Share This Article
Kurmaca hikâyelerin ve yaşamın bir kenarında duran, bilinçaltına ve bilince ilişen bir durum var: Bedenin yok olması ya da yok edilmesi. Başka bir deyişle ölümden sonra bedene ne olabileceğiyle ilgili sorunun tetiklediği aklî ve ruhî gerilim.
Söz konusu sorunun ve gerilimin zihni meşgul etmesine neden olan şeylerin başında ise bedenin yenme ihtimali geliyor. Bunun yaşamda, kurmacada ve mitolojide karşılığı var. Hayatta kalmak için ölmüş arkadaşlarını yiyenler, etrafındakileri yiyip bitiren kurmaca karakterler, mitolojide insan tüketen Tanrılar, gulyabaniler ve hortlaklar. Bunların tamamı, yenme korkusunu ve yeme tedirginliğini ete kemiğe büründürüyor. Yamyamlar da bu hikâyelerin bir noktasına eklemleniyor. Böylece yaşamdan sanata ve mitolojiye uzanan bir köprü kuruluyor.
Cadıların Uçuşu, Francisco de Goya; (1789) Prado Müzesi, Madrid
Kevin J. Wetmore Jr., “İnsan Yiyen Canavarlar Hakkında Mitler ve Hikâyeler” alt başlığıyla yayımlanan Ölü Yiyiciler’de, Antik Yunan’dan İran’a, yeryüzündeki çeşitli katliamlardan tarihteki kimi yamyamlıklara, mitolojiye ve popüler kültüre, sanattan Tibet’teki geleneklere dek pek çok örneğe uzanıp bahsi geçen korkuya ve tedirginliğe dair çözümlemeler yaparak yeme cesaretini ve yenme dehşetini gözler önüne seriyor.
Beden ve onu tüketen arasındaki ilişki
“Ölüm oburdur, biz de ölüm tarafından tüketiliriz” diyen Wetmore, bunun besin zincirinin ve sindirimin bir çeşidi olduğunu hatırlatırken insanı dehşete düşürenin, “Ne tarafından yeneceğiz?” sorusu ve buna verilen yanıtlar olduğunu not ediyor.
Ölüm, bir şey tarafından yenme anlamına geliyor sonuçta. Ancak Wetmore’un dikkat çektiği hikâye başka:
Ölü yiyen canavarları hayal etme ve onları yaratmaya dair bir geçmişimiz bulunur. Cesetlerin köpekler, akbabalar, sırtlanlar ve diğer hayvanlar tarafından eşelendiğine tanık olan insanlar; canavarımsı varlıkların da aynısını yaptığını kafalarında canlandırabilir. İnsanlık tarihi süresince, hayatta kalmak için ortaya çıkan yamyamlığın hikâyelerini duyarız. Bu hikâyeler genellikle kıtlık dönemlerinde ya da bulunabilen tek yemeğin o kişiden önce açlıktan ölmüş insanlardan ibaret olduğu dönemlerde geçer. Aylarca filika üzerinde mahsur kalan denizciler, savaş ve kış mevsimi süresince açlıkla mücadele eden toplumlar ya da dağlarda mahsur kalmış kurtarılmayı bekleyen insanlar olsun tarih, yaşamak için ölüleri yemek zorunda kalan birçok insanın hikâyesiyle dolu. (…) Kendimizin ya da başka insanların ölümü fikri bizlerde bir kaygıya ve korkuya yol açar. Ancak ölüm bir son değildir. Bedenin algılanma şekli ve ona nasıl davranıldığı (özellikle kültürün içerisinde sembolik ve mit olarak) toplumun ölümü ve bedeni nasıl anlamlandırdığını gözler önüne serer.
Bu soru ve sorunlar etrafında dolanırken ölü yiyicileri ve bedenin yenmesini mitolojik, tarihsel ve çağdaş açıdan ele alan Wetmore, meselenin psikolojik ve kültürel boyutunu incelerken hikâyeleri, gerçekleri ve inançları getiriyor karşımıza.
