Share This Article
Bir süredir izlediğimiz çok büyük yapımları ne kadarının feminist olduğu olmadığı tartışmalarında boğulur olduk. (1) Bu tartışmalar sıklıkla insanların “birbirini mağaradan yeni çıkmış olmakla ve cehaletle” suçlamasından, birbirini “uzman atamasına” kadar uzanana bir spektrumda yaşanıyor.
Feminist filmleri belirleyen şeyler neler? Ana karakterin kadın olması yeterli mi? Kadının kıllı bir kadın olması mı gerekiyor mesela? Tüm bu tanımların, çerçevelerin post modern, bol referanslı, pastişli, bağlamından koparmalı dünyamızda biraz yavan kaldığının farkındayım. Ama yine de bu konuda tartışmanın kafa açıcı olacağını düşünüyorum.
Feminist filmler demişken Laura Mulvey’nin 1970’lerde “erkek nazarı” olarak teorileştirdiği kavramı kısaca açıklamak iyi olur. Mulvey’ye göre bu nazar üçgen olarak çalışır: “kameranın/kadrajın bakışı, karakterlerin birbirine bakışı ve izleyicinin filme bakışı.” “Geleneksel teşhirci rollerinde, kadınlara aynı anda bakılır ve teşhir edilirler, görünüşleri güçlü görsel ve erotik etki için kodlanmıştır, böylece bakılasılık/bakma keyfi vermeyi çağrıştırdıkları söylenebilir” (Mulvey, 1970, 11). Teoriye göre, kadının pasif ve bakılası kodlandığı bu ana akım temsillerde ana karakterler erkektir, kadınların bedenleri yakın planlarla gösterilir.
Sinema tarihinin en özgürlükçü ve özgün isimlerinden, Fransız Yeni Dalga akımının efsanevi yönetmeni, fotoğrafçı ve görsel sanatçı Agnes Varda.
‘Kolektif fantezilerimizin serbest bırakılması gerekiyor’
Daha güncel teorisyenlerden Kaja Silverman Mulvey’nin “nazar”ı yerine görüntüye odaklanılması gerektiğini, perdenin temsil alanı olduğunun altını çizer. Buna göre feminist sinemada nazar ekonomisi ve faillik ilişkisine odaklanmak yerine kültürel imge ve temsillere odaklanılmalıdır (1999). “Eril nazar” kuramından sonra çetrefilleşsen bir feminist sinema var karşımızda. Claire Johnston da benzeri bir şekilde kadın sineması kavramına aşırı yükleme yapılmasının yanıltıcı ve gereksiz olduğundan bahseder ve ekler:
Sinemadaki nesneleşmemize karşı koymak için kolektif fantezilerimizin serbest bırakılması gerekiyor: Kadın sineması arzunun derinlemesine işlenmesini somutlaştırmalıdır: böyle bir amaç eğlence filminin kullanılmasını gerektirir. O halde eğlence filminden türetilen fikirler politik filmi, politik fikirler de eğlence sinemasını bilgilendirmelidir: iki yönlü bir süreç. Son olarak, kadın sinemasının kolektif film yapımı olduğuna dair baskıcı, ahlaki bir iddia yanıltıcı ve gereksizdir: Her düzeyde faaliyet göstermeye çalışmalıyız: erkek egemen sinemanın içinde ve dışında (39, 1999).
Evet, sinema şablonlara sığdırabileceğimizden fazlasını sunuyor bize, orası kesin. Şablonu yüzde yüz doldurmak ve “işte feminist bir film” demek mümkün değil. Ana akımda da feminist okuması yapılabilecek pek çok filmden bahsetmek mümkün. Benim aklıma gelenlerden bazıları şunlar: Thelma and Louise Orlando, Vagabond, Virgin Suicides, A Portrait of a Lady On Fire, All About My Mother, Bad Education, Volver. Gerçi bu filmlerin çoğunun sanat/bağımsız sinema olarak hayatımıza girip sonra ana akımlaştığı da söylenebilir.
