Share This Article
8 Şubatta Bulanov geldi:
” Moskova’nın bütün ısrarlarına rağmen Alman hükumeti sizi Almanya’ya kabul etmiyor. (Sizi) İstanbul’a götürmek için kesin emir aldım .”
– Ama ben oraya gitmek istemiyorum ve Türk sınırında da bunu söylerim.
– Söyleseniz de bir şey çıkmaz. Türkiye’de kalacaksınız.
– Yani siz beni orada yerleşmeye zorlamaları için Türk polisiyle anlaşma mı yaptınız? “.
Kaçamaklı bir işaretle cevap verdi soruma, biz emir kuluyuz gibilerden.
“Hayatım” / Troçki (1)
20. yüzyılın en çalkantılı dönemlerinden birinde, dünya sahnesinde yükselen devrimci bir lider: “Lev Troçki”.
Hem devrimci başarılarıyla hem de yaşadığı trajik sürgünle tarih sayfalarına adını yazdırdı. Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda ve Bolşevik Devrimi’nin zaferinde kilit bir rol oynayan Troçki, Kızıl Ordu’nun lideri olarak da önemli bir askeri deha olduğunu kanıtladı. Ancak, iktidar mücadelelerinin acımasız savaşında Stalin’in yükselişiyle kaderi değişti; Hızla siyasi arenadan dışlandı ve bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Farklı ideolojik görüşleri ve Stalin’in yükselişine karşı çıkması, Troçki’yi düşman ilan etmek için yeterli bir gerekçe oldu. Bu, Troçki’nin Sovyetler Birliği’nden sürgün edilmesine ve uzun yıllar sürecek bir kaçış macerasına başlamasına ve hatta aynı sürgünde siyasi bir cinayette kurban gitmesine neden oldu.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Sürgünün ilk aşaması
Sürgündeki Troçki, dünyanın farklı köşelerinde barınma arayışına girdi. Bu zorlu süreçte, birçok ülkede yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Üstelik sürekli olarak Stalin’in emri altındaki suikastçıların tehdidiyle de baş etti.
Sürgününün en önemli ve ilk durağı İstanbul oldu. Boğazın güzelliklerine sığınan Troçki, burada bir süreliğine huzur bulmaya çalıştı ve düşüncelerini kaleme aldı; Sürekli Devrim, Stalin Grubunun Hatası, Rus Devrimi Tarihi, Çin Devrimi’nin Sorunları, Hayatım isimli eserleri bu şehirde yazdı. Yine bu dönemde yazdığı Sürgün Günlüğü gibi eserler, hem kişisel deneyimlerini hem de dünya siyaseti hakkındaki görüşlerini yansıttı.
Türkiye Cumhuriyeti, Troçki’nin Kurtuluş Savaşı sırasında verdiği destekler nedeniyle başta olumlu bir yaklaşım sergiledi. Ancak, Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri göz önünde bulundurarak bazı şartlar öne sürdü. Troçki, Türkiye’ye gelişinin bir ölüm fermanı olabileceğini düşünse de, başka bir alternatifi olmadığı için bu teklifi kabul etti. Sıkı güvenlik önlemleri altında Türkiye’ye gelen Troçki, İstanbul’da ilk önce Rusya Konsolosluğu’nda misafir edildi.
İstanbul’da Troçki’nin güvenliği için Türkiye devleti tarafından kapsamlı önlemler alındı. Beyaz Rus kökenli suikastçılar ülkeden çıkarıldı, özel bir koruma ekibi oluşturuldu ve basına bilgi verilmesi yasaklandı. Ancak Troçki, sürekli bir tehdit altında hissettiği için içine kapanık bir yaşam sürdü.
1929’un başlarında karısı Natalya ve oğlu Lyova ile birlikte Türkiye’ye sığındı. 12 Şubat 1929’da İstanbul’a ayak bastı.
Rus devrimci Leon Troçki (1879 – 1940), Gine Körfezi’ndeki Principe’deki çalışma odasında, “Rus Devrimi Tarihi” adlı kitabı üzerinde çalışıyor.
