Share This Article
Hazırlayan: Dilara Erdem, Buse Keskin
2024 sinema dünyası, biyografik dramlardan cesur ütopik vizyonlara ve müzikal masallara uzanan zengin bir yelpazede, izleyicilere unutulmaz deneyimler sundu. Pablo Larrain‘in Maria‘sı, opera efsanesi Maria Callas‘ın son günlerine dokunaklı bir pencere açarken, Francis Ford Coppola‘nın Megalopolis‘i Roma’nın ihtişamını modern bir ütopya ile harmanlayarak sinema sanatının sınırlarını zorladı. Jacques Audiard‘ın Emilia Perez‘i ise türler arası bir yolculukla, Meksika’nın karanlık suç dünyasında kadın gücüne, kimlik arayışından toplumsal eleştiriye uzanan sıra dışı bir müzikal sunarak izleyiciyi büyülü bir dünyaya davet etti. Dilerseniz bu yıl gözümüze takılan bu üç filme yakından bakalım.
Maria: Opera devinin trajik son günleri
İkonik kadınları konu alan filmleriyle tanınan Şili’li yönetmen Pablo Larrain, Jackie ve Spencer filmlerinden sonra, bir yeni biyografik yapımı Maria ile seyirci karşısına çıktı. Tarihin en unutulmaz sopranolarından biri olan opera sanatçısı Maria Callas’ın 1977 yılında Paris’teki dairesinde son günlerini anlatan film, Bellini‘nin Norma‘sı, Puccini‘nin Tosca‘sı ve Verdi‘nin La Traviata‘sı rolleriyle tanınan ünlü sanatçının parçalanmış belleğindeki hayatını gözler önüne seriyor.
Senaryosu Steven Knight tarafından yazılan film, bir ölüm sahnesiyle açılır. Burada cenazesi evden çıkarılan bir beden görürüz. Anlarız ki bu Callas’ın (Angeline Jolie) bedenidir. Film bize daha en başında ölümün hep orada olduğunu ve kaçınılmaz bir son şekilde bizi beklediğini hatırlatır. Neredeyse bir memento mori sahnesi diyebileceğimiz bir görüntüyle Larrain, ölümün nihai son olduğunu seyirciye aktarmaya çalışır.
Sonrasında ise Callas’ın ölümünden önceki yedi güne doğru döneriz ve herşey Maria Callas’ın kullandığı ilaçla başlar. Mandrax isimli bir ilacı kullanan sanatçı, bu yüzden halüsinasyonlar görüyor. Aynı şekilde ilacınının ismiyle aynı adı taşıyan Mandrax isimli bir muhabirin kendisiyle hayat hikâyesi hakkında röportaj yaptığını görürürüz. Paris sokaklarında, Eyfel Kulesi’nin önünde Callas çalkantılı hayatını anlatmaya başlar, bazı zamanlarda ise performans sergiler. Ancak, filmde başka kimse bu röportajın gerçekleştiğini fark etmez. Sadece uşağı Ferruccio (Pierfrancesco Favino) ve hizmetçisi Bruna (Alba Rohrwacher) onun sanrılarından haberdardır ve Callas’a her an yardım etmeye hazırlardır ancak her duruma nasıl yaklaşacaklarından emin değillerdir.
Hatta ilaçları için doktora gitmesi gereken Callas’a uşağı hangi ilacı aldığını sorduğunda “Tüm hayatımdaki tüm özgürlükleri aldım. Ve dünya benimle tüm özgürlükleri aldı,” şeklinde cevap verir.
Larrain Callas’ın son günlerindeki yaşadığı parçalanmış belleğindeki bu anları Callas’ın hayatına bir bakış sunmak için bir bahane olarak kullanarak bazı kısımlarda siyah – beyaz etkileyici duygusal sahnelerde izleyiciye kısımlar halinde opera devinin dramatik öyküsünü sunuyor. Maria, onun zamana karşı yarışını anlatıyor. Film baştan sona dağınık bir yapıda, çünkü Callas’ın psikolojik durumu bize neredeyse anında aktarılıyor.
Jolie’nin performansı, Callas rolüne hem etkileyici bir kırılganlık hem de ihtişam katıyor. Ancak film, bazı müzikal sahnelerde tökezliyor. Larrain’in, Jolie’nin sesiyle Callas’ın gerçek kayıtlarını harmanlama tercihi, bu sahnelerde görece yapay ve kopuk bir his yaratıyor. Yine de, Callas’ın mükemmeliyetçiliği ve mirasıyla yüzleştiği sahnelerde Jolie’nin karaktere olan tutkusu açıkça hissediliyor.