Feminist bir film okuması yapmak için…
Feminist sinema nasıl bir şey olarak tezahür edebilir peki? Bu konuda özellikle 90’larda yazılmış çok fazla metin var (Rich, Lauretis, Johnston, Silverman). Kadın temsillerinin anlatıdaki konumuna odaklanan Bechdel testine (2) benzeyen ve “toplumsal cinsiyet duyarlılığının” kadraj, yakın plan çekimlerin kullanımı, obje/sübje üzerindeki odak süresi gibi değişkenlerle ölçen Menkes testi gibi testlerle de karşılaşmak mümkün. (3) Bu noktada önemli bir film eleştirmeni olan Ruby Rich’in sorduğu soruların önemli olduğunu düşünüyorum:
“Film nasıl üretilmiş, hangi ekiple çekilmiş, niyet ne, (kadın) özneyle ilişkisi nasıl, nasıl dağıtımı yapılıyor, nerede gösteriliyor, hangi seyirci için yapılmış, ne kadar erişilebilir, seyirci tarafından nasıl karşılanıyor?” (1978–79, 1980, 1991).
Yani sadece anlatı değil, kamera arkasındaki başka elementler de işin içine dahil oluyor feminist bir film okuması yapmak istediğimizde. Bu açıdan bakıldığında Hollywood yapımı olarak hızlı tüketim için üretilen pek çok filmi kategori dışında bırakmak mümkün. Rich önerdiği “ideal” feminist filmlerin şu ortak motifleri/özellikleri de barındırdığından bahsediyor:
- Validative (onaylayıcı): gerçekçilik, kadınların meselelerine odaklanma,
- Correspondence (karşılık gelme/tekabül): farklı filmlerin ve narrative’lerin birbiriyle konuşması;
- Reconstractive (yeniden yapıcı): genre’lar arası geçişkenlik
- Medusan (humor): kadınların son gülen olması (Medusa’nın kahkahası, dişil fantezi veya intikamın gerçekleşmesi) (4)
- Corrective realism (düzeltici gerçekçilik): hakikilik
Rich ayrıca feminist film eleştirisinin varolan patriyarkal diskurla yapılamayacağını, yeni bir diskur/dil sistemi kurulması gerektiğini öneriyor (1978–79, 1980, 1991, 70). Henüz yepyeni bir diskurumuz olmasa da, kendimizce yöntemlerimiz var diyebiliriz sanırım. Joe Soloway, yıllar önce TIFF’te yaptığı bir konuşmada kadın bakışının/nazarının nasıl bir şey olabileceği üzerine kafa patlatıyor.
İlk akla geldiği üzere, “erkek nazarının tam tersi değil” diyor ve ekliyor: Kadın nazarı başka bir sinematik dil ve üslup da önerir. Buna hislere, karakterlerin derinliğine ve bedensel olana odaklanma örnek gösterilebilir. Jeanna Dielman’ın Agnas Varda’nın pek çok filmi bu bahsi geçen hisleri “gösteren” örnekler olarak düşünülebilir örneğin, yeni dönemde Celine Sciamma’nın filmleri ve Almodovar’ın filmleri de.
Barbie ve Poor Things arasında
Özetle, feminist filmlerin büyük bir Netflix prodüksiyonu ya da pazarlama etiketinden öteye geçebilmesi için gerçekten derinlikli olarak başka karakteristiklere de sahip olması gerekiyor. Bu yüzden Barbie filminde bir tuhaflık var değil mi?
Yıllarca kız çocuklarının beyaz ve sıfır beden olması gerektiği algısını dayatan Mattel Greta Gerwig’in yönettiği bir film prodüksiyonuna girişiyor. İlk duyurulmaya başladığı andan itibaren bir reklamcılık harikası olan bu yapım tabii ki o yılın çok konuşulanları arasında yer alıyor (Barbieheimer dalgasından bahsetmek istemiyorum bile). Ama esasında, bu film ben ve benim gibi film delilerinin yıllarca izlediği 90’lar popüler gençlik filmi plotlarından çok farklı değil: bir gün varolan düzen bozulur, bu düzeni yeniden tahsis etmek isteyen ana karakter bir yolculuğa çıkar, yolculukta kendi de değişir ve artık o dünyanın bir parçası olmak istemediğini, o dünyanın da değişmesi gerektiğini fark eder, finalde yeni bir hayata başlar. Bu arada aşık olur, olmaz, çeşitli insanlarla tanışır.
Tüm bu bildiğimiz kahramanın yolculuğu akışıyla alay da eden, bir şeyleri tam tersine çevirmekten başka bir şey yapmayan (kadınların daha güçlü olduğu bir dünya, hiç aklımıza gelmemişti!) Barbie ne yeni bir bakış vaadediyor, ne de Barbie estetiğinin dışına taşabiliyor. Bu yüzden de kadın bir yönetmenin yönettiği, bir oyuncak firmasının para döktüğü bir yapım olmaktan öteye geçemiyor.