Uluslararası tepkiler ve siyasi yansımalar
Troçki, 12 Şubat’da İstanbul’a giriş yaptı ancak, bu olayla ilgili ilk haberler, 14 Şubat sabahı dünya medyasında yer aldı.
Yabancı basında çıkan haberlerde, Türk basınının Troçki’nin Türkiye’ye gelişini takip edip tercüme ettiği belirtilmekteydi. Bu haberlerde, Türkiye’nin Stalin ile gizlice anlaşarak Troçki’yi Türkiye’ye gönderdiği, bunun aslında bir sürgün değil, adeta bir komedi olduğu iddia edildi. Bazı yorumcular, Troçki’nin bu gönderilişinin aslında Stalin’in ona verdiği gizli bir görev olduğunu, Ortadoğu’yu fethetmek ve orada bir devrim gerçekleştirmek için görevlendirildiğini öne sürdü. Dahası Troçki’nin “Ortadoğu Fatihi” olarak anılacağına dair ifadeler medyada yer aldı.
Türk basınında ise, Troçki’nin İstanbul’dan büyük bir gizlilik içinde Ankara’ya getirildiği ve bu süreçte tam bir sessizlik muhafaza edildiği vurgulandı. Ayrıca, Fransız gazeteleri, ortada asılsız haberlerin dolaştığını ve bu haberlerin doğruluğunu kabul etmek için kaynak bulunmadığını belirtti. Türk ve Sovyet makamlarının bu konuda sessiz kalması, haberlerin doğruluğu hakkında belirsizlik yarattı.
Troçki’nin Türkiye’ye sığınması, uluslararası arenada önemli yankılar uyandırdı. Özellikle İngiltere, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki güç dengesinin değişebileceği endişesiyle bu durumu yakından takip etti. İngiltere, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasından ve Boğazların kontrolünün Sovyetler Birliği’ne geçebileceğinden endişe duyuyordu.
Troçki’nin Türkiye’deki varlığı, Soğuk Savaş’ın henüz başlamadığı bir dönemde uluslararası ilişkilerde önemli bir dönüm noktası oldu. Türkiye, bu olayla birlikte Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerinde daha dikkatli davranmak zorunda kaldı.
Troçki Büyükada’da
Troçki, İstanbul’a gelir gelmez şehrin kozmopolit yapısıyla karşılaştı. O dönemde İstanbul, hem Batı’nın modernleşme etkilerini hem de Doğu’nun geleneksel yapısını bir arada barındıran benzersiz bir kültürel merkezdi. Batılılaşma çabalarının yoğunlaştığı bu şehir, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Cumhuriyetin getirdiği yeniliklerle şekilleniyordu. Ancak, tüm bu değişimlere rağmen, İstanbul hâlâ Doğu’nun mistik ve geleneksel unsurlarını koruyordu. Bu zengin kültürel çeşitlilik, Troçki gibi entelektüel bir figür için oldukça ilgi çekici bir ortam sundu.
Şehrin merkezinde birkaç daire ve otel değişikliğini güvenlik endişesiyle değiştiren Troçki, nihayet Büyükada’ya yerleşti.
Bu dönemde Büyükada, İstanbul’dan uzakta, sakin bir balıkçı köyü görünümündeydi. Ada, genellikle ahşap yapılardan oluşan, bahçeli ve Ege tipi cumbalı evlerle doluydu. Ulaşım zorluğu nedeniyle, adada yaşayanların çoğu, at ve eşek gibi hayvanlarla hareket etmekteydi.
Büyükada’da, yerel halkın yaşam mücadelesi, su sıkıntısı gibi sorunlar ve sosyal durumları ele alınmaktaydı. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ, adanın su sorununu çözmek için yer altı su sistemlerini düzeltme çalışmalarına başlamıştı. Bu çalışmalar, adanın su sıkıntısını gidermeye yönelik önemli bir adım olmuştu.
Yalnızca birkaç eşyası ve ailesiyle birlikte yaşamaya başlayan Troçki için burası tarihin ironisi gibiydi; Doğu Roma imparatoruna karşı gelen, yahut rakip olan prensler buraya sürgün edilmiş ve gözlerine mil çektirilmişti. Yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen sanki gelenek devam ediyordu.