Aynı zamanda Larrain, bu Maria Callas’ın ikili yaşamını aktarmak istediği için: bir opera süperstarı ve kapalı kapılar ardında asla kafesinden çıkamayan bir şarkıcı kuşu ortaya koyuyor. Film boyunca da Callas ve çevresindekiler onun iki kişiliğinden bahsediyor. Filmde adı geçen Maria, evdeki Maria Callas’tır. Diğer yandan, La Callas ya da La Divina (ilahi olan anlamına gelen lakabı) güçlü vokalisttir. Callas, bu onuru tekrar kazanmanın peşindedir ve çevresindekiler de bunu bekler.
Callas’ın hayatı ve filmdeki yansımaları
Maria Callas, asıl adı Maria Anna Cecilia Sofia Kalogeropoulos, 2 Aralık 1923’te New York’ta dünyaya geldi.
Callas, müzikle erken yaşta tanıştı ve ilk eğitimini annesinin desteğiyle aldı. Ailesiyle birlikte 1937’de Yunanistan’a taşındığında Atina Konservatuvarı’nda eğitim aldı ve burada vokal tekniğini geliştirdi. 1940’larda Atina’da sahneye çıkarak dikkat çekti.
Callas’ın uluslararası kariyeri, 1947 yılında Verona’daki bir performansıyla başladı. Özellikle, Vincenzo Bellini, Giuseppe Verdi ve Giacomo Puccini‘nin eserlerindeki üstün performanslarıyla tanındı. Sesi, teknik mükemmeliyet ve geniş bir repertuvarla birleştirildiği için farklıydı. Bel canto tekniğini yeniden popüler hale getirdi ve dramatik soprano rolleriyle opera tarihine geçti.
Maria Callas’ın özel hayatı, kariyeri kadar dramatikti. 1949’da İtalyan sanayici Giovanni Battista Meneghini ile evlendi, ancak ilişki uzun sürmedi. 1959’da Yunan armatör Aristotle Onassis ile ilişki yaşadı, ancak Onassis, 1968’de Jacqueline Kennedy ile evlenince bu ilişki sona erdi.
Filmde ise Callas’ın Aristotle Onassis (Haluk Bilginer) olan çalkantılı ilişkisine birinci elden şahit oluyoruz. Onassis rolüyle Türk Emmy ödüllü Bilginer’in rolü ise gerçekten oldukça etkileyici.
Maria, operatik bir trajedi gibi iliklerinize işliyor. Filmde söylenen İtalyanca eserlerde, sözlerin anlamı bilinmese bile acıyı ve o yoğun duygu hissini her zerresine kadar hissediyorsunuz. Neredeyse izleyiciyi ağlatacak kadar güçlü olan bu sahneler Callas’ın son zamanlarındaki buhranını başarıyla sahneye aktarıyor.
Bu arada, Callas yıllar sonra tekrar şarkı söyleme pratiği yapmak için bir konser piyanistine gitmeye devam ediyor. Her performansıyla geçmişe dalıyor ve gençlik yıllarını, tam kostüm ve makyajla, şarkı söylemesini büyük bir heyecanla bekleyen seyirci karşısında hatırlıyor. Şimdiki zamana geri döndüğümüzde ise, Callas’ın notaları çıkarabilmek için mücadele ettiğini ve gözlerinin, derinlerde bu notalara ulaşamayacağını bildiğini anlatmak istediğini hissediyoruz. Peki neden artık ulaşamayacağı bu noktalara tekrar ulaşmaya çalışıyor? Callas, sonunda kendisi için şarkı söyleyebilmek istediğini açıklıyor; bu yüzden çabalamaya devam ediyor.
Geri dönüşlerde, eksik ipuçlarıyla neden bu sesi geri kazanmak istediğini anlıyoruz. Yunanistan’ın işgal yıllarında Nazi subayları için şarkı söylemek zorunda bırakıldığı gençlik dönemi ve Aristoteles Onassis’le olan yasak aşkı (Onassis ona şarkı söylemesini yasaklamıştı) gibi anılar, Callas’ın hayatını şekillendiren zorlukları ifade ediyor. Bu sahnelerde Callas’a gerçekten sevgi gösteren herkesin, onu bir şekilde suistimal ettiğine veya sömürdüğüne dair üstü kapalı bir anlatı sunuluyor.
