Share This Article
Hafta başında İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nün ziyaretçilere açılacağı haberi sosyal medyada büyük tepkilere yol açtı. 12 Şubat Pazartesi günü kararın uygulamaya koyulması sonucunda, ziyaretçiler üniversite havasını solumak için bu köklü kuruma âdeta akın etti. Dersliklerde, kürsüde ders anlatıldığı esnada fotoğraflar, videolar çekildi. Haliyle durum üniversite öğrencilerinin tepkisiyle karşılaştı.
Sosyal medya üzerinden durumu protesto eden öğrenciler, yaşanan absürt durum karşısında bir basın açıklaması yaptı. Kararı kabul etmediklerini dile getiren öğrenciler, güvenlik endişesi duyduklarını ve kampüslerin öğrencilerin güvenli bölgesi olması gerektiğini belirtti.
Kararın absürtlüğü hakkında sosyal medyada binlerce yorumun gelmesinin ardından üniversite yönetimi karara ilişkin bir açıklama yayımlama ihtiyacı duydu ve bu açıklama daha büyük bir tepkinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Açıklamada, “Yerleşke ziyaretinde, üniversitemizin eğitim-öğretim ve idari işleyişini bozacak etkinlikler (piknik, grup aktiviteleri vb.) yapılamayacak, ziyaretler sadece kültürel amaçlı gerçekleştirilecektir,” denmekteydi.
Bu açıklamayla, piknik ve grup aktivitelerinin olabileceği ihtimalini püskürten üniversite yönetimi kararın sınırlamaya tabi olduğu ve ziyaretlerin randevu sistemiyle, güvenlik kontrolünden geçerek ve yalnızca hafta içi 13.00-16.00 saatleri arasında yapılabileceği bilgisini kamuoyuyla paylaştı.
Fakat öğrenciler hâlâ durumdan rahatsız ve üniversite kampüslerinin kendi özerk bölgeleri olduğu fikrini savunmaya devam ediyor.
Kamusal alan mı, özerk eğitim kurumu mu?
Tüm bu gelişmeler önemli bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Üniversite kampüsleri herkesin girebileceği kamusal alanlar mıydı, yoksa özerk eğitim kurumları mıydı?
Kamusal alan kavramını ele alan Jürgen Habermas ve Hannah Arendt gibi düşünürleri incelediğimizde, üniversite kampüslerinin birer kamusal alan olduğu düşüncesi ortaya çıkıyor. Çünkü kamusal alan toplumun her görüşünden insanın fikirlerini belirtebildiği bir mekân anlamına geliyor. Buradan hareketle, üniversiteyi bir duvarla çevrelemek ve “seçkinci” bir anlayış üzerinden tanımlamak hatalı bir bakış açısı oluşturacaktır.
Fakat günümüzde, Richard Senett’in de dediği gibi bir kamusal insandan söz etmek mümkün değil. Kapitalist toplumda inşa edilen ve toplumu oluşturan bireyler arasında oluşturulan duvarlarla kamusal alan ve kamusal insan kavramı ortadan kalkmış durumda. Özellikle, Türkiye gibi toplumsal kozmopolit mevcut bir yapının ve güvenlik açığının olduğu ülkede, bu durum daha görünür biçimde ortaya çıkıyor. Kamusal alan, kurtarılmış bölge kavramlarını toplumsal yapının mevcut durumlarına göre değerlendirme ihtiyacı da buradan doğuyor. Bu da öğrencilerin endişelerinin haksız ve yersiz olmadığının en önemli göstergesi aslında.
Sonuç olarak kamusal alanı halkın tüm kesimlerine açma fikri yanlış olmamakla birlikte, bunun belirli bir plan çerçevesinde ortaya konmaması, aşamalara yayılarak uygulanmaması da bir Türkiye “sistemsizliği”nin örneği olarak gözüküyor.
Apartman üniversiteleriden niteliksiz mezunlar
Tüm bu tartışmaların bizi üniversiteyle ilgili esas olarak yoğunlaşmamız gereken bağlamdan uzaklaştırdığını söylemek de mümkün.
