Share This Article
İşgallere uğramış ve gerilimler arasında kalmış bir ülke Polonya. Ele geçirilecek bir toprak parçası olarak görülen, konumu nedeniyle Doğu ve Batı Avrupa arasında sınır kabul edilip zaman zaman bir karakol hâline getirilmeye çalışılan bir yer.
Tarihî ve coğrafî konumuyla, bahsi geçen gerilimlerin ortasında kalışıyla, sıcak ve soğuk savaşlardan yıpranarak çıkan Polonya’nın uzak ve yakın geçmişi edebiyata da yansımıştı. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin kurduğu gaz odalarından ve toplama kamplarından kurtulan, 1951’de evinde gaz soluyarak intihar eden Tadeusz Borowski, Polonya’nın 1945 öncesi ve sonrası durumunu, ülkede 1930’ların ikinci yarısından itibaren hüküm süren Nazi zulmünün ortasında insanların hayatta kalma mücadelesini, “Kızıl vebayı bekliyoruz, bizi kara vebadan kurtarsın diye” özetlenen ikilemlerini, zalimler kadar mağdurların da kötülüğe bulaştığı zamanları anlattığı metinleriyle çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla Polonya’nın yakın tarihinin bir tanığı olarak kaleme kâğıda sarılıyor; gerçekleri kurmaca hâline getiriyor ve ölümü kutsayanların önüne tarihî hakikatlerle dikiliyor. Toplu Öyküler, bu anlamda hem Polonya hem de dünya edebiyatı için önemli bir noktada duruyor.

İnsanı insana kırdıran düzenin anlatımı
Savaşın bitmesini ve özgür kalacağı günü düşleyen toplama kamplarındaki insanların, hem tektipleştirilmesini hem de sınıfsal ayrımcılığa maruz bırakılmasını anlatan Borowski’nin öykülerindeki ana tema, kötülüğün sıradanlaştırılması ve bunun hemen herkesin kanına işlemesi. Yazar, yaşamından parçaları doğrudan kattığı öykülerinde hem bir karakter hem de anlatıcı ve tanık olarak çıkıyor karşımıza.
Askerî ve politik savaşın, yaşam mücadelesiyle beraber yürüdüğü bir dönemin ve ülkenin anlatıcılığına soyunuyor Borowski. İnsan avının Polonya’dan Avrupa’nın hemen her noktasına hızla nasıl yayıldığını aktarıyor. Bu, aynı zamanda insandan ve insanlıktan uzaklaşma anlamına gelirken kötülüğün önündeki engellerin kaldırılışına denk düşüyor. “İnsanı eksiksiz yansıttığı” söylenen şiirden uzaklaşınca toplama kampları ve gaz odalarının kapıları açılıyor, insanı insana kırdıran bir düzen işlemeye başlıyor; güzel dünya içinde kime yer olup olmayacağına karar verenler savaşı şiddetlendirirken getto ve kamplardaki yaşama uğraşı her şeyin önüne geçiyor. Kampların altın kuralı ise gerçeklerin üzerini örtüyor:
Kampın yasası buydu, ölüme giden insanlar son âna dek aldatılırdı. Bu, gösterilmesine izin verilen tek merhamet biçimiydi.
Borowski, öykülerinde Varşova-Berlin arasındaki karanlık koridorda var olma uğraşına yoğunlaşırken kimi anlarda birer direnişçi kimilerinde ise bir izleyici olan karakterler yardımıyla tanıklığını sürdürüyor. Buna şehirlerdeki gürültünün, gettolar ve kamplardaki sessizliğin anlatımı da dâhil.
Borowski’nin gerçeklerle örülü hikâyelerine şiddet hâkim. “Her şey yapılabilir” önermesini ya da şiarını ete kemiğe büründüren Nazilerin eylemlerini içerden biri; kamplarda esir tutulmuş bir tanık olarak anlatan yazar, “nihai çözüm”e giden yolu betimlerken “tek devlet, tek millet ve tek lider” ülküsünün hayata nasıl geçirildiğini neredeyse gün gün aktarıyor.

