Share This Article
Romanlarında, gerçekliğin toprağından ayrılmadan kurmacanın sınırlarını zorlayan; anlatma ve yaratma direnci geliştiren, meydana getirdiği karakterlerin kendileri ve çevreleriyle hesaplaştığı bir olay örgüsü kotaran, bireylerin atomize hâli ve kirlenmişliğini işleyen Juan Jorgé Saer, Latin Amerika edebiyatında özel bir yere sahipti.
Saer, yüzeyselliğin çekimine kapılanları anlatırken felsefeyi, psikolojiyi, politikayı ve toplumsal gerilimleri gözden uzak tutmamıştı. Çeperdekileri, merkezde durmak için elinden geleni ardına koymayanları ve karambole itilenleri karşımıza çıkarırken kaosun ve düzenin hem inceliklerini hem de hilelerini anlatmıştı. Dolayısıyla kurbanların ve katillerin, maktûllerin ve faillerin müphemleştiği ortamları resmetmişti.
Saer, yeryüzünün hemen her noktasını sömürgeleştirmek isteyenlerin ve onların boyunduruğuna girmeyi reddedip isyan bayrağı açanların hikâyesini de anlatmıştı. Merhametsizliğin ve vicdansızlığın sıradanlaştığı dönemlerde, avın ve avcının yer değiştirme ihtimaline dair kalem oynatırken yabancılaşmadan ve yersiz-yurtsuzluktan dem vurduğu metinlerinde, vahşi ve modern ayrımına yönelenlerin ikiyüzlülüğüne de yer vermişti metinlerinde.
Sergio Chejfec’in ifadesiyle “bir anlatı seyrüseferi kuran” Saer, Bulutlar’da 1800’lerin başında gerçekleşen bir yolculuk hikâyesiyle buluşturuyor bizi. Hikâyenin bir tarafında, Paris’te öğrenim görüp hocasını takip ederek Arjantin’e gelen genç psikiyatrist Real, diğer tarafında onunla birlikte Buenos Aires’in kuzeyindeki bir akıl hastanesine doğru yola çıkan beş hasta, bir rehber ve muhafızlar, öbür tarafında ise kafilenin karşılaştığı fırtınalar, yangınlar ve Kızılderililerin saldırıları bulunuyor.
‘Kışın ilkbahar hayaleti yarattığı’ bir zamanda
Saer, on beş gün süren ve Real’in otuz sene sonra kaleme aldığı bir yolculuğu hikâyeleştiriyor Bulutlar’da. Bu yolculuğu, doktorun beş hastayla bir hastaneye doğru zorlu koşullarda gitmesinin yanında, hastaların öyküsünün ortalığa saçılması; başka bir deyişle kafilenin başına gelenlerin yanı sıra doktorun yanındakileri “hasta” eden koşulların varlığı ve bunların sorgulanmak üzere yazar (ve elbette Real) tarafından gözler önüne serilmesi özel kılıyor.
Real’in, “delilerin”, rehberlerinin ve onlara eşlik eden muhafızların başrolde olduğu Ağustos 1804’teki yolculuk, “bedene değil, ruha acı veren hastalıkların uzmanı” doktorun deyişiyle “kışın ilkbahar hayaleti yarattığı” bir zaman diliminde gerçekleşiyor.
Doktor Real, gördüğü öğrenim sırasında hocalarından, “akıl hastalıklarının çoğunlukla insanın ruhundan, bazen de çevresel koşullardan kaynaklandığına” dair fikirler işitiyor. Hocalarından birinin, “hastalara ev ortamı sağlama” amacıyla Buenos Aires’in kuzeyinde açtığı hastanedeki tedavilere de bu fikirler hâkim.
Real, hastanede tedavi görenlere ilişkin yaptığı belirlemede, “delilerin” ve “sağlıklı” insanların dünyası arasındaki farkı ortaya koyuyor:
Gerçeğe bütünüyle bağlı kalmak istiyorsam şunu da belirtmeliyim ki bize emanet edilen hastaların büyük çoğunluğu, bedensel açıdan son derece sağlıklı görünüyordu. Bütünüyle çılgın imgelemlerince yaratılmış ve genellikle başkaları tarafından anlaşılamayan özel bir dünyanın içinde, söylendiği üzere, aklı başındakilerin katlanmak zorunda olduğu doğal işlerden korunuyor gibiydiler. Görüntülerin dünyasında kistleşmiş kendi dünyalarına yerleşip her maddeyi tehdit eden çürümeyi değil de bitimsiz bir kuruma, pişme süresi bildik aletlerle saptanamayacak yavaş bir yanma yaşıyorlardı sanki.
Real’in 1804’te başlayan ve otuz yılın ardından hatırladıklarını kâğıda döktüğü yolculuğun son durağı bu hastane. Real ve yanındakiler için bu süreç hayli zorlu. İşin güçlüğü yalnızca dış etkenlerden kaynaklanmıyor, “delilerin” varlığı, daha doğrusu “sağlıklıların” dünyasına uyumsuzluğu da başlı başına bir mesele: Taşan ırmak, çıkan yangın, kafilenin uğradığı saldırılar ve fırtınalar misali “delilerin” dünyasında hava bir bulutlanıyor bir berraklaşıyor.
