Share This Article
15 Haziran 2017, Sevilla
Sevgili B.,
Sevilla, Sevilla, 2 hafta…
Yarın Lizbon’a gidiyorsunuz. Sevilla’yı bırakmak ne güç oldu!
*
31 Mayıs’ta Sevilla’ya geldiniz. Gelirken Corboba’ya uğrayıp Cordoba Camii Katedralini ziyaret ettiniz. Devasa bir yer. Önce bir kiliseymiş. Müslümanlar gelince yapıyı büyütmüşler. Sonra Hıristiyanlar tekrar ele geçirince onlar da büyütmüş. Böylece içinde caminin ve katedralin yer aldığı bir yapı haline gelmiş. Çok beğeneceksiniz.
Sevilla’da, Apartamentos Resitur adındaki kocaman otelinizi bulup, pıt diye yerleşip otopark aramaya çıktınız. Arabayı nereye park ettiğinize, otoparkın hangi kapısının nereye çıktığına dikkat etmeyi hâlâ akıl edemiyorsunuz (ve iki hafta boyunca da edemeyeceksiniz). Odanızı hiç hiç sevmediniz. Banyo yeterince temiz görünmüyordu ve her yere peçeteyle dokundunuz. Airbnb’den bir ev buluyorsunuz. Otel rezervasyonunuz iki günlük ama ikinci gün bu aptal yerde kalmaaam, diye bağırıyorsunuz. Arkadaşınız kazak giymeyi sevmediğinden ve aklı başında bir beyefendi olduğundan “elbette,” diyor. Ve Sevilla’ya macera dolu bir giriş yapıyorsunuz ertesi gün.
Eviniz Calle Feria’da. İşlek bir cadde. Arabayı park edecek yer bulamıyorsunuz. Bavulları apar topar eve çıkarıp, ev sahibiyle biraz hasbıhal edip (çok iyi bir adam olduğu ilerki günlerde belli olacak) otopark aramaya çıkıyorsunuz. Sonra daracık bir yerden dönmeye çalışırken (çünkü eski şehrin içinde kalıyorsunuz) lastiğiniz pooof diye patlıyor. Sigortayı aramanız, etraftakilerden yardım istemeniz işe yaramıyor. Lastiğin nasıl değiştirileceğini okumaya başlıyorsunuz kullanım kılavuzundan. Sizce her şeyi yapabilirsiniz. Ama sonunda ev sahibiniz Rafael’i aradığınızda ve o bir koşu gelip lastiği değiştirdiğinde anlıyorsunuz ki gücünüz o kadarına yetmezmiş. (Bir önceki gün de nehirde boğulmak üzere olan bir adamı kurtarmış.)
Tamam, otopark buldunuz, eve geldiniz. Flamenko Müzesi’ne gideceksiniz. Gittiniz. Flamenko izlediniz. Harikaydı! Mest oldunuz. Üstelik en önde oturuyorsunuz. Sonraki günlerde başka bir yerde flamenko (Casa de Flamenko) izleyip hiç etkilenmeyeceksiniz. Zira müzedekiler kadar profesyonel olmadıkları belli. Bu nedenle müzeyi mutlaka ziyaret etmeli. Çıkışta bir şeyler yiyip içmek için oturduğunuz yerde gördüğünüz doldurulmuş boğa başları midenizi bulandıracak. Sevilla’da pek çok yerde karşınıza çıkacak bu zira burada boğa güreşlerinin yapıldığı bir yer (Plaza del Torres) var. Ona birazdan geleceğiz.
Ertesi gün AA ve sevgilisi Malaga’dan İstanbul uçağına binecek ve Malaga buradan 2.5 saat. Arkadaşınız onları bırakmaya gidiyor sabah. Siz de Rafael’le Alameda de Hercules meydanında buluşup bir şeyler içeceksiniz. Bu meydan upuzun, etrafı kafelerle çevrili, her türden insanı, koşturan köpekleri görebileceğiniz neşeli bir yer. Rafael, herkesin sorumluluk almaktan kaçındığından, eğer o adamı kurtarmasa kimsenin bir şey yapmayacağından bahsediyor. Böyle biri olduğu için mutlu olacaksınız. Bir dövme sanatçısı öte yandan. Yaptığı işleri gösteriyor. Ve ilgilendiği spor dallarından söz ediyor. Yüzüyor, rüzgâr sörfü yapıyor, bisiklete biniyor. Çok disiplinli. Of, diyorsunuz.