Emekli ve sağlık sorunlarıyla mücadele eden Callas, kariyerine, kaybettiği aşkı Aristotle Onassis’e ve zayıflayan sesiyle baş başa kalıyor. Film, geçmişle günümüz arasında gidip gelen bir rüya atmosferi yaratıyor, ancak bu yoğun görsellik hikâyeyi zaman zaman gölgede bırakıyor.
Coppola’nın “Megalopolis”i: ‘Yeni Roma’ vizyonu
The Godfather ve Apocalypse Now gibi kült filmlerin Amerikan yönetmeni Francis Ford Coppola’nın Megalopolis adını verdiği son filmi, bir yönetmenin vizyonuna sıkı sıkıya bağlı kalarak cesaretin ve tutkunun neler başarabileceğini gösteren bir yapıt.
Ancak bu cesur vizyon, her izleyicinin kolayca kucaklayabileceği bir deneyim sunmuyor. Coppola’nın 1980’lerden beri zihninde şekillenen bu projesi, Roma’nın ihtişamını ve çöküşünü modern bir ütopyanın arka planında yeniden hayal ediyor.
Megalopolis, Cannes’da prömiyerini yaptıktan sonra bir çok eleştiriye maruz kaldı. Hatta yayımlanan fragmanların birinde Coppola’nın The Godfather, Apocalypse Now ve Bram Stoker’s Dracula gibi önceki filmlerini yerden yere vuran ünlü eleştirmenlerden birkaç film eleştirisi alıntısı yer aldı.
Cannes’da gösterilen ve eleştirmenler tarafından ağır eleştirilere maruz kalan filmin tanıtımı için yapılan bu pazarlama hamlesi büyük bir skandala dönüştü. Fragmanda kullanılan eleştirmen alıntılarının tamamen uydurma olduğu ortaya çıktı.
Skandalın ardından Lionsgate, Megalopolis fragmanını hızla geri çekti ve hatalarını kabul etti. Bir Lionsgate sözcüsü, yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
Lionsgate olarak ‘Megalopolis’ fragmanını derhal geri çekiyoruz. İnceleme sürecimizdeki bu kabul edilemez hata nedeniyle ilgili eleştirmenlerden, Francis Ford Coppola’dan ve American Zoetrope’dan içtenlikle özür diliyoruz. Her şeyi berbat ettik. Üzgünüz.
Film, seyirciyi New York’tan esinlenen ancak Roma mimarisi ve kültürünün izlerini taşıyan Yeni Roma (New Rome) adlı bir şehre götürüyor. Bu şehrin ünlü Chrysler Binasının da gördükten sonra tanıdığımız Manhattan olduğunu anlıyoruz. Merkezde ise idealist bir mimar olan Cesar Catilina (Adam Driver) ile yozlaşmış Belediye Başkanı Franklyn Cicero (Giancarlo Esposito) arasındaki çatışma var. Cesar, şehri geleceğin sürdürülebilir bir ütopyasına dönüştürmeyi hayal ederken, Cicero statükoyu korumaya kararlı bir lider olarak öne çıkıyor. Film, insanlığın geleceği, zamanın akışı ve ideallerin egolarla çatışması gibi evrensel temaları sorguluyor.
‘Tepe Üzerindeki Şehir’ ideali
“Tepe Üzerindeki Şehir” (City Upon a Hill) ifadesi halen Amerikan kültüründe, siyasette ve akademide sıkça referans verilen bir idealdir. Bu kavram hem ulusal kimliği hem de ABD’nin dünya üzerindeki etkisini tartışırken bir mihenk taşı olmaya devam etmektedir.
Filmde de Yeni Roma şehrinden bahsedilirken bu ideale atıfta bulunulur. Ancak bu şehir Roma ideallerine daha uygun, gösteriş ve ihtişamla bezeli bir şehir olarak ortaya konmaktadır.
“Tepe Üzerindeki Şehir” ideali, 1630 yılında Puritan lideri John Winthrop’un Massachusetts Körfezi Kolonisi’ne yönelik ünlü konuşmasında ifade edilen bir kavramdır. Winthrop, Puritan toplumunun Tanrı’nın rehberliğinde ahlaki mükemmeliyetin ve dini saflığın bir modeli olarak yaşaması gerektiğini savunmuştur. Bu ideal, İncil’deki Matta 5:14-16’dan esinlenmiştir: “Siz dünyanın ışığısınız. Tepe üzerine kurulu bir şehir gizlenemez.”