Troçki’nin yaşamaya başladığı köşk, olası suikast girişimlerine karşı güvenlik önlemleriyle donatıldı. Camlar kapatılmış, panjurlar tamir edilmiş ve sıkı güvenlik önlemleri alındı.
Güvenliği sağlamak için yerel halkla minimum düzeyde etkileşim kurdu. Sağır bir marangoz olan Barba Francesco, köşkteki tadilat işlerini yapmış ve Troçki’nin güvendiği kişilerden biri olmuştur.
Adanın izole yapısı, Troçki’ye zorunlu bir yalnızlığın yanında entelektüel bir yükseliş getirdi. Hayatım adlı eserinde, Troçki bu durumu şu şekilde izah ediyor:
Bu kitap, yayınlanmasını, yazarın politika yaşamındaki bir duraklamaya borçludur. İstanbul, ömrümün beklenmedik bir dönemi olmuştur. Burada bir açık ordugahtayım ilk defa değil, ve arkadan ne gelecek diye sabırla beklemekteyim. Bir devrimcinin yaşamı, az buçuk ‘kadercilik’ olmadan olmaz. İstanbul durağı, durumun nereye varacağını beklerken, geriye doğru bir göz atmak için uygun bir zaman olmuştur. (2)
Her zaman olduğu gibi burada yoğun bir çalışma temposuna girdi.. Ancak, bu dönem onun için sadece üretkenlikle değil, aynı zamanda büyük acılarla da doluydu. 1931’de evinde çıkan yangın ve 1933’te büyük kızı Zinayda’nın intiharı, Troçki’yi derinden yaralamıştı.
Troçki, İstanbul’da geçirdiği yılları, devrimci geçmişine ve ideallerine dair derin bir gözden geçirme olarak görür. İstanbul, onun için sadece bir sürgün yeri değil, aynı zamanda gelecekteki mücadelesine hazırlık yaptığı bir dönem olarak anlam kazanır.
Troçki’nin İstanbul’da geçirdiği yıllar, onun devrimci mücadeleden bir kopuşu olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu süreç aynı zamanda onun entelektüel üretkenliğinin doruk noktasına ulaştığı bir dönem oldu. Büyükada’daki evinde, devrimci teori ve pratiğe dair yazılar yazmış, dünya çapındaki devrimci hareketlere yön vermeye çalışmıştır. İstanbul’da kaleme aldığı eserler, onun dünya devrimi konusundaki ısrarını ve Stalinist bürokrasiye karşı mücadelesini sürdürme kararlılığını gösterdi.
Sürekli bir güvenlik tehdidi altında yaşamak, Troçki ve ailesi için psikolojik olarak zorlayıcı oldu. Bununla birlikte telif hakları kesilen Troçki ailesi, maddi sıkıntılar yaşadı.
Bir entelektüel mirasın külleri
Lev Troçki’nin Büyükada’daki sürgün yılları, sadece siyasi mücadele ve entelektüel üretkenlikle değil, aynı zamanda trajik bir kayıpla da şekillendi. Troçki’nin Büyükada’da yaşadığı evde 1931 yılında çıkan yangın, onun hayatındaki en acı deneyimlerden biri oldu. Bu yangın, Troçki’nin yıllar boyunca titizlikle biriktirdiği arşivleri, el yazmaları ve değerli belgeleri yok etti. Troçki için sadece fiziksel bir kayıp değil, aynı zamanda bir dönemin kapanışı anlamına gelen bu felaket, onun entelektüel çalışmalarını derinden sarstı ve büyük bir boşluk bıraktı.
28 Şubatı, 1 Mart 1931 ‘e bağlayan gece, sabahın 2’sinde çıkan bir yangınla arşivi kül oldu; arşivlerinin ve elyazması notlarının bir kısmı böylelikle yok olurken, çalışma düzeni de haftalar boyunca bozulmuş halde kaldı.
Büyük bir özveriyle biriktirdiği ve devrimci mücadelesinin temellerini oