Share This Article
İskoçyalı yazar Alasdair Gray’in aynı adlı romanından uyarlanan film, Victoria Dönemi’nin yani 1800’lerin sonunda geçiyor. Mary Shelley’nin zamanlar ötesi romanı Frankenstein’dan esintiler taşıyan, bir yanıyla son yılların hem ana akım hem de art house anlatısına damga vuran bir büyüme hikâyesi var karşımızda.
Anlattığı hikâyenin çarpıcılığıyla eşdeğer, göz alıcı bir görselliğe sahip olan Poor Things (Zavallılar), cerrah babası tarafından acımasızca deneylere kurban edilmiş Godwin Baxter’ın (Willem Dafoe), yani aslında bir nevi Dr. Frankenstein tarafından yaratılmış bir “tanrının” kendisinin de tıpkı babası gibi Frankenstein’laşmasıyla başlıyor.
İntihar eden hamile bir kadını ölümden döndüren, karnındaki bebeğin beynini onun beynine yerleştirip kadına yeni bir hayat bahşeden tanrı, Bella Baxter’ı (Emma Stone) yaratıyor. Bir yetişkin bedenine sahip ancak bir bebeğin beyninden komut alan Bella, film boyunca zihinsel olarak gelişip büyüyor ve bunu yaparken de etrafındaki dünyayı keşfediyor.
Godwin, yarattığı, bir canavara hiç benzemeyen, canavarı evinin ve laboratuvarının güvenli alanına hapsedip onu kendince dünyanın tehlikelerinden korumak istiyor. Ona göz kulak olması için de başına asistanı yaptığı, tıp öğrencisi Max McCandles’ı (Ramy Youssef) dikiyor. Hatta aradan çok geçmeden dış dünyaya merakı giderek artan Bella için karar veriliyor…
Patriyarkaya başkaldırı
Bella ve Max evlenecek, hem Bella güvende olacak ve tanrısı Godwin’in gözü arkada kalmayacak hem de her ne kadar etrafındaki iki erkek tarafından bir deney gözüyle bakılsa da genç güzel ve çekici bir kadın, yaşadığı döneme uygun olarak ona biçilen elbiseyi giymiş olacak. Fakat günün sonunda Bella, kendisine yazılan bu kadere boyun eğmeyecek…
Çünkü filmin sorduğu sorulardan birinin cevabı, aslında hem tanrısını hem de onun yardımcısı olan sözlüsü Max’i alt edip, Lizbon’dan başlayarak İskenderiye’ye uğrayan sonra Paris’te devam eden ve en sonunda bambaşka biri olarak Londra’ya dönen Bella’nın başkaldırısında gizli: Toplum kurallarından, genel geçer ahlâk anlayışından, her türlü baskından, patriyarkanın öğrenilmiş (daha doğrusu öğretilmiş) çaresizliklerinden uzakta var olan özgür bir beden ve taze bir zihin kendi iradesiyle hareket ederse ne olur?
Bella ismi güzel kadın anlamına geliyor. Burada güzel sıfatını tırnak içine almakta fayda var çünkü hikâyenin yaratıcısı Alasdair Gray’in odağında bu kavram var.
Bella’nın Godwin ve Max tarafından kilit altında tutulduğunu fark ettiği anda onu (sonsuz merakı, kilit altında tutulması zor bedensel keşifleri ve fişek gibi gelişen zihinsel kapasitesinin de yardımıyla) kendisiyle birlikte Lizbon’a bir macera yolculuğuna çıkmaya kolayca ikna eden kurnaz avukat Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo), filmin hedef aldığı patriyarkanın, son zamanların gözde tabiri “kırılgan erkekliğin” toptan vücut bulmuş hali.
Zihinsel ve bedensel bir yolculuk
İnsan eliyle yaratılan bir canavar olan Bella, gerçek dünyanın sonsuz zevkle dolu yanını dizginleri olmadan keşfederken önce etrafı tarafından yoğurulan bir hamur gibi… Duncan’la yaşadığı bedensel hazla birlikte etrafındaki gerçeklerle de yüzleşmeye başlayan Bella, şahit olduklarının da yardımıyla bir çeşit hızlandırılmış eğitimden geçiyor adeta.
Zihni toplumun kurallarıyla zincirlenmemiş bireyler hele de tek başına bir var olma macerasına atılan bir kadının bu yolda yaşadıkları aslında izleyici için zorlu bir seyir deneyimine dönüşüyor. Filmin içerdiği yoğun cinsellik, çıplaklık ve şiddet de festival yolculuğuna başladığından beri tartışmaların odağında.