Winthrop, koloninin başarısız olması durumunda hem Tanrı’yı hem de diğer ulusları hayal kırıklığına uğratacaklarını belirtmiştir. Bu çerçevede, “Tepe Üzerindeki Şehir” ideali, topluluğun sıkı bir dini bağlılık, adalet ve dayanışma içinde yaşaması gerektiğini ifade eder. Bu ideal, sadece bireysel sorumlulukları değil, toplumsal uyumu da kapsar.
Zamanla Amerikan ideolojisinin temel taşlarından biri haline gelmiş ve 20. yüzyılda özellikle John F. Kennedy ve Ronald Reagan gibi liderler tarafından Amerika’nın küresel liderlik rolüne ve demokratik değerleri savunma misyonuna vurgu yapmak için kullanılmıştır.
Coppola’nın cesareti
Megalopolis, yalnızca bir film değil, Coppola’nın kendini ifade etme ihtiyacının bir yansıması. 120 milyon dolarlık bir kişisel yatırımla finanse edilen bu proje, bağımsız ruhuyla modern Hollywood’un standartlarından cesurca uzaklaşıyor. Ancak, Coppola’nın derin tarihsel göndermeler ve karmaşık felsefi tartışmalarla doldurduğu bu yapım, izleyiciyi hem büyüleyen hem de kafa karıştıran bir yolculuğa çıkarıyor.
Filmde sık sık Shakespeare’den Pygmalion’a, Marcus Aurelius’tan Sapphic şiirine kadar referanslarla karşılaşılıyor; hatta bir sahnede Cesar, Hamlet’in “Olmak ya da olmamak” monoloğunu seslendiriyor.
Adam Driver, idealist ve kibirli mimar Cesar rolünde hem karizmatik hem de karmaşık bir performans sunuyor. Nathalie Emmanuel’in canlandırdığı Julia, Cesar’ın karşıtı ve sevgilisi olarak filmin duygusal ve ahlaki dengesini sağlıyor. Ancak ikili arasındaki kimya daha çok bir fikir çatışması gibi hissediliyor. Aubrey Plaza, Jon Voight ve Shia LaBeouf gibi yan roller, hikâyeye ilginç katmanlar eklerken zaman zaman filmin tonunu karıştırıyor.
Roma estetiği
Coppola’nın görsel anlatımı, Megalopolis‘i sinema dünyasında benzersiz bir konuma yerleştiriyor. Film, hem büyülü hem de distopik sahnelerle dolu; dev animasyon heykeller ve etkileyici prodüksiyon tasarımları, seyirciyi Yeni Roma’nın karmaşık dünyasına çekiyor. Aynı zamanda, Cesar karakteri hariç, oyuncuların kıyafetleri, aksesuarları hatta saç stilleri, tamamiyle Helenistik göndermeler, Roma’nın o çok konuşulan estetiğine göndermeler yapıyor.
Francis Ford Coppola’nın Megalopolis‘i, ticari başarıdan çok, sinema sanatına katkı yapmayı hedefleyen bir eser. Cesur ve vizyoner bir yapım olmasına rağmen, herkesin beğenisine hitap etmiyor. Ancak bu film, sinema tarihindeki yerini cesaret ve özgünlükle alacak. Coppola’nın yaratıcılığına saygı duyan herkes için Megalopolis, bir kez olsun izlenmeyi hak eden bir deneyim.
Cesaret, kimlik ve müzikal bir masal
Jacques Audiard, sinemada alışılmışın dışında bir adım atarak Emilia Perez ile izleyicilere unutulmaz bir deneyim sunuyor. Audiard’ın bugüne kadarki en cesur projesi olarak gösterilen ve Cannes’da prömiyerini yapan bu film, türlerin sınırlarını zorluyor ve aynı zamanda toplumsal normları sorgulatıyor.
Bir yandan Meksika’nın karanlık suç dünyasına odaklanırken, diğer yandan kadın gücü, kimlik arayışı ve değişimin zorlu süreçlerini ele alıyor. Tüm bunları yaparken müzikal bir dille, renkli şarkılar ve gösterişli dans sahneleriyle hikâyeyi destekliyor. Audiard’ın imzasını taşıyan bu yapım, alışılmadık bir konuya yenilikçi bir yaklaşım getiriyor.
Hikâyenin merkezinde, Meksika’nın korkulan kartel liderlerinden Manitas Del Monte yer alıyor. Gücü, korkutuculuğu ve acımasızlığıyla tanınan Manitas, aslında derinlerde tamamen farklı bir hayat arzulayan bir karakter. Manitas, yalnızca cinsiyet kimliğini değil, aynı zamanda hayatını da kökten değiştirme kararı alıyor.