Günümüzde üniversite öğretim üyesi kadrolarına iktidar eliyle niteliksiz ve bilimdışı kişilerin yerleştirilmesinin, üniversitelerde bilimin, sorgulamanın ve özgür düşüncenin ortadan kaldırılmaya çalışılmasının bir göstergesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Üniversiteler gün geçtikçe bilim üretilen alan olma özelliğini yitirirken her yıl binlerce “niteliksiz” mezun veriyor. Türkiye’nin her yerinde açılan “apartman üniversiteleri” de, devlet memuru olma özelliğinin yanında herhangi bir ayırt özelliği bulunmayan öğretim üyelerini barındırıyor.
Mantar gibi türeyen üniversitelerin yanı sıra, doçentlik kriterlerinin düşürülmesi sonucunda Türkiye üniversiteleri uluslararası sıralamalarda her geçen gün geriye düşüyor. Bir orta-lise eğitim kurumundan farkı kalmayan pek çok üniversite, bilimsel özerkliğini yitirmiş olmasının bedellerini ödüyor. Bu sürecin 1980’le başladığı ve kapıların o tarihten bu yana “muktedirlere” açıldığını da tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor.
“İktidar üniversitenin içine çoktan girdi”
Buradan hareketle, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsünün ziyaretçilere açılması konusunu Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Engin Akyürek ile konuştuk. Konuşmanın sonunda konu akademinin, iktidarlar tarafından yıllar içinde dönüştürüldüğü içler acısı duruma ve üniversitelerimizin varlıklarına sahip çıkmamız gerektiğine geldi…
11 Şubat Pazar günü İstanbul Üniversitesi rektörlüğü tarafından “Kapıları Geleceğe Açıyoruz” başlığıyla üniversite kampüsünün yerli ve yabancı ziyaretçilere açılacağı bilgisi paylaşıldı ve hafta başında uygulanmaya başlandı. Bu kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün İstanbul Üniversitesi sosyal medya hesabında bir güncelleme paylaşmış ve güncellemede sınırsız, her isteyenin girdiği bir durum olmadığı belirtiliyor. Hafta içi 13.00-16.00 arasında, tarihi bir alan olduğu için, ziyaretin Beyazıt kampüs bahçesiyle sınırlı tutulduğu belirtilmiş. Bunun sonucunca ziyaretçiler randevu alacak, randevu alanlar ise şahsi araçlarıyla kampüse giremeyecek ve güvenlik kontrolünden geçecek. Rektörlük, idari binalar ve eğitim öğretim mekânlarına girilemeyecek. Rektörlüğün açıklaması doğruysa eğer bence bunda herhangi bir sıkıntı yok.
Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Engin Akyürek.
Başka türlüsü cidden absürt bir şey olurdu. Bu düzenleme doğrusu bana makul geldi. Çocukluk yıllarımda İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsüne yakın, Vefa’da otururduk. Annem ya da babam beni alıp üniversitenin bahçesine götürürdü ve orada oynardım. Kapıda bekçi, güvenlik kontrolü gibi herhangi bir şey yoktu. Gider, bahçesine girer otururduk. Bu aslında iyi bir şey. Ama tabii dünya değişti. Bugünün dünyasında bu durum birtakım riskler barındırıyor. Eğer gelen misafirler önceden randevu alıp girebiliyorsa, ziyaretçi kartı takılıysa -rektörlük bunları yayımlamış sosyal medya hesabında- ve eğer girenlerin güvenlik kontrolü yapılacaksa bence bu kötü bir şey değil. Rektörlüğün yaptığı son paylaşımı gördükten sonra düşüncem değişti.
Kararın uygulanmasının ardından ders aralarında öğrencilerin fotoğraflarını çeken, derslere giren pek çok ziyaretçiye öğrenciler tarafından özellikle sosyal medyada tepki gösterildi. Böyle köklü bir kurumun ağırlığını bu şekilde yitirmesine neden olan tüm faktörleri geçmişten geleceğe nasıl değerlendirirsiniz?
İktidar zaten üniversitenin içine girmiş vaziyette çoktandır ve bunu da YÖK aracılığıyla yapıyor. Ama iktidarın şu anda böyle bir şeye ihtiyacı yok. Zaten rektör atamaları başlı başına iktidarın üniversitelerde olmasıdır. Yani ziyaretçi alma gibi bir şeye ihtiyacı yok iktidarın üniversitelerin içinde olması için.