‘Temizlik” ve ‘tedavi’ zamanları
Ne olursa olsun yaşama ve insan kalma ikileminde çoğunlukla ilkinin seçildiği bir dönemin anlatımına soyunuyor Borowski. Metinlerde türlü türlü suçlara bulaşan ve bunları belli bir mantığa oturtanlar var:
Bu atavik taşkınlığın içinde de başka bir dünyadan bir insan duruyormuş, insanlar arasında bir danışıklı dövüş olmasın diye komplo kuran bir insan, dünyada yağma olmasın diye hırsızlık yapan bir insan, insanlar öldürülmesin diye öldüren bir insan.
Borowski, 1940’ların dünyasını, Avrupa’nın dört bir yanını saran “temizlik” ve “tedavi” harekâtının inceliklerini öyküleştirirken ironiyi de elden bırakmıyor:
Baksana, nasıl da özgün bir dünyada yaşıyoruz, Avrupa’da insan öldürmemiş ne kadar az insan var! Ve diğer insanların öldürmeyi arzu etmediği ne kadar az insan! Biz ise bir diğer insana duyulan sevginin, insanlardan arınmış bir huzurun ve içgüdülerden arınmış bir dinginliğin var olduğu bir dünyanın özlemini çekiyoruz. Anlaşılan, sevginin ve gençliğin yasası böyle.
“Dünyanın insana gülümseyen mantığının” nasıl da kaybolduğunu ya da anlaşılamadığını kanıtlıyor Polonya’da (ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’da) yaşananlar. Savaşın, gaz odalarının ve toplama kamplarının yıkıcılığını bir kenara bırakarak olup biteni “ilginç” diye niteleyen, hatta bunlardan keyif alan bir grup “insan” bile var. Ahlakın ve vicdanın sükût ettiği, kötülüğün en tepeden en aşağıya yayıldığı bu zaman diliminin dehşetli hikâyesinin içine atıyor bizi yazar. Bu hikâye, savaş ve soykırımla olduğu kadar, 1945 sonrasındaki yersiz-yurtsuzluk hissiyle ve büyük göç dalgalarıyla da şekilleniyor. Hikâyenin diğer tarafında ise savaşın ardından gelen değerlendirme ve iç hesaplaşma yer alıyor. “Ocak Saldırısı” öyküsünün anlatıcısı tam bu noktada bulunuyor:
Üçümüz de bu savaşta ahlakın, ulusal dayanışmanın, vatan aşkının, özgürlük, adalet ve insan onuru duygusunun insanın üstünden çürümüş bir paçavra gibi lime lime döküldüğünü savunarak şairle, suskun karısıyla ve (klasik filoloji öğrenimi görmüş) hanım arkadaşıyla hararetli bir tartışmaya girdik. İnsanın kendini kurtarmak için işleyemeyeceği bir suç olmadığını söyledik. İnsanın kendini kurtardıktan sonra gittikçe daha önemsiz nedenlerden, sonrasında görev saydığından, daha sonra alışkanlıktan, nihayetinde de bundan zevk aldığından suç işliyor olduğunu söyledik. Bize tüm dünyanın bir toplama kampı gibi olduğunu, güçsüzün güçlü için çalıştığını, şayet çalışmaya gücü yoksa ya da çalışmak istemiyorsa ya çalacağını ya da öleceğini öğreten çetin ve çileli toplama kampı yaşamımızdan pek çok öyküyü şevkle anlattık.
Hangi eylemin insanca hangisinin insanlık dışı sayılacağının bulanıklaştığını, çelişkilerin şiddeti artırdığını ve bilinçaltındaki kötülüğün dışavurumunu anlatan Borowski, dönemin körleşen ve körleştirilen insanını resmediyor. Uzun lafın kısası, kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verenlerin hüküm sürdüğü, kimin hayatının “değerli” kiminkinin “değersiz” olduğunun belirlendiği bir zaman dilimindeki büyük karanlığı hatırlatıyor hepimize.
Toplu Öyküler, Tadeusz Borowski, Çeviren: Seda Köycü, Everest Yayınları, 384 s.