gücü elinde tutanlar kendisi dışındakileri ezip ötekileştirerek düzenin devamını sağlamıştı. Yazar, işte bu sürecin tarihî basamaklarını ve gelişimini ortaya koyuyor çalışmasında.
Antikçağ’da kadının silikleştirilmesinden Roma’daki beden sömürüsü örneklerine, köleliğin en ilkel hâlinden çeşitli meslek gruplarının iktidarların oyuncağına dönüştürülmesine dek pek çok farklı konuya girip çıkarken özne-nesne ilişkisine; daha doğrusu kimi öznelerin aslında kendisinden farksız olanları nesneleştirme “ayrıcalığına” dair kalem oynatıyor. Bu bağlamda Antik Yunan’dan kadın-erkek “farkına” ilişkin bir örnek veriyor:
Antikçağ toplumlarında kadınların öteki olarak konumlanışının izlerini felsefede de bulmak mümkün. Felsefi düşüncenin üzerinde hemfikir olduğu konulardan biri, kadın ve erkek bedenine yüklenen mana. Erkeği akılla özdeş kılan bu düşünce, kadını salt bedenden ibaret görmüştü. Hâkim ideolojik güçlerin toplumsal dil yoluyla her iki cinse yüklediği bu anlam, onların sosyal rollerini de belirliyordu. Sokrates ve Platon gibileri, doğanın bir akıl çevresinde örgütlendiğini düşünüyordu. O yüzden de bu kurgunun anlaşılabileceği bir mertebeye yükselmek için aklın önündeki engelleri aşmak, bedeni ehlileştirmek, arzudan uzak tutmak gerektiğine inanıyorlardı. Dünyevi hazlar ve kadın bedeni, erkek aklın uzak durması gereken şeyler arasında sayılıyordu.
‘Uygarlığın göremedikleri’
Bazı kişilere serbestlik tanıyan iktidarlar, bazılarını ise ikinci ve üçüncü sınıf sayıyor, hatta herhangi bir sınıfa dâhil etme gereği bile görmüyor. Hâl böyle olunca emeğin, bedenin, zihnin ve becerinin sömürüsü meşrulaştırılıyor. Kimin köle ve arzu nesnesi olacağına, özgürlüğün sınırlarına, hatta kimin yaşaması ve ölmesi gerektiğine iktidar koltuğunda oturanlar karar veriyor. Başka bir deyişle bedenin, aklın, emeğin, inancın ve yaşamın istismarı, ayrıcalıklı azınlık tarafından sıradanlaştırılırken uygarlık, bu mağdurların üzerine örtülmüş bir şal hâline getiriliyor.
Gezgin’in uygarlık kazısının ve hikâyelerinin özünde tam olarak buna dair örnekler var:
İktidarı elinde bulunduran veya güç odaklarına yakın olan ayrıcalıklı sınıf, uygarlığın her aşamasında, her coğrafyasında ve zaman diliminde her türlü yasadan ve yasaktan muaftı. Tüm yasal zorunlulukları taşımaya mecbur bırakılan yoksulların her eylemi, ahlak dışı ve suç sayılırken saraylardaki şiddetin ve suçun en büyükleri, hatta cinayet dahi ‘skandal’ olmanın ötesine geçmiyordu.
Sömürünün ve ayrımcılığın farklı biçimlerine de değinen Gezgin, eski zaman şölenlerinin, sofralarının ve yeme-içme tertiplerinin birer güç gösterisi hâline geldiğini, üst tabakanın “aşağıdakilere” lütuflarda bulunarak iktidarını pekiştirdiğini anlatıyor. Saraylarda ve ayrıcalıklı sınıfın mekânlarında çalışan aşçılara, hizmetkârlara, sakilere ve dalkavuklara yeme-içme adabı, alışkanlıkları ve gösterisiyle iktidarın azametinin hissettirildiğini de ekliyor.
İktidarın özünün kuvvet, işinin sömürü olduğunu hatırlatan Gezgin, kölelik ve hak gaspı tarihinin ne kadar eskiye uzandığını gösteriyor. Antik Yunan’da ve Roma’da alınıp satılan, araç hâline getirilen, yurttaşlık haklarından mahrum bırakılan ve efendinin mülkiyetine dönüştürülen, özgür kalması azat edilmesine ya da ölmesine bağlı olan kölelerin, şiddetle ve keyfî cezalarla sindirildiğini, silikleştirildiğini anımsatırken uygarlığın “köle medeniyeti”ne evrilme sürecini ortaya koyuyor.
Belli rollerin ve işlerin, belli kişilere güç sahipleri tarafından pay edilmesi ve sınıfsal ayrımlar yaratılması esasına dayanan sömürü düzeninin kökenlerine inen Gezgin, köleliğin ya da özgür olmayan emeğin nasıl yaygınlaştırıldığını, “kader” diye sunulduğunu gösteriyor:
Antikçağ üretiminin iki temel unsuru toprak ve özgür olmayan emekti. Her ikisinin de kontrolü aynı sınıfta toplanmıştı. Bu gerçeklik, Antikçağ sınıf yapısını kabaca ikiye ayırıyordu; mülkiyet haklarına sahip ayrıcalıklı azınlıklar ile emeğinden gayri bir şeyi bulunmadığı için onu satmaktan, kiralamaktan başka çaresi olmayan emekçi sınıf. Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi Romalı kölenin zincirlerle tutulmasına benzer biçimde ücretli emekçi de sahibi tarafından görünmez iplerle bağlanmıştı.
Saraylardan okullara ve sokaklara kadar “hemen her alanda cinsiyetçiliğin ve ayrıcalığın” bulunduğu antik dünyadan örnekler sıralayan Gezgin’in ifadesiyle “uygarlığın göremedikleri”nin bedeninin ve emeğinin sömürüsüyle şekillenen ayrımcılığı, hak gasplarının, meşrulaştırılan şiddetin ve sınıf çelişkilerinin hikâyeleri yer alıyor Ötekilerin Arkeolojisi’nde. Diğer bir deyişle ayrıcalıklıların yaşamı sekteye uğramasın diye yaşamı ucuzlatılanların ve değersizleştirilenlerin öyküleri…
Ötekilerin Arkeolojisi / İsmail Gezgin / Pinhan Yayıncılık / 248 s.