Share This Article
25 Mayıs 2017, Ibis Hotel
B.,
Dün Bordeaux’ya vardınız. Lyon’dan 550 km. (Neden Lyon’dan yazmadınız? Hayatınızda yediğiniz en güzel makaronlar sizi uyuşturmuş olmalı.) Otele gelmeden, Bordeaux’ya yaklaşık 30 km mesafedeki St Emilion’a uğradınız. Burası bağlarıyla, şaraplarıyla ünlü bir yer.
Geniş üzüm bağlarını ve şato dedikleri üretim merkezlerini, evleri görmek içinizi açacak. Bağların yanına dikili gülleri görünce arkadaşınız engin bilgisini döktürmeye başlayacak yine: Üzümlere bulaşan bir hastalık önce güllere geçiyor. Güllere bakarak üzümlerin hastalanıp hastalanmadığını anlıyorlar.
Eski kente girip taşlı, dar sokaklarda dolaşıyorsunuz. Arkadaşlarınızdan ayrıldınız. Böyle yerlerde yalnız kalmak daha iyi. Adım başı şarap dükkânları var. Ve minik lokantalar. Ve biraz da galeriler… Sıkış tıkış bir hal yok ama. Zaten çok insan da yok. Şöyle bir tur attıktan sonra sizi arayacaklar: “Biz şarap içmek için oturduk, sen de gel.” 3 gram ödemi göze alarak gidiyorsunuz. Arkadaşınızın abisi (ona bundan sonra AA diyeceğiz) “St Emilion’un en iyi yeri” demiş ve Amelia adında bir yere oturmuşlar.
Fransızlarda çok güldüğünüz bir şey var: Siz hangi dilde konuşursanız konuşun Fransızca konuşuyorlar ve anlaşıldıklarını sanıyorlar. Siz de, neyse ki, durumdan çıkarıyorsunuz ne demek istediklerini. Bir şarap dükkânının vitrininde şu yazıyı görüp güleceksiniz hatta: “Fransız aksanıyla İngilizce konuşuyoruz.” Amelia’daki garson da Fransızca yanıtlıyor sizi. Islık çalıyor, pek rahat. Sonunda dalga geçmeye başlıyorsunuz onunla. Fransızca söylediği her şeyi yüzüne bakıp tekrarlıyorsunuz. Sonunda gülüyor, “merci”.
Bordeaux’nun dar sokaklarından biri.
Otururken AA’yla biraz didişirsiniz belki. Ünlü şeflerin önerdiği her yerin iyi olduğunu sanıyor. Nerenin kapısında kuyruk varsa orası iyidir- miş. Hah! “Yaşlandıkça kemik miktarı artıyor değil mi?” diyorsunuz. İki kadeh içtiniz sadece. Anneniniz deyimiyle “kan yapması için”.
Otele vardınız ve of! çok yorgunsunuz.
*
Bordeaux çok güzel bir şehir! Mimari muazzam! İki üç katlı eski, taş evler şehre ferahlık veriyor. Baktığınız her yer güzel gelecek size. Haritayı elinize alıp şöööyle bir daire çizerek dolanacaksınız. Tek tek yerlerden bahsetmeye gerek yok. Jaume Plensa’nın heykellerini göreceksiniz, opera binasına girecek ve kapıdaki görevliden binayı sadece belli günlerde bilet alarak gezebileceğinizi öğreneceksiniz, kitap mezatlarını dolaşacaksınız, Water Mirror’a gidip serinleyecek, komik çocukları izleyeceksiniz, meydanlarda nefes alacaksınız, güzel kahvelerde oturacaksınız, boğazınıza düşkünseniz (tıpkı AA ve kardeşi gibi) ünlü tavukçuda ve antrikotçuda yemek yiyeceksiniz.
Akşamüzeri burada yaşayan bir çevirmen ahbabınızla buluşacaksınız. Şehrin biraz dışındaki evinde, güzel bahçesinde Şilili, sevimli eşiyle bir şeyler içtikten sonra bir Vietnam lokantasına gidecek ve yemekten hemen sonra kusacaksınız. Öğlen yediğiniz çikolatalı kekle erişte bir araya gelince yola çıktığınızdan beri en kötü günü geçirmiş olacaksınız. Bu buluşmadan bir kitap anlaşması ve bir iddiayla ayrılacaksınız.
Benim de şurada poz vermem gerekmez miydi?
Otele dönerken şehirde bir tur atmış olacaksınız ve bu arada Bordeaux’ya tekrar bayılacaksınız! Akşam ne kadar güzel görünüyor. Bu nedenle, hava karardığında arabayla şehirde bir tur atılması gerektiğine karar vereceksiniz. Tüm bu güzellikler İstanbul’dan biraz daha soğutacak sizi.
Sonra arkadaşınıza dönüp Fransızların pis olduğuna karar verdiğinizi söyleyeceksiniz. Arkadaşınız “biliyorsun,” diyecek, “tüy dikmek Fransızlardan geliyor.” “Peki, gezginci nereden geliyor,” diye soracaksınız. “Herhalde uzaydan,” diyecek, “Türkçemize yeni sözcükler katmak istiyorlar.”
Sizin,
B.