Anlattığı hikâyenin çarpıcılığıyla eşdeğer, göz alıcı bir görselliğe sahip olan Poor Things (Zavallılar), cerrah babası tarafından acımasızca deneylere kurban edilmiş Godwin Baxter’ın (Willem Dafoe), yani aslında bir nevi Dr. Frankenstein tarafından yaratılmış bir “tanrının” kendisinin de tıpkı babası gibi Frankenstein’laşmasıyla başlıyor.
Aynı dönemde ve The Guardian metninde sık sık bahsedilen Poor Things’e değinmemek olmaz. Bir çeşit kadın özgürleşmesi odaklı Frankenştayn filmi olarak hayatımıza düşen bu filmin de reklam çalışmaları aylar aylar öncesinde festivallerde yapılmaya başlandı. Yunan “garip dalgasının” (5) starı diyebileceğimiz Lanthimos’u daha Hollywood ve büyük prodüksiyonlu işlerde görmeye alıştık ne de olsa. Pek çok kadrajı ve mizanseni Metropolis’e benzetilen, esasında deli bir bilim insanının kontrolden çıkan bir deneği olarak portre edilen Bella Baxter, eve hapsedilmiş bir uyuyan güzelden, (6) “tutsak bir prenses”ten kendini keşfeden “özgür bir kadına” dönüşüyor.
Peki, çok güzel. Ama bu arada yakın planlarla parça pinçik olan, bakılasılıkla özdeşleştirilen kadın bedenini; femme fatale’leşen kadın karakteri ve oldukça konvansiyonel çekilmiş sevişme sahnelerini ne yapacağız?
Beyaz perdenin arkasında hâlâ çok fazla kadın taciz ediliyor
Sonuç olarak, sinema matematik görünen kontrol listelerine dayalı bir şekilde okunamayacak kadar çok yönlü ve değişkenli bir yapı. Prodüksiyonun nerede, hangi kaynakla yapıldığından nasıl bir ekiple yapıldığı, reklamının nasıl yapıldığına kadar pek çok farklı element mevcut. Bu açıdan, yönetmenlerin kiminle nasıl çalıştığı, erkek oyuncuların tacizci olup olmadığı, hatta hangi rol için kimin seçildiği gibi meseleler önemli hale geliyor.
Harvey Weinstein ve film sektöründe tetiklediği #Metoo dalgası, (7) Blue Is the Warmest Color filminin setinde kadın oyuncuların saatlerce süren sevişme sahnesinde nasıl suistimal edildiklerini aylar sonra söyleyebilmeleri (8) ve Transparent dizisinin ana oyuncusu Jeffrey Tambor’un cinsel taciz iddiaları dolayısıyla diziden ayrılması, (9) aklıma gelen büyük birkaç olay sadece. 2023’te yayımlanan Celluloid Ceiling Report’a göre, kadınlar en çok hasılat yapan 250 filmde yönetmenlerin, yazarların, yapımcıların, yönetici yapımcıların, editörlerin ve görüntü yönetmenlerinin içinde yüzde 22 oranda temsil ediliyor ve işin kötüsü 1998’den bu yana genel olarak sadece yüzde 5 puanlık bir artış olmuş. (10)
Yani hepimizi büyüleyen bu beyaz perdenin arkasında hâlâ çok fazla kadın taciz ediliyor, sömürülüyor ve kesinlikle yeterince istihdam edilmiyor. Dolayısıyla bir filmi “feminist” yapan kriterler konusunda daha seçici ve gözü açık davranabilir, daha çok soru sorabiliriz. Zira feminizm sadece altı boşaltılıp güzel makyajlandıktan sonra satılacak bir imajdan fazlasını sunuyor.
Dipnotlar
1) En son The Guardian’da çıkan yazının çevirisi.
2) 2021 yılında fikirce.com’da yayımlanan, “Sinemadaki Kadın Rolü: Bechdel Testi”
3) Menkes listesi: POV, çerçeve, kamera hareketi, ışıklandırma, hikâyedeki pozisyon.
4) Helene Cixous’nın The Laugh of the Medusa (Medusa’nın Gülüşü) başlığını taşıyan kitabından…
5) Kasım 2023’de Curzon90’da yayımlanan, “A Helpful Guide to the Greek Weird Wave” liste.
6) Bu referansı vermem boşuna değil. Tanrı/Babası Bella’yı kloroformla bayılttıktan sonra yatağına taşındığı sahne Uyuyan Güzel’i çağrıştıracak şekilde dizayn edilmiş.
10) New York Women in Film & Television’da yayımlanan “Status of Women in the Industry” başlıklı makale.