YÖK’ün kurulmasından bu yana üniversiteler iktidarın müdahalelerine açık hale geldi ve hiçbir iktidar da bunu değiştirmiyor. Çünkü onların hepsinin işine geliyor, üniversitelere müdahale edebilmelerine zemin hazırladığı için. Dolayısıyla içi zaten boşalmış vaziyette üniversitelerin. Ben 2014 yılının sonuna kadar 22 yıl boyunca İstanbul Üniversitesi’nde çalıştım, meslek hayatım da orada başladı. 2014 yılından sonra Koç Üniversitesi’ne geçtim. Yani bu sürece de şahit oldum. Gerçekten hem eğitim hem idari olarak hem de eğitim kalitesi olarak üniversiteler artık eski üniversiteler değil.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümleri, Edebiyat Fakültesi gerçekten bilindik ve İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşundan bu yana var olan oluşumlardı ama YÖK’le beraber hepsi darmaduman edildi. Şu anda maalesef üniversiteler kelime anlamıyla üniversite olmaktan çıktı. Ama bunun bu durumla bir ilgisi yok, ziyarete bir anda açtılar, sonra herkesten çok büyük tepki gelince sınırlamalar getirildi…
Sosyal medyada yayımlanan her şey de her zaman doğru olmayabiliyor. Ders esnasında kalabalık bir grubun öğrencileri seyrettiği fotoğrafa çok kızmıştım ben de ilk gördüğümde ama rektörlüğün yaptığı açıklamaya göre film ya da dizi çekimi için ders arasında kontrol yapan bir grupmuş.
Herkesin kontrolsüzce ve hiçbir denetime tabi tutulmadan kampüse girip amfilerde dolaşması bir felaketti, onun olmayacağını gördüler ve iki gün sonra çok büyük tepkilerle karşılaşınca bu açıklamayı yaptılar.
“Üniversitelerde bilim mi kaldı?“
Siyasal iktidar üniversitelere doğrudan müdahale etmeyi ve üniversiteyi kontrolü altında tutmayı amaç edindi. Üniversite özerkliğinin ortadan kaldırılması bu ve benzeri girişimlere mi neden oluyor? Son yıllarda bu ve benzeri durumları nasıl ele almak gerekiyor?
Hayır o gerekçe doğru değil. Bu son açıklamaya bakılınca sadece kampüs bahçesinin ziyarete açık olması durumunda, diğer alanlara girilemeyecek. Yani dolayısıyla bu bahçede dolaşıp tarihi binaları görmek üzerine bir park hizmeti olacak ve bu insanları bilime yakınlaştırmaz tabii. Ya da üniversite bahçesinin ve kampüs ortamının görülmesine yönelik bir uygulama olabilir ve aslında bu da bilime yakınlaştırmaz. Belki üniversite kavramına yakınlaştırır insanları. Ama bilim kaldı mı ki zaten üniversitelerde?
Tabii çok değerli akademisyenler var ama sadece değerli akademisyenlerin olmasıyla iş yürümüyor. Onların bilim üretebileceği özgür ve ekonomik koşulları, finans kaynaklarını sağlayamıyorsanız zaten orada bir şeu üretilemiyor. Nitekim artık birçok bilim insanı da Türkiye’den ayrılıp yurtdışına gidiyor. Ama tabii sonuçta bunlar bizim üniversitelerimiz, İstanbul Üniversitesi ilk kurulan üniversite. Boğaziçi de yine çok önemli bir üniversite ama onu da gerçekten mahvettiler. Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin en iyi birkaç üniversitesinden biriydi, şimdi dünyadaki sıralamalarda da gittikçe geriye düşüyor.
Bu durumun en büyük sorumlusu YÖK… Günümüzde rektörleri direkt Cumhurbaşkanı atıyor, YÖK’e bile gerek kalmadı. Öğrencisi, hocası olmayan bölümler açılıyor. Buralara da kendi kadrolarını yerleştiriyorlar ve dengenin yitirilmesine neden oluyorlar. İstanbul Üniversitesi en eski üniversitelerden birisi; ben İstanbul Üniversitesi’ni ve binalarını çok severim. Edebiyat Fakültesi’ni, ana kampüsünü… Ve çok sevdiğim arkadaşlarım, meslektaşlarım da var İstanbul Üniversitesi’nde.
Bugün evet biraz kötü durumda ama ülkede her şey kötü, o da buna bağlı olarak kötü. Ama yine de çok da hırpalamamak gerekir. Yani üniversiteleri hırpalamak yerine YÖK’ü hırpalamamız gerekir, onların atadığı kişileri -hak ediyorlarsa- hırpalamak gerekir, Naci İnci gibi… Ama üniversitelerimizin ve oradaki akademisyenlerin arkasında durmamız lazım.
