Share This Article
Peter Stamm, yarattığı karakterler ve onların hikâyesiyle birbirini tamamlayan, daha doğrusu birbirine küçük göndermeler yapan; karakterlerin gerçekleştirdikleri ve gerçekleştiremedikleriyle var olmasını sağlayan romanların yazarı.
Stamm, zamanın ağırlığını sırtına yüklediği kişilerin mutluluğu, mutsuzluğu ve huzursuzluğuyla şekillenen hikâyeler kotarıyor. Bazen duracak kadar yavaşladığı bazen hızla aktığı hissine kapıldığımız zaman, yazarın metinlerinde karakterler ve olaylar kadar önemli bir öğe. Hatta yaşamı sadeleştiren ve kimi anlarda karmaşıklaştıran bir unsur.
Aşkları, yılgınlıkları, arayışları, umudu, âni değişimleri, özgürlük tartışmalarını, yoksunlukları, boşluk hissini, geçmişin tortularını ve gelecek kaygısını ortaya çıkarıp derinleştiren bir mesele.
Stamm’ın yalın anlatımı, yaşamın gösterişten uzak özüne denk geliyor; bu anlamda o da roman karakterleri gibi arıyor, bocalıyor ve bunu sakin biçimde ifade ediyor metinlerinde. Başka bir deyişle dünyadan ve zamandan uzaklaşmıyor, bu yakınlığı hem olay örgüsüne hem de karakterlere nüfuz ettiriyor.
Zaman konusuyla birlikte bocalama, arayış, boşluk, ikilem ve değişimin yarattığı sancı Stamm’ın yeni kitabı Duyguların Arşivi’nde yine ön plânda. Romanın başkarakteri, senelerce çalıştığı gazete arşivinden uzaklaşınca daha doğrusu, işini kaybedince alışık olduğu şeyi evinde yapmaya niyetleniyor ve belgeleri oraya taşıyarak hem bilgilerin yükünü sırtlanıyor hem de hatıralarında yaşattığı çocukluk aşkını aramaya koyuluyor. Bir bakıma günü kurtarmaya ya da yaşamaya uğraşırken geçmişin ve eksik kalanların benliğinde meydana getirdiği sarsıntıyı atlatmaya çabalıyor.
“Stamm, zamanın ağırlığını sırtına yüklediği kişilerin mutluluğu, mutsuzluğu ve huzursuzluğuyla şekillenen hikâyeler kotarıyor.”
‘Mutsuzluk gibi gelen bir mutluluk hissi’
Stamm’ın, başkarakterin geçmişe bakışı ve gecikmiş bir gelecek kurma arayışı üzerinden şekillendirdiği Duyguların Arşivi, zamanın hızlı akışını ve kuşatıcılığını ortaya koyduğu bir roman.
Arşivinde tanımlanmamış, saptanmamış ve saptanamayacak çok şey olan anlatıcı, ileri doğru yürürken geriye bakıyor. Gördüğü, daha doğrusu gördüğünü sandığı kişi ise yaramaz çocuk gülümsemesiyle Franziska. Aradığı, düşlediği, yokluğunu duyumsadığı ve yanında hissettiği bir insanın düşü karşısında anlatıcının, eli gibi kendisi de boşlukta asılı kalıyor. Gerçeğin ve hayalin birbirine karıştığı o anda bir hakikat onu silkeliyor:
Havanın soğukluğu bedenimi her zamankinden fazla hissetmeme neden oluyor; her şey çok net ve gerçeküstü. Mutsuzluk gibi gelen bir mutluluk hissediyorum.
Stamm’ın anlattığı hikâye yarım kalmışlığa, ihtimallere ve geçmişin eksik parçalarını tamamlama arzusuna denk geliyor. Anlatıcı, Franziska’yla yaptıklarını hatırlayıp noksanlıkları zihninde nasıl tamamlayacağını düşünürken geçmişteki konuşmalar, yürüyüşler, sessizlikler ve vedalar takılıyor aklına.
İşten atılıp sevgilisinden vazgeçtiği günden beri insanlardan uzakta ve evindeki iki boyutlu zamanda, tarihe ve geçmişine gömülen anlatıcı, yapmayı bildiği tek şeyi yaşamının merkezine koyuyor:
Arşiv yalnızca dünyayı yansıtmaz, dünyanın bir kopyasıdır; kendine ait bir dünyadır. Ayrıca gerçek dünyaya kıyasla kendi içinde bir düzen barındırır. Her şeyin yeri bellidir, ne aranıyorsa biraz pratikle hemen bulunabilir. Arşivin gerçek amacı budur: Var olmak ve düzeni sağlamak.
“Sonu hüsranla bitecek yeni maceralara ve deneyimlere atılmaktansa hatıralarıyla yaşamayı seven” anlatıcı, dertlerini de mutluluklarını da Franziska’yla paylaşıyor; hem gerçekte hem de hayalinde büyük yer kaplıyor bu eski aşk.
Hayatını, yaptığı ve bildiği en iyi iş gibi yaşayan; zihninin arşivlerinde kendisini bulan ve bundan mutluluk duyan anlatıcı, eskiye bakıp geçmişi eşelerken son derece huzurlu. Oradaki düzeni ve hatıraları tekrar tekrar görmek ona güven veriyor. İlgilendiği arşivlere benzer şekilde, geçmişi dosyalıyor; hikâyesini kategorilere ayırıp başlıklar hâlinde bölümleyerek hayali raflara koyuyor. Bazen o hikâyedeki bulanıklık ve boşluklara takılsa da geriye doğru yürüyüşünü kararlılıkla sürdürüyor. Gözünü diktiği, daima canlı tuttuğu ve zihninden hiç eksik etmediği anılar aracılığıyla yaşamla bağ kuruyor. Daha doğrusu, neredeyse sadece onlarla ve onlar sayesinde yaşıyor.