Artık bu şiddet dolu dünyadan çıkmak ve tamamen yeni bir kimlikle, bir kadın olarak hayata devam etmek istiyor. Böylece Manitas, Emilia Perez olarak yeniden doğmayı planlıyor. Bu dönüşüm sürecinde ise yoluna Rita adlı avukat çıkıyor. Rita, mesleki zekâsıyla tanınan ama hak ettiği değeri görmeyen, yorucu ve tatminsiz bir hayat sürdüren bir kadın. Rita, Manitas’ın talebi üzerine bu dönüşüm sürecini planlıyor: ameliyat, sahte ölüm, yeni bir kimlik ve ailesinin güvenli bir şekilde yeni bir hayata taşınması.
Ancak film, yalnızca bireysel bir değişim hikâyesi değil. Meksika’nın sosyal gerçekliklerine de temas eden bir yapım. Filmde kartel şiddetinin toplumsal sonuçları, kaybolan gençler ve bu trajedilerle başa çıkmaya çalışan ailelerin hikâyelerine de yer veriliyor. Emilia’nın kendi geçmişinden duyduğu pişmanlık ve bu kayıplara yönelik vicdani sorumluluğu, onu daha anlamlı bir yaşam arayışına sürüklüyor. Bu, yalnızca bireysel bir kurtuluş hikâyesi değil; aynı zamanda toplumsal bir iyileşme umuduna da bir gönderme.
Audiard’ın yönetmenlik tarzı, hikâyenin farklı türlere ve tonlara geçişini kolaylıkla yönetiyor. Film, başlarda sert bir suç draması olarak başlarken, zamanla melodramatik bir tona bürünüyor ve müzikal bir coşkuyla sonlanıyor. Şarkılar ve dans sahneleri, hikâyenin şaşırtıcı unsurları arasında yer alıyor. Özellikle Rita’nın adliye koridorlarından çıkar çıkmaz temizlikçilerin bir koro eşliğinde şarkıya başlaması gibi sahneler, filmin fantastik ve eğlenceli yönünü ortaya koyuyor. Bu müzikal yaklaşım, hikâyenin tonlar arası geçişlerinde izleyiciyi gerçeklikten kopararak, hayal gücüne dayalı bir dünya yaratıyor.
Oyunculuklar, filmin güçlü yönlerinden biri. Trans oyuncu Karla Sofía Gascon, Manitas’tan Emilia’ya geçiş sürecinde hem bir kartel liderinin sertliğini hem de yeni kimliğinin zarafetini mükemmel bir şekilde sergiliyor. Zoe Saldana, avukat Rita olarak, karakterinin öfkesini ve hayal kırıklığını müzikal sahnelere taşırken büyük bir enerjiyle performans sergiliyor. Selena Gomez ise Jessi rolüyle dikkat çekiyor. Jessi, başlangıçta tipik bir “trofe eş” gibi görünse de zamanla daha derin bir karaktere dönüşerek hikâyeye katkı sağlıyor.
Film, görsel estetiğiyle de dikkat çekiyor. Audiard, Meksika atmosferini birebir yansıtmasa da, yaratılan sahne ve dekorlarla izleyiciyi büyüleyici bir dünyaya davet ediyor. Ancak bu estetik seçimler, filmin gerçeklikle olan bağını zayıflatıyor. Audiard’ın filmi bir stüdyo ortamında çekmesi ve hikâyeyi Meksikalı oyuncular yerine uluslararası bir kadroyla anlatması, otantikliği tartışmaya açıyor. Yine de Audiard’ın niyetinin gerçekçilikten ziyade bir masal dünyası yaratmak olduğu açıkça görülüyor.
Emilia Pérez, Jacques Audiard’ın bugüne kadar işlediği temaların bir özeti gibi. Yönetmen, daha önceki filmlerinde kimlik arayışı ve değişimin zorluklarını işlemeye alışkın. A Self Made Hero, A Prophet ve Dheepan gibi yapımlarda olduğu gibi, bu filmde de eski kimliğin izlerinin tamamen silinemediğini vurguluyor. Ancak Audiard, bu kez bu temaları daha renkli, eğlenceli ve sıra dışı bir şekilde işliyor. Film, hem bireysel bir dönüşüm hikâyesi hem de toplumsal bir eleştiri sunarken, türlerin ötesinde bir anlatı oluşturmayı başarıyor.