Zavallılar, kendi zihinsel ve bedensel yolculuğuna çıkmış, özgür, önyargısız, genelin öğütüldüğü toplumsal değirmenden varoluşundaki aykırılık yüzünden kaçabilmiş Bella Baxter’ın bir kişi ama en çok da bir kadın olarak evrimini, dönemi fütüristik bir masal evreni gibi resmederek aktarıyor. Filmin siyah beyaz dünyası Bella’nın dünyası renklendikçe renkleniyor, geniş açılarda bile daralan odaklar, “güzel” canavarımız insanlaştıkça giderek derinleşiyor.
Burada güzel sıfatını tırnak içine alıyoruz çünkü yazının hemen başında bahsettiğimiz tartışmaların odağında aslında bu var. Feminist bir anlatıya sahip olan filmin merkezinde yer alan Bella Baxter’ın deyim yerindeyse bir arzu nesnesi olarak resmedilmesi bu anlatıya zarar verip, temelde yer alan erkek egemen düzen eleştirisini hafifleten ve gerekli sertlikten uzaklaştıran bir öğe olarak da ele alınabilir aslında.
İnsan eliyle yaratılan bir canavar olan Bella, gerçek dünyanın sonsuz zevkle dolu yanını dizginleri olmadan keşfederken önce etrafı tarafından yoğurulan bir hamur gibi…
Emma Stone’un büyük bir başarıyla canlandırdığı Bella Baxter karakterinin “male gaze” (Eril bakış) olarak tanımladığımız bir bakış açısıyla resmedildiği yönündeki eleştiriler gerçeklikten pek de uzak değil.
En basit sözlük tanımıyla, “Feminist teoride “male gaze” görsel sanatlarda ve edebiyatta kadınları ve genel anlamda tüm dünyayı erkeksi, heteroseksüel bir bakış açısıyla, heteroseksüel erkek izleyicinin zevki için cinsel nesneler şeklinde tasvir etmek”ten bahsediyoruz.
Ana akım sinemada “male gaze”in sıkça güzelce ambalajlanıp “öyle değilmiş gibi” yapıldığı örnekleri saymak mümkün. Zavallılar’da ise bu durum sanki anlatıyı kör göze parmak bir vurgulama amacıyla bilerek film boyunca tekrarlanan bir yönetmen tercihiymiş gibi görünüyor.
Belki de yazıda tam buraya ufak bir not düşmek gerekiyor: Filmin sadece başrol oyuncusu olmayan aynı zamanda yapımcılığını da üstlenen ve Zavallılar’ın yaratım sürecinde her anlamda en büyük söz hakkı paylarından birine sahip olan Emma Stone’un az önce saydığımız eleştirilere bir cevabı var.
Değişimle birlikte anlatısını destekleyen şehir
Stone, filme yönelik bu eleştirileri cevaplarken yapımda en az erkek paydaşları kadar hatta daha fazla söz sahibi olduğunu söylüyor ve Bella Baxter karakterine yönelik bu söylemin doğru olmadığını vurguluyor.
Zavallılar, Bella’nın yolculuğunun bölümlere ayrılıp, her bölümde geçirdiği değişimle birlikte anlatısını destekleyen şehir / mekân tasvirlerinin değişen kamera tercihleri, renk geçişleri ve yaratılan görsel dünyanın da evrilmesiyle ilerliyor.
Filmin sonlarına doğru ise Bella’nın geçirdiği değişim ve final sahnesi yukarıda bahsettiğimiz hafifleşme ve etik olarak sorgulanabilecek hamleyle bir nevi muğlaklaşıyor. Filmin gemi yolculuğu bölümündeki kinizm yüklü sohbette konuşulanlar gerçeğe dönüşüyor.
Cerrah babası tarafından acımasızca deneylere kurban edilmiş Godwin Baxter, kendi canavarını yaratıyor.
Aslında alt metninde epeyce bir sınıf bahsi de bulabileceğimiz (Godwin Baxter’ın geniş maddi imkânları, Bella’nın gerçek kimliği ve yeniden doğuşunda bile sahip olduğu olanaklar ve aksi durumda izlediğimiz hikâyenin yaşanılabilirliğinin imkânsız hale gelmesi gibi) Zavallılar, mutlu mesut finaliyle bize katarsisimizi “gümüş bir tepsiyle” sunarken yeni “bebek” Felicity’nin (Margaret Qualley) varlığı ve Alfie Blessington’a (Alfie Blessington) biçilen kader soru işaretleri doğuruyor.