Ayrıca oraya giren ziyaretçi ne yapacak yani? Belirli kişileri içeriye sokup öğrencilere zarar vermelerini planlıyor olabilirler mi bilemiyorum ama aslında orada böyle bir sorun olduğunu da zannetmiyorum. Çünkü aslında zaten İstanbul Üniversitesi’nde karşıt görüşlü öğrenciler güvenliklerce destekleniyorlar.
Güvenlik görevlilerinin ideolojik olarak bir yeri destekliyor olması da aslında çok büyük bir problem. Ve üstelik bunların hepsi biliniyor, güvenlik görevlilerinin bir kısmı öğrencilere düşman. Tabii ki içlerinde öğrencilerle araları iyi olan, ideolojik bir taraf tutmayanlarını da tanırım fakat militanlaşmış olanları gerçekten büyük bir sorun. Bu durumda buraya da dikkat edilmesi gerekiyor, ziyaretler esnasında güvenlik kontrolü yapacak kişilerin de buna göre seçilmesi ya da denetlenmesi gerekiyor. Genel olarak bu kişilerin, işini profesyonelce yapacak, içeri girenleri uygun bir şekilde denetleyecek ve tehlikeli durumların önüne geçebilecek kişiler arasından seçilmesi gerekiyor.
Tabii şimdi ülkede neyi tutsanız elinizde kalıyor… Dediğim gibi ben çocukken girerdik kampüse hatta annem üniversitenin bahçesinde otururken hep benim de orada hoca olmam için dua ettiğini söyledi ben hoca olduğumda. Bunlar güzel şeyler…
‘Doğru bir iktidar gelse, üniversitelerin düzelmesi 20 yıl sürer‘
İktidar, üniversitelere müdahale ettikçe eğitimin öneminin vatandaş nezdinde azaldığına şahit oluyoruz. Hatta eğitim ve üniversitelerin prestijini ortadan kaldırmaya yönelik girişimler sonucunda pek çok üniversite öğrencisi okulu bırakıyor…
Tabii işsizlik de buna bir etken. Olur olmaz her yere altyapısız pek çok üniversite açılması sonucunda buralardan mezun olduktan sonra bu diplomaların çok da muteber karşılanmadığını da artık yavaş yavaş anlıyor insanlar.
Peki siz tüm bu uygulamaların sonucunda üniversitelerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Kısa vadede hiç olumlu görmüyorum. Kısa vade dediğim de belki 30 yıl. Çünkü üniversitelerimizin dünyada da tekrar üst sıralarda yer alması çok uzun sürecek. Bunun için yetkin bir iktidar gerekiyor. Yani YÖK’ü kaldıracak, üniversitelere bilimsel özerklik verecek, koşulsuz olarak mali kaynağını sağlayacak iktidar bugün gelse, 15-20 yılda üniversiteler çökümün eşiğinden kurtarılabilir.
Bir üniversite öğretim üyesinin yetişmesi yıllar alır. Üniversite eğitimi de öğretim üyeleri olmadan yalnızca binalarla sağlanmıyor. Bunu da uluslararası planda değerlendirmek gerekiyor, yani Türkiye’nin en iyi üniversitesi, en iyi uzmanı vs. şeklinde değil de, uluslararası planda rekabet edebilen, o üniversitelerle eşdeğer bilimsel düzeyde değerlendirmek gerekiyor. Bu düzeyde rekabet edebilecek noktaya erişilmesi durumunda üniversite vardır. Yani uzun zaman alır.
Şu anda üniversitelerin birçoğunun, özellikle yeni üniversitelerin çoğunun iktidar kadroları tarafından doldurulduğunu, doçentlik kriterlerinin ona göre kolaylaştırıldığını, kişiye özel atamaların yapıldığını biliyoruz. Yani kadrolar niteliksiz insanlarla dolduruldu.
Bir kısmı niteliksiz, bir kısmı gerici ve bilim düşmanı zaten. Bu insanlar devlet memuru olduğu için kadrolarını sonlandırmak da mümkün değil. Onların yerlerine nitelikli insanları almak da mümkün değil çünkü tüm kadrolar dolduruldu.
Bugün üniversiteleri tekrar üniversite haline getirme kararı alacak bir iktidar gelse üniversiteler uzun yıllar içinde tekrar üniversite olur.