Share This Article
Sibel Oğuz’un ilk kitabı Annem, Zeytin ve Çay geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Eksik Parça Yayınları tarafından yayımlanan kitap, ele aldığı konularla günümüz insanının en temel sorunlarını işliyor. Arka planında aile kurumuna, toplumsal hayatın içinde kız çocuğu olmaya, eğitim ve çalışma hayatında yaşanan zorluklara bütünlüklü bir pencereden bakan Oğuz ile günlük hayatta sıklıkla karşılaşabileceğimiz meselelerle yüklü kitabını konuştuk.
Annem, Zeytin ve Çay adlı ilk öykü kitabınızla için Feridun Andaç, “Sibel Oğuz’u edebiyatımıza yeni bir ses olarak taşıyor,” diyor. Peki, Oğuz’a bu kitabı yazdıran ne oldu?
Sorgulayan, kolay kabullenmeyen, haksızlıkları sindiremeyen biriyseniz dünyaya, yaşadığınız topluma ve çevrenize ayak uyduramıyorsunuz. Uyum sağlamak zorunda kaldığınızda ise bir iç hesaplaşma başlıyor. İnsanın en büyük savaşı kendisiyledir. Kendinizle yüzleşemediğinizde kaçış yolları ararsınız. Bu yol sizi kendinizi nerede güvende hissederseniz oraya götürür. Tam da bu noktada yazı benim güvenli bölgem, sığınağım oldu diyebilirim. Bu kitap, rolleri toplum ve sosyal çevreleri tarafından belirlenen kişilerin ortak duygularından hareketle yazıldı. Annem Zeytin ve Çay, bir iç hesaplaşmanın sonucunda doğdu diyebilirim.
Karakter oluşumunda babanın rolü
Annem, Zeytin ve Çay’da toplam on sekiz öykü var. Ayrıştıkları meseleler farklı olsa da birçok öykünün aile bireyleri, özellikle de baba karakteri üzerinden yürütülen bir iç hesaplaşmayla birleştiğini söyleyebiliriz. Benzer hesaplaşma hallerini yaşayanlar okuduğu her öyküyle kolayca duygudaşlık kurabilir. Bu kitap da benzer halleri yaşayan birinin kaleminden çıktı diyebilir miyiz?
Bir çocuk kendi dünyasını oluşturmaya ilk önce ebeveynlerinin yerini belirlemeyle başlar. Onları konumlandırdığı yeri onlarla olan ilişkisine göre belirler; güçlü veya güçsüz, iyi veya kötü, otoriter yahut demokratik olarak. Annenin daha edilgen olduğu ataerkil toplumlarda baba rolünün çocuk karakterinde daha baskın etkisi olduğunu düşünüyorum. Çocukların iletişim dilinde bile buna rastlarız bazen, sokak oyunlarında çok duyarız ya, “Benim babamın arabası daha büyük…” gibi.
Dolayısıyla babanın eylemleri çocuğun dünyasındaki yerini belirler. Yazan birinin empati ve gözlem yönünün gelişmiş olması gerekir. Benim baba karakterlerim çoğunlukla gözlemlerim sonucunda oluştu. Bir dönem sosyoloji atölyesi bünyesinde gençlerle çalıştım ve onların babalarıyla olan ilişkilerini gözlemledim. Maalesef babalar çoğunlukla benim kahramanlarımla benzerlik gösteriyordu.
Kendi babama gelince birlikte çok vakit geçirememenin vermiş olduğu özlem var. Ben çocukken babam ticaretle uğraşıyordu ve sürekli uzak şehirlere gidiyordu. Onu evde hep misafir olarak görürdüm. Sabahları uyandığımda gitmiş olurdu. Merhamet, paylaşım ve affetmeyi babamdan öğrenmiş olsam da hayatınızda en büyük boşluk nedir, diye sorarsanız kuşkusuz babam derim. Erken bir tarihte aramızdan ayrılması ise bende sanırım baba hassasiyeti oluşturdu.
Tolstoy, dünyanın en ünlü giriş cümlesiyle başlattığı romanında, “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir,” der. Katılmamak elde değil ancak yine de benzer coğrafyalardaki toplumlarda “kendine görelik” de benzerlik gösterebiliyor. Örneğin, feodal bir toplumda kız çocuğu olmak, muktedirin Türk olduğu yerde Kürt, Rum ya da Ermeni olmak, beyazların dünyasında siyah olmak… Sizin hikâyelerinizde de mutsuz aileleri görüyor ve bu ailelere mensup bireylerin sessiz çığlıklarını duyuyoruz. Edebiyat yoluyla yükseltilen bu seslerin bir çıkış yolu oluşturduğunu, mutluluğu da mutsuzluğu da farklılaştırdığını düşüyor musunuz?
Birçok şeyin, belki de kısmen huzurun ve hatta son zamanlarda güzelliğin bile satın alınabilir olduğunu düşünüyorum. Para, sorunları kökünden çözmese de öteler. Öykülerimin çoğunun çıkış noktasının sınıf çatışmasından doğduğunu söyleyebilirim. Maddi problemler ve güç egemenliği bireyi toplumun dışına iten en önemli sebeplerdendir diyebilirim. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde kişinin kendini gerçekleştirmesi için öncelikle temel basamaklardaki birtakım ihtiyaçlarının -fiziksel ihtiyaçlar, barınma, yiyecek, güvenlik ve sevgi- gerekir. Kişi ancak piramidin en üst basamağına varınca kendini gerçekleştirmiş olur.