Anlatıcı, dünyanın döndüğünü ara sıra dışarı çıktığında fark ediyor. Bunun haricinde, anılarla sabitlediği bir yaşam sürerken “kendi ellerimle yarattığım ve kendimi hapsettiğim, zindan gibi bu arşivden nefret ediyorum,” diyor. Franziska’nın hastalandığı zamanı hatırladığı için bu tepkiyi veriyor belki. Onu medyadan takip ettiği ve belli bir mesafede durmak zorunda kaldığı için tepkisi katmerleniyor.
İhtimaller ve hayaller denizi
Uzak ve yakın geçmişin benliğini kuşatmasına izin veren anlatıcı, hatıraların kendisini aldatıp aldatmadığından şüpheleniyor. Zihninde büyüttüğü ve yeterince karşılık bulamadığı aşk da çelişkilerini ve öfkesini artırıyor. Ancak meselenin başka bir boyutu daha var:
Hayatımı metinleri düzenleyip sınıflandırmakla geçirdim ama kendi hayatımda düzen yok. Tesadüfen üst üste binen ve ardında iz bırakan yaşantıların, karşılaşmaların, kararlarının birikimi bu. Orada burada bir düzen var gibi görünse de her şey yanılsamadan ibaret. Tıpkı bulutlarda gördüğümüzü sandığımız ama aslında bizzat dünyanın biçimsizliğinden korktuğumuz için uydurduğumuz hayalî şekiller gibi. Ama belki, hayatımdaki her şeyin envanterini yapmaya başlarsam çok bir şey çıkmayacağından korkuyorumdur.
Günlük yaşamıyla arşivlerdeki hatıralar arasında gidip gelen; ikilemlere düşen ve gerilimlerle boğuşan bir adamla yüzleşiyoruz. Hayatındaki dağınıklığı, arşivlerindeki düzenle aşmaya çalışan bir karakter bu. Franziska’yla gelgitli ilişkisi de bahsi geçen dağınıklığa dâhil:
Franziska’yı düşünürken geçmişteki o aşkı değil, daha ziyade kafa karışıklığı, gerginlik ve tüm bunların altında yatan tuhaf bir boşluk hissediyorum.
Akan yaşam ve arşivlerde bulunan hatıralar arasındaki farka benzer biçimde, anlatıcının zihninde yarattığı ve gerçek Franziska arasında, benzerlikler kadar ayrımlar da var. Bu da onun gerginliğini artırıyor.
Dünyayı büyük bir dosya olarak gören, kendisi de yarattığı böyle bir evrende yaşayan anlatıcı, özgürlüğü ve huzuru burada buluyor. En büyük gerilimi ise Franziska’yla kesintiye uğramış aşkı. Zamanını bu noksanlığı gidermeye harcarken geçmişin sayfalarını açıp toz bulutlarının arasında kalıyor:
Bugün nehir kenarında otururken hayatımın en mutlu anlarında hep yalnız olduğumu fark ediyorum. Aslına bakılırsa hüzün verici bir düşünce bu. Peki neden böyle? Kendime yettiğim için mi? Eskiden çok okurdum, gerçek dünyadan ziyade hayal dünyasında yaşardım. Şimdiyse kendi dünyamı kendim yaratıyorum. Hayal gücüm bana dilediğim her şeyi veriyor. Gerçeklik hiçbir zaman yetmiyordu; geriye her daim, şeytanla anlaşma yaptığım, Franziska’nın beni sevdiği, birlikte olduğumuz, her şeyin kolay olduğu ve her şeye kolaylıkla erişebildiğim bu hayalî hayatımdan şüphe kalıntıları kalıyordu.
Geçmişte kalan bir şeyin her an sonlanma ve yeni bir şeyin başlama olasılığı, anlatıcının yaşamını sekteye uğratıyor. Geçmişe bir sünger çekmeye çalışırken sakin, düzenli ve sıradan eski hayatını özlemesi ise mevcut gerilimi ve çelişkiyi derinleştiriyor. Ardından, Franziska’yla beraber olsaydı yaşamının nasıl şekilleneceğini düşünen anlatıcı, arşivden çıkıp önce ihtimaller, sonra hayaller denizine giriyor.
“Stamm’ın anlattığı hikâye yarım kalmışlığa, ihtimallere ve geçmişin eksik parçalarını tamamlama arzusuna denk geliyor.”
Duyguların Arşivi’nde, bugünde yaşarken diri tutmaya çalıştığı hatıralarıyla konuşan ve onlarla nefes alıp veren bir karakterin hikâyesiyle buluşturuyor bizi Stamm. Hâliyle gerilimler, çelişkiler, arayışlar, boşluğa düşmeler ve anılarla örülmüş duvarlar çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla anlatıcının duygusal savruluş ve salınımlarıyla, gelgitleri ve gerginlikleriyle yüzleştiğimiz bir romana imza atıyor.
Duyguların Arşivi, Peter Stamm, Çeviren: Ufuk Tonka, Delidolu Yayınları, 120 s.