Beden ve onu tüketen arasında, zaman zaman ritüele varan ilişkiyi incelerken ölü için nihai sona, onu yiyen için yeni bir başlangıca denk gelen sürece yoğunlaşan Wetmore, Tanrılara, hortlaklara, canavarlara, özel güçlere sahip varlıklara ve kerameti kendinden menkul insanlara dikkat çekiyor. Kısacası yem olan ile onu yiyerek yücelenler ve bir kutsallığa erişenler arasındaki bağı inceliyor.
Bir mezara, gökyüzüne ya da mideye ölü gömme fikri veya inancı, bedenin tüketilmesindeki esas itici güçlerin başında geliyor. Bunun farklı coğrafyalarda farklı şekillerde gerçekleştiğini hatırlatıyor Wetmore. Söz konusu eylem, mitolojik ve dinî bir kökene dayanabiliyor. Yazar, Yunan mitolojisinden bir örnek veriyor:
Yunan mitolojisi; insanların, sevdiklerini sadece Tanrılara değil aynı zamanda düşmanlarına da yedirdikleri hikâyeleri anlatır. Atreus ve Thyestes akrabalarına ceset yedirenlerin hikâyelerinin sadece bir örneğidir. Bir diğer örnek ise Procne’nin kocası Tereus’un kız kardeşine tecavüz etmesinin intikamını almak için kendi oğlu Itys’i öldürüp kocasına yedirmesidir. Tereus, oğullarının da yemeğe katılmasını istediğinde Procne, Itys’in en başından beri tecavüzcü babasının içinde olduğunu söyleyerek oğlunun kafasını Tereus’a gösterir.
Yalnızca mitoloji değil, dinlerde de ölü yemenin hem atalarla hem de Tanrı’yla buluşma anlamına geldiğini anımsatıyor yazar:
Hâlâ bazı dini geleneklerde, insan yiyen Tanrılar ve Tanrıları yemeye teşebbüs eden insanlar bulunur. Örneğin bazı Aztek Tanrıları ölüleri yer. Meksika’da, günümüz Aztekleri arasında bir çalışma yürüten Timothy Knab, Aztek kozmolojisi içinde ceset yemenin yer aldığını keşfetmiştir. (…) Din, genel anlamda, ilahi olanı tüketme arzusu -üstünlük elde etme amacıyla tanrıyı bir şekilde kendi içine alma arzusu- ve birinin Tanrılar tarafından yenebileceği veya bir Tanrı tarafından yenmeye ya da sevdiklerimizin yenmesine sebep olunabileceği korkusu arasında bir gerginlikten ibarettir. Kendi çocuğunu öldürüp Tanrılara ikram eden Tantalos’tan, kurallara uymayanı hayatta kalması için yamyamlıkla tehdit eden ve O’na uyulmadığında da insanları yamyamlığa mecbur eden Tanah’ın Tanrı’sına ve Aztek tanrılarına kadar her hikâyede, inandığımız Tanrıların bizi yiyebileceğinden ya da bizlerin içerisine yamyamlığı sokabileceğinden korku duyarız. Buna karşılık, Dionysos, İsa ve Aghoriler de din içerisinde bir gerginliği ortaya koyar; ancak tüketerek ve et yiyerek -bazen de Tanrı’nın etini yiyerek- mümkündür kurtuluşumuz.
