Share This Article
Yer yüzünde en zor tarif edilen şey nedir, diye sorulursa akla ilk “aşk” gelir. Romansların ortasında yer alan, yeri geldiğinde klişelerle bezenen yeri geldiğinde büyük anlatılarda devleşen “aşk”, içinde bulunduğumuz yüzyılda yavaş yavaş içi boşaltılan bir kavram hâlini alıyor. Her gün sayısız televizyon kanalındaki “reality show”ların dilinden düşmeyen ama yeri geldiğinde kolaylıkla para ve şöhret için feda edilebilen “aşk”, “meşhuriyet çağı”nın hızına ayak uyduramaz oldu.
Tam da bu dönemde Fabien Toulmé, insan ilişkileri üzerine küçük ve sıcak bir hikâyeyle imdadımıza yetişti. Sevgi ve aşkın içinin boşaltıldığı böylesi zamanlarda, bu duyguların ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu hatırlatırcasına…
Aşk üzerine büyük laflar etmeyen veya devasa bir anlatı inşa etme çabasına girişmeyen Toulmé, sıradan insanın hayatının içinden sade bir anlatıyla, büyükanne Suzette ve torunu Noémie’nin, eski bir aşkı aramak için çıktıkları İtalya yolculuğunu sıcak bir dille anlatmaya koyuluyor.
Özel alana hapsedilen bir kadın imajı
Mezarlık sahnesiyle açılan hikâye, uzun yıllar sonra sona eren bir birlikteliğin getirdiği hüzün ile başlıyor. Eşinin ölümünün ardından hayatta tek başına kalmanın getirdiği belirsizlikle boğuşan Suzette, sevginin olmadığı uzun bir evliliğin ardından, üzüntüyle karışık bir dinginlikle karşımızdadır.
Öyle ki, Fransız sanatçı, eşini kaybeden yaşlı bir kadının hayatına odaklanmanın çok ötesine geçeceğinin sinyallerini daha ilk sayfalarda okuyucusuna hissettiriyor.
Sevginin algılanış biçiminden, kuşak çatışmasına ve toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin pek çok önemli başlığın iç içe geçtiği Büyük Aşk, aşk ve sevgi gibi güçlü duyguları eşinde bulamayan Suzette’nin toplum tarafından idealize edilen kadın imajının içine nasıl sıkıştığını gözler önüne seriyor.
Toplumsal hayatta kadına yüklenen ve onu özel alana hapseden rollerin dışına çıkamayan, “iyi bir eş, anne ve nihayetinde iyi bir kadın” olarak anılmanın “zorunluluğu” içine hapsolan Suzette’nin zincirlerini kıran kişi ise Noémie oluyor.
MeToo hareketinin yarattığı farkındalık sonrasında, toplumsal cinsiyet rollerine karşı çıkan Noémie, dedesi ile büyükannesinin aralarındaki zorunlu birlikteliği duyduğunda büyük hayal kırıklığına uğruyor.
‘İyi bir kadın, ev kadını ve anne olmalıydık’
Toulmé, yıllar içersinde eşi tarafından sayısız kez aldatılmış ama buna rağmen toplumsal normlar nedeniyle “makbul” olmanın dışına çıkamamış bir kadının duygusal durumunu şu sözlerle anlatıyor:
“25 yaşındayken evlendirildim. Bizi böyle terbiye ederlerdi; iyi bir kadın, ev kadını ve anne olmalıydık. Kendimizi düşünmeden başkaları için yaşamalıydık.”
Tam bu noktada devreye giren Noémie, bir anlamda kuşak çatışmasının fitilini ateşliyor. Büyükannesinin yaşadığı ve kabul etmek durumunda kaldığı gerçekliği elinin tersiyle iten genç kadın, kalıplaşmış algıları yıkıyor. Bu durum başlarda kabul görmese de bir süre sonra Suzette, torunu tarafından ortaya atılan yeni fikirlere ve itirazlara şapka çıkartmaya başlıyor.
Söylemler aracılılığıyla kadın bedeni üzerinde kurulan iktidar ve kadını nesne hâline getiren anlayışla hesaplaşmaya girişen Noémie için büyükannesi bu mücadelenin öncülerinden biri. Tüm gelenekselciliğine rağmen torunun haklı çıkışlarını anlayan Suzette, yeni kuşağın bu itirazlarından oldukça keyif alır.
Hayatın devam ettiğini ve ilerleyen yaşlarında dahi sevgiyi arayan insanların çaresizliğini gözlemleyen Suzette, 60 yıldır görmediği sevgilisini aramaya çıkıyor. Toulmé bu yolculukta, sevmenin ve umut etmenin bir yaş aralığına sıkıştırılamayacağını sorgulamaya girişiyor.
Toulmé, insanı gözlemlemekten geri durmuyor
Bir tür ikinci bahar rüzgârlarının estiği hikâyede, İtalya’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkan Noémie ve Suzette, âdeta kapı kapı eski sevgilinin izini sürüyor. Geçmiş yıllara ilişkin sekansların bir görülüp kaybolduğu anlarda Suzette, biraz korkarak da olsa eski bir “sevgiliye” duyduğu özlemin sancılarıyla boğuşuyor. Bu anlarda hikâye yeşermeye, çiçek açmaya başlıyor.
Fransız sanatçı Toulmé, toplumsal zeminde yaşanan sorunları kendisine sorun edinen ve bunları çalışmalarına yansıtan bir isim. Önceki çalışmalarında down sendromlu çocuğunun doğumuna, mülteci bir ailenin zorluklarla dolu yolculuğuna ve ölüme giden bir kardeşin mücadelesine ışık tutan Toulmé, insanın her durumunu gözlemlemekten geri durmuyor.
Fakat Toulmé ilk kez Büyük Aşk’ta, kendi gözlemlerinden yola çıkarak değil, toplumsal hayatın içinde sıkça karşılaşılan temel başlıklar üzerine kurguluyor hikâyesini. Bugünün getirdiği dinamiğin ve farkındalığın belki de birden fazla hayatı yeniden başlatacağını kanıtlarcasına…
Büyük Aşk / Fabien Toulmé / Çev. Damla Kellecioğlu / Desen Yayınları / S. 336