Dolayısıyla kahramanlar, adil olmayan yaşam koşullarında bu ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamadıkları için kendini gerçekleştirme fırsatı bulamamış bireylerdir. Topluma dâhil olamamış, toplumun dışında tutulmuş insanların hikâyeleri de kendi içinde farklılık gösterse de bu hikâyelerin yarattığı duyguların ortak olduğuna inanıyorum. Mutluluk bulaşıcı mıdır bilmiyorum ama yaşam mücadelesi, kaygısı bulaşıcıdır diye düşünüyorum.
Feodal yapıdaki bir toplumda kız çocuğu olmak elbette zor, hatta çok güç bir durum. Erkek egemen toplumlarda kadının alanı, sınırları, seçme hakkı ve eş seçiminin başkaları tarafından belirlenmiş olması, o kişinin -birey demiyorum- hayata 1-0 geriden başlaması demek. Kadın meselesi büyük bir sosyolojik problemdir ve hakim sınıfın sorunun çözümüne dair yaklaşımları samimi değildir.
Her yıl özgürlük mücadelesi veren kadınların ölümle sonuçlanan yazgısı erkek egemen feodal yapının devam ettiğinin en somut göstergesidir. Hâlbuki bu toprakların genetiğinde, inanç dünyasında kadın da erkek kadar toplumsal hayatta söz sahibidir. Bu arada küçük bir not düşmek isterim. Doğuda yetişmiş biri olarak özgürlüğe bakış açımı ve verdiğim önemi annemden edindim diyebilirim. Annem özgürlükçü bir kadındı ve babam onun bu yönüne hep saygı duydu.
‘Düşüncelerinize sınır koyamazsınız’
“Fanus” adlı öykünüz, gaz lambası alevinin, içinde bulunduğu fanustan kurtulup kontrolsüzce yayılma isteğini aktarıyor: “İtiraf etmeliyim ki yaşamı, isli bir fanusun içinden seyretmek gücümü kamçılıyor, buradan kurtulur kurtulmaz yapacaklarımı düşününce içimi bir heyecan kaplıyor.” Bunu, bir insanın duygularına yoracak olursak kendi fanusumuzda bizi kamçılayan ve açığa çıktığımızda yapacaklarımız ne olurdu?
“Fanus”, gücü kıstırılmış bir alevin yayılma ve her şeyi ele geçirme arzusunu anlatıyor. Kitaptaki neredeyse bütün kahramanların hepsinde özgürleşememenin verdiği bir başkaldırı söz konusu. Dolayısıyla “Fanus”, bir özgürlük mücadelesi öyküsü diyebiliriz. Sınırlarımız çoğu zaman toplum, sosyal çevremiz ve hatta ailemiz tarafından belirlenir. Kişinin elinden özgürlüğü alındığı zaman içinde bir isyan büyür ve o isyanı sürekli bastırmaya çalışır fakat bir süre sonra kontrol edemez hale gelir. İşte o zaman asıl tehlike başlar. Şehirleri yok etmeye kadar gider. Bunu kişisele indirgersem, özgür olmazsam yazamazdım. Yazmak özgürlük gerektirir. Düşüncelerinize sınır koyamazsınız. Bir süre sonra söz geçiremediğinizi fark edersiniz. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi mutlak özgürlüğü yakalamak çok zor. Benim de aşamadığım sınırlarım elbette var. İnancım beni özgürleştirse de muhafazakâr bir çevrede yaşamak yazdıklarımın sınırlarını kısmen belirliyor.
“Deliliğin Yasaları” öykünüzdeki anne karakteri için “Seccadesi dışında kimseye boyun eğmedi,” diyorsunuz. Sizin kaleminizden tarihe feminist bakış açısıyla düşülmüş bir not olarak okuyorum bu cümleyi. Hangi mecrada olursa olsun meselelere feminist metodolojiyle bakmak nasıl bir fark yaratıyor?
Deliliğin yasaları yazım sürecinde beni ağlatan bir öykü. Zihinsel engelli bir çocuk önce şu sözleriyle kendini sorguluyor; “…ben büyüyordum, pantolonum küçülüyordu fakat aklım neden çocuk kalmayı seçmişti…” ardından, “… yana taranmış saçlarımı bir hışımla dikleştirdim, tarak darbesine boyun eğemezdi,” diyerek dünyaya başkaldırıyor. Seccadesi dışında kimseye boyun eğmeyen bir kahramanın yazarı olarak kadın haklarını savunuyorum elbette. Bir kadın olarak hemcinslerimin sorunları benim de sorunlarımdır kuşkusuz. Bu noktada sözcüklerin gücüne inanarak bu konuyu yazmaya devem edeceğim. Bir gün, bir yerde, birilerine dokunacak muhakkak.
İlk kitabı yayımlanan bir yazarın eserinin çok kısa zamanda ikinci baskı yapması gurur verici bir durum. Rüzgârı böylesine arkanıza almışken yazmaya devam edecek misiniz?
Yazmadan bir hayat artık mümkün değil. Hayati bir organ gibi, onsuz yaşayamazsınız. Profesyonel anlamda yazı hayatıma girdiği zaman birçok şeyi kenara itti ve yüreğimin merkezine yerleşti. Yazmak insanın başına gelebilecek en güzel şey. Derdi sözcükler olan birini susturmak onu hayata ve kendine küstürmek olur. Tam da kendimle barışmışken bir daha küsmeye hiç niyetim yok.
Yazıyorum, yazacağım ve yazmalıyım çünkü yazmak özgürleştirir.
Annem, Zeytin ve Çay, Sibel Oğuz, Eksik Parça Yayınları, 2023.