‘Yamyamlık istilacı bir eylemdir’
Hakikat ve fantastik olanın birbirine karıştığı ölü yeme eylemlerine dair anlatılan hikâyelerin hangisinin gerçek hangisinin uydurma olduğunu çözmenin zorluğundan dem vuran Wetmore; paganları, yamyamları, İskandinavya ve Britanya başta olmak üzere pek çok mitoloji örneğini anımsatıyor. Dolayısıyla gerçekler masallaştırılabiliyor, masallar ve mitoloji de gerçekmiş gibi kabul edilebiliyor. Nesiller boyu aktarılan hikâyeler de bu muğlaklıktan payını almakla birlikte, yaşamı hâl yoluna koymanın bir aracına dönüşüyor. Cadılar, canavarlar, çocuklar ve ebeveynler arasındaki yarı gerçek yarı kurmaca yeme ve yenme ilişkisi de böyle şekilleniyor. Yazar, bunu destekleyecek bir mim koyuyor:
Grendel ve Ogreler, Kuzey Avrupa kültürlerinde kıtlığın yarattığı tehlikeleri temsil eder. İkisi de daha sonradan Hıristiyan kültürü ile harmanlanmış pagan canavardır. İki canavar da cesur, akıllı ve güçlü bir kahraman tarafından alt edilebilir ancak önce karışıklık çıkarmaları gerekir. Çocukları ve savaşçıları yemeleri, topluma ayak uyduramayacaklarının ve engellenmeleri gerektiğinin de göstergesidir. En sonunda Grendel de Ogreler de mağlup edilmiştir. Onlarla beraber yamyamlıklarının sonu gelecek ve böylelikle yeni bir refah dönemi başlayabilecektir. Bu pagan canavarları yenmek aynı zamanda Hıristiyanlığın da doğuşudur çünkü yenecek yeni bir beden ortaya çıkmıştır: İsa’nın bedeni. Avrupa kültürlerinde, İsa’nın bedenini tüketen kişiler, bir köpeğin başına sahip olsa bile din değiştirerek toplumda yer edinebilecektir. Bunu yapmayanlar ise (Grendel, Ogreler ve Draugrlardan bahsediyorum) öldürülecek ve malvarlıklarına el koyulacaktır (ki bu da bir tüketim yöntemidir).
Yazarın bahsettiği bu örneklere gulyabanileri ve hortlakları eklemek mümkün. Mitolojik kahramanlar ve canavarlar gibi onlar da yaşamı düzenlerken ölüm ve ölüm sonrasında beden sorununu “mantıksal” bir çerçeveye oturtma rolü üstleniyor. Aynı zamanda korkuyu ve tedirginliği diri tutmada hayatî bir görevle karşımıza çıkıyorlar. Bu korku ve tedirginlik, bazen masum insanlara bazen de Wendigoların yaptığı gibi sömürgecilere yöneltiliyor.
Wetmore; canavarlardan, gulyabanilerden ve mitolojik yaratıklardan bahsettikten sonra “İnsanları yamyamlık yapmaya ve ceset yemeye iten koşullar nelerdir?” sorusunu yanıtlamaya uğraşıyor. İşgallere karşı direniş için, tıbbi amaçlı, defin sırasında ölünün yakınları tarafından yenmesiyle ortaya çıkan, kurban verme, siyasi saiklere dayanan ve hayatta kalmak için yapılan yamyamlıklarla beraber, Richard Sugg’un bir sözünü hatırlatıyor yazar: “Yamyamlık istilacı bir eylemdir ve tüketmenin nihai aşamasıdır.”
Gerek fantastik ve mitolojik ölü yiyiciler yaratmamızın gerek yamyamlığın altında yatanlar ne olabilir? Wetmore, bu sorunun arı duru bir yanıtının bulunmadığını bilerek bir yorumla çıkıyor karşımıza:
Cennetimden Bakarken’de, Alice Sebold şöyle yazar: ‘Katiller birer canavar değil, insandır ve bu da onların en korkunç yanıdır.’ İçimizdeki karanlıkla mücadele etmek için canavarlar yaratırız ama bu bizi birer canavar yapmaz. Benzer şekilde, kurban verme ve siyasi yamyamlıkta da olduğu gibi onların en güçlü yanlarını ve özelliklerini kazanmak için bir şeyler tüketiriz. Peki öyleyse, neden sık sık ceset yiyenleri konu alan anlatıları tüketiyor ve yamyam katilleri topluma mal ediyoruz? Buna bir cevabım yok ancak bunun tam tersinin doğru olduğuna inanıyorum: Tükettiğimiz şey hâline gelmemek için onu tüketiyoruz.
Bedeni yok etme ve içselleştirme, bedeni bedenle arındırma ve bir ritüel gerçekleştirerek Tanrılar ve atalarla bağ kurma, yaşama gibi amaçlarla ölü yemenin kültürel, dinî ve mitolojik yönünü anlatan Wetmore, yiyerek bir başkasına dönüşenlerin hikâyeleriyle buluşturuyor bizi. Bu manada Ölü Yiyiciler, hem bir hafıza tazeleme kitabı hem de cesedi tüketmenin kökenlerini hatırlatan bir çalışma.
Ölü Yiyiciler, Kevin J. Wetmore Jr., Çeviren: Selin Kurugül, Ayrıntı Yayınları, 224 s.