Sevilla karmakarışık, daracık, güzel sokaklarıyla çok güzel bir şehir! Buralıların yaşama kültürlerine özlem ve mutlulukla dahil oluyorsunuz. Birahanelerde hep İsa resimleri var mesela ve sık sık dini bir şeyler kutluyorlar. Ama bu hiçbir şeye engel olmuyor ve din, insanların birbirlerine baskı yaptığı bir araç halini almıyor. Öte yandan fazla gürültücüler. Ve kimse de birbirinden rahatsız olmuyor gibi. Gecenin bir yarısı ya da sabahın körü, bağır çağır konuşabilirler, şarkı söyleyebilirler. Ve siz uyuyamayabilirsiniz. İnsan seslerini bastırsın diye odanızdaki vantilatörü çalıştıracaksınız hep.
Şimdi; Alcazar Sarayı’nı gezeceksiniz (Real Alcazar). İşçilik bakımından Elhamra’ya çok fazla benziyor. Onun bir kopyası gibi duruyor daha çok. Bu nedenle sizi pek etkilemiyor. Bahçeleri güzel (Elhamranınkiler kadar değil). İnsanların arasında dolaşan tavuskuşları, ördekler, kuşlar göreceksiniz yine. Hayvanlar insanlardan korkmuyor! Pek çok Avrupa kentinde olduğu gibi. Alcazar’ın yanı başında Giralda Katedrali var. 5’e kadar açık. Çarşambaları da 2’ye. Bu nedenle katedralin içini bir türlü göremeyeceksiniz.
Gördüğüm en yakışıklı İsa.
“Sahici flamenko için Triana’ya git. Lola de Caserola lokantasına. Gece yarısından sonra,” demişti Rafael. Ve sizden bir halt olmayacağını bir biçimde anladığından mıdır nedir, bir akşam sizi çıkarıyor. Önce şehrin dışında bir köy barına gidiyorsunuz. Burada birayı su bardaklarında içip yanında peynir, domates, et yiyorlar. Ve yeşil zeytin ikram ediyorlar. Bizim gibi fındık fıstık yemiyorlar. Burası da öyle, eski ve salaş bir yer. Ardından Lola’ya gidiyorsunuz. 11 civarında kimse yok. Gece yarısından sonra flamenko dansçıları gibi giyinmiş çingeneler gelip yemek yemeye başlıyor. Bunlar onların gündelik kıyafeti galiba. Sonra farklı farklı insanlar geliyor. Japon bir grup gelip gitar çalıp flamenko şarkıları söyleyip dans ediyor. Görülecek şey. 2’ye doğru kalabalıklaşıyor lokanta. Rafael “uykum geldi,” diyor ve çıkıyorsunuz.
Şimdi, bir defa daha düşünüyorsunuz: Sevilla ne güzel bir yer.
Gündüz hava çok sıcak olduğundan sık sık akşamları çıkıp dolaşacaksınız. Bu arada Genovalı bir İtalyanla tanışıp “neredeyse sadece tünellerden ibaret bir şehirde yaşadığın için kafa gitmiş sende. Azıcık aşağıya in. Ya da temelli Sevilla’ya yerleş,” diyeceksiniz. Oysa o bir İsviçreli âdeta. “Ay,” diyor, “ailem, arkadaşlarım.” Of. Yine de bir İtalyan olduğunu birkaç gün sonra açık edecek ama.
Endülüs’e gelme nedenlerinizden biri Vengo filmiyse, öteki sosyalist köy Marinaleda. Sevilla’ya yaklaşık 100 km mesafede. Öğle vakti gittiğiniz için sokaklar bomboş. Panjurlar kapalı. Az sayıdaki kafelerde tek tük insan var. Duvarlardaki sosyalizme ilişkin resimlere hayranlıkla bakacaksınız. Sonra öldüren sıcakta yavaş yavaş dolaşacaksınız. İkinci defa aynı bara girip İspanya’ya geldiğinizden beri ilk defa doğru düzgün İngilizce konuşan birine denk geleceksiniz. Barın sahibi. Burada yaşamak nasıl, diye soracaksınız. Sakin ve güzel, diyecek. Sonra bildiklerinizden biraz daha fazlasını anlatacak. “Dışarıdan gelen hırsızlar olabiliyor,” diyecek. Çünkü köyde polis yok. Belediye başkanını görmeyi umuyordunuz ama uzun zamandır komadaymış. Buna çok üzüleceksiniz. Köy kendi kendini idare ediyormuş.
Marinaleda şöyle bir yer: Herkes, başkan dahil, köydeki arazilerde çalışıyor. Toprak insanların ortak malı. Ve evlerin inşasında da birlikte çalışıyorlar. Kiralar aylık 15 euro. Gittiğiniz kafeler de çok ucuz. 25 cent’e bir kek yiyebiliyorsunuz mesela. Barmen, bir arkadaşının oda kiraladığını söylüyor. Numarasını alıyorsunuz. Gidip kalma konusunda o günlerde emindiniz ama sonra fikir değiştiriyorsunuz.
