Share This Article
1 Haziran 2017, Hotel Universal
Sevgili B.,
Granada bir harika!
Oteliniz merkezde. Yerleşir yerleşmez dışarı çıkıyorsunuz. AA yine bir lokantadan söz ediyor. Eski şehirde küçük bir tur atıp Elhamra’yı uzaktan uzağa izledikten sonra dar sokaklardan birinde güzel bir lokanta buluyorsunuz. Yemekler de güzel çıkıyor. Üstelik yemekleri öyle güzel süslemişler ve öyle güzel tabaklarda getiriyorlar ki… Sangria da nefis. Yemekten sonra dolaşmaya devam ediyorsunuz. Bir inip bir çıkıyorsunuz sokaklarda. Bir film çekiliyor bu arada. Güneş batarken gökyüzünün renkleri öyle tatlı ki. Arkadaşınız “Güneşin battığı en güzel yerlerden biri Edirne, öteki Granada,” demişti. Belki haklıdır. Gökyüzü sokakları daha da güzelleştiriyor. Ve her yandan burnunuza esrar kokuları geliyor. Belki de bir çeşit tütündür, diye düşüneceksiniz ama arkadaşınız ısrarcı. Bohem bir kent ne de olsa. Şehir öyle güzel ki neredeyse mutlusunuz.
Ertesi gün Elhamra’yı gezeceksiniz. Ve bü-yü-le-ne-cek-si-niz! Bahçeler, çiçekler ve en güzeli her yandaki süs havuzları, su kanalları sizi kendinizden geçirecek. Böyle havuzlara ve su sesine bayılırsınız. Sultan gevşemekten ölüyordur belki de, diyeceksiniz. Bunlar onun cennet bahçeleri. Mimari, işlemeler, görkem, ahenk muazzam. Fakat bu görkem o kadar zarif ki. Renkler yumuşak, işçilik inanılmaz! Sarayın her yanını “Allah’tan başka galip yoktur” anlamına gelen Arapça hat oymaları süslüyor. Bu nedenle Allah’ı en çok zikreden saray olarak biliniyormuş. Elhamra’yı başkasına uzun uzun anlatmaya gerek yok sizce. Mutlaka görülmeli! Ve biletinizi daima yanınızda taşıyın zira pek çok kez kontrol edilecek. Bu saray 150 yılda inşa edilmiş ve içinde sadece 150 yıl oturabilmişler. Endülüs Arapların elinden gitmeseydi İslam dünyası da Rönesans’ı yaşayabilirdi ve şu an çok farklı noktalarda olabilirdi belki de.
Çocukluğumun geçmediği sokaklar… (Fotoğraf: Burcu Yılmaz)
Elhamra’da 5 saat geçiriyorsunuz ve babaannenizle bir Kızılderilinin karışımını andıran taksi şoförü sizi otelinize bırakıyor. Granada’da taksiler San Sebastian’dakilerden daha ucuz. Orada taksimetre 5 euro’dan açılırken burada 1’den açıyorlar. Ve bunlar da tatlı. Sizi kazıklamıyorlar, dolaştırmıyorlar. Aksine, kestirme yollara sapıyorlar. İspanyollardan hâlâ çok hoşnutsunuz.
Yenebilir çiçeklerle ilk tanışıklığım…
Akşam yemeği için AA’nın Vedat Milor’dan öğrendiği küçük, tapas barlara benzeyen bir yere gidiyorsunuz. Deniz ürünleri meşhurmuş. Taksici de öve öve bitiremiyor. Siz yiyecek bir şey bulamıyorsunuz haliyle. Arkadaşlarınız da kalamar yemekten ölmüyor. “Belki bu kadar mürekkep yemekten aslında San Sebastian’da ölmüşsündür ve tıpkı Marquez’in roman kahramanları gibi, öldüğünün farkında değilsindir. Farkına vardığın andaysa ‘pır!’ olacaksın,” diyorsunuz arkadaşınıza. Arkadaşınız, “Yabancı memlekette ölenler şehit mi oluyor,” diye soruyor. “Tabii,” diyorsunuz, “özellikle de fazla mürekkepbalığı yemekten ölenler.”
Her haltı bilen arkadaşlarınız, mürekkebin mürekkepbalığının mürekkebinden yapıldığını bilmiyor! Bir berber bir berbere gel beraber…
Dönüşte şehrin görmediğiniz yerlerinde kısa bir tur atıyorsunuz. Sokakta dans eden bir balerini ve müzisyen arkadaşını izliyorsunuz. Kiliseler birden karşınıza dikiliveriyor sonra… Işıklar çok güzel… Ayaklarınız ağrıyor. Ertesi gün önce Cordoba’ya, ardından Sevilla’ya gideceksiniz.
Ve sabaha karşı bacağınıza giren krampla uyanacaksınız.
Estoy bien!
B.