Yol arkadaşlarının hastalıkları ve olup bitenler karşısında Real’in verdiği tepkiler de zorlu seyahate dâhil. Diğer bir deyişle “delilerin” aşırılıkları, değişen huyları ve değişken ruh hâlleri de bu yolculuğun bir parçası: “Dengeli” ve “uyumlu” insanların dünyasında gelgitli ve isyankâr hastalar olarak öne çıkıyor onlar. Uyuşukluklar, melankoli, saldırganlık, ani yükselişler, düşüşler ve kimi zaman anlamlandırılması güç hareketler, yolculuğu çetrefilleştiriyor.
Yolculuğun bir başka önemli yanı, Real’in kitaplardan öğrendiklerini sınaması ve daha fazlasını gözlemleme imkânı bulması:
Akıl hastaları, sağlıklı insanların bedenleriyle yapamayacağı şeyleri yapabilir. (…) Ruh hastalıkları söz konusu olduğunda, o sıkıntıyı çekenlerin tutumları da kelime dağarcıkları da sağlıklı insanlarınkinden her açıdan farklıdır.
‘Hiçbir şey delilik kadar bulaşıcı olamaz’
Real, yol boyunca yanındaki hastaların hikâyesini öğreniyor, onların dünyaya bakışını ve etrafında yaşananları “anlamlandırışına” tanık oluyor. Ardından, “hiçbir şey delilik kadar bulaşıcı olamaz” dediği durumun, kişiden kişiye nasıl farklılık gösterdiğini gözlemliyor. Bu süreçte, kendisini nasıl gördüğünü de not ediyor hatıratına:
Beş hastamla kendimi sirk hokkabazları gibi hissediyordum, hani bir masanın üstünde beş tabağı aynı anda kenarlarından döndürürler de her biri dikey konumda, düşüp kırılmadan sürekli hızla dönmeye devam etsin diye birinden ötekine koşturmak zorunda kalırlar ya, ben de tıpatıp öyleydim.
“Aklın deliliğe yol açtığını” bizzat yaşayarak ve görerek öğrenen doktor için hastalarıyla yaptığı yolculuk, söz konusu gerçeği pekiştiriyor. Bir diğeri ise şu:
Akıl hastalığı, felsefeciler beğensin beğenmesin, olayların akışını en az istenç kadar, hatta belki daha da fazla, gönlünce değiştirebilir.
Real, hastaneye sağ salim teslim etmek istediği kişilerle yol alırken durumun nezaketinin farkına varıyor. Yaşadıkları her olay, en ufak bir gerilim ya da taşkınlık, doktoru “deliliğin” bulaşıcılığı konusuna geri döndürüyor:
Birçok insan deliliğin bulaşıcı olduğunu düşünür: Öyleyse bunun nedeni bir delinin çevresindekilerin onunla aynı belirtileri göstermeye başlamasından çok, deliliğin onunla yaşamak zorunda olanları değiştirerek normal zamanda görünmeyecek özel belirtileri ortaya çıkaracak kadar yıpratıcı bir şey olmasıdır…
Yolculuğun kendisi ve hastaların yaşananlara verdiği ya da vermediği tepkiler, Real için klinikte veya hastanedeki gözlemleri aratmayan bir tecrübe. Hatta bazı anlarda daha fazlası. Mesela Kızılderili saldırılarında veya karşılaştıkları yangında, hastaların beklenmedik ya da asla hesapta olmayan davranışları, doktorun kitaplarda ve derslerde bulamayacağı şeyler. Dahası, “delilerin” son bilinç kalıntısıyla kendisini dinlemesini umması da yolculuğu absürt kılanların başında geliyor.
Saer’in Bulutlar’da anlattığı, Real’in hastalarıyla gerçekleştirdiği yolculuk, aynı zamanda “deliliğin” teşhisine, adlandırılmasına ve bu kişilerin zapturapt altına alınmasının tarihine doğru bir seyahati çağrıştırıyor.
“Sağlıklı” insanlar tarafından, bir düzen için âdeta hapsedilen “deliler”in, bir hastaneye doğru götürülüp kapatılması, Saer’in uzun yıllardır sürdürülen bu eylemi sorguladığı ve okura da sorgulatma amacı güttüğü bir hikâyeye dönüşüyor.
Söz konusu yolculuk kimin, kime ve neden “deli” dediğini, “sağlıklı” insan-“deli” ayrımını düşünmemizi sağlıyor. Bu anlamda önyargıları da kapatılarak aidiyet duygusu yok edilen insanların toplumdaki konumunu ve varlığını da gündeme getiren Saer; “deli” denenlerin değişken, hayli akışkan ve beklenmedik eylemlerle dolu dünyasını hatırlatırken gerçekte kimin “hasta”, kimin “sağlıklı” olduğunu da sorduruyor ister istemez.
Bulutlar, Juan Jorgé Saer, Çeviren: Orçun Türkay, Olvido Kitap, 164 s.