Galiba burada da kuzeydekiler güneyden hoşlanmıyor. Biz çok çalışıp çok vergi veriyoruz. Onlar bizim kadar çalışmıyor, en iyisi ayrılalım, diyorlar. Bunu haberlerden biliyorsunuz. Burada kendi kulaklarınızla da duyacaksınız.
Tüm bunlar olurken yaklaşık 5 gününüz çalışarak geçecek. Belalı bir çeviri, elden geçmesi gereken yazılar, derginin son okuması…
Seyahatinizi uzattığınız için ev de değiştireceksiniz. Eski evinize çok yakın, 80 metre kadar, ama arkaya baktığı için daha sessiz bir daire. Arada bir Sevilla’nın en eski barına gideceksiniz. Çünkü sizin sokağınızda. Biranın yanında yeşil zeytin ve bakla var elbette. Ve sandalye yok.
Planınız Sevilla’dan Tarifa’ya ya da Cadiz’in başka bir yerine gidip kalmaktı. Karar veremediğinizden bir keşif turu yapıyorsunuz. Önce Medina’ya gidiyorsunuz. 100 km uzakta. Tepede, bembeyaz, rüzgârlı bir köy. Bir yanı Akdeniz, bir yanı Atlantik. Ve oradaki eski kilisede sizce en gerçekçi İsa heykeliyle karşılaşıyorsunuz. Üstelik en yakışıklısı. Güzel bir otelin terasında oturup acaba burada mı kalsam diye düşünebilirsiniz. Ama size elbette güven olmaz. Arabaya atlayıp Tarifa’ya, Cebelitarık Boğazı’nı görmeye gidiyorsunuz. Tarifa sörfçülerin gittiği bir yer. Şehir pek güzel değil. Bir polis arabası trafik ışıklarında yanınızda durup merakla “nerelisiniz?” diye soruyor. 3 polis de güleç. Cevap verdikten sonra teşekkür edip yollarına devam ediyorlar. Vay canına, diye düşünmüş olmalılar. Eski şehirde bir tur atıp limana gidiyorsunuz ve işte karşınızda Afrika kıtası!!
Tarifa’dan dönüşte Cadiz’e gidiyorsunuz. Medina ve Tarifa da Cadiz’e bağlı yerler. Cadiz’in şehir merkezi de Tarifa’ya yaklaşık 100 km mesafede. Ve uzun ince bir yarımada. Gece 11.30 oldu ve Cadiz Sevilla kadar sıcak değil. Her iki yanından okyanus rüzgârları esiyor. Yine hızlı bir tur atıp, saçma sapan bir sandviç yiyip arabanıza dönüyorsunuz. 1.30’da eve varıp arabayı park edecek bir yer bulacaksınız.
Galiba yorgunsunuz. Yataktan 1’de çıkıyorsunuz. Sevilla’da son gününüz. Belki. Barselona’daki üniversiteden yazıyorlar: Gelmeyecek misiniz, hâlâ kesin kayıt yaptırmadınız. Bunu biraz daha düşüneceksiniz. Şimdi Plaza del Torres’e gidiyorsunuz.
Burayı ziyaret etmeye karar verdiğinizde, artık kullanılmayan bir arena olduğunu düşünmüştünüz. Fakat hayvanları hâlâ öldürdükleri bir yeri ziyaret ettiğinizi öğrenince içiniz bir tuhaf olacak. Rehber güreşlerden, matadorlardan bahsedecek. Eğer boğa yeterince cesursa ve hakem turuncu mendilini sallayıp matadora boğayı öldüremeyeceğini söylerse boğa yaşar. Ve bir boğa sadece bir defa arenaya çıkar. Kurtulan boğalar çiftlikte krallar gibi yaşar. Ve güreşlere getirilen boğalar ayrıca büyütülmez. Herhangi bir çiftlikten alınır ve 24 saat önce arenaya getirilirler. Ayrıca boğalar renk körü olduğundan kırmızı rengin onları sinirlendirdiği doğru değil. Kırmızının kullanılmasının tek nedeni gelenekle ilgili. Sonra arenaya çıkacaksınız. Bir boğa için küçük bir alan sizce. Ve matador için de elbette. İyi ki elimde bir güç yok, diyorsunuz. Yoksa hayvanlara eziyet edenlere neler yapardım.
Triana Köprüsü’nün yanındaki yemek pazarında (içerde farklı lokantalar var) oturup yemek yerken kararınızı vereceksiniz: Barselona’ya gitmiyorsunuz. Gelmek istediğiniz yer Sevilla. Buradaki üniversiteye yazacaksınız.
Gece Lizbon’da kalacağınız evi kiralayıp bavullarınızı toplayacaksınız. 2 gün sonra doğum gününüz. Bu defa belki eğlenceli geçer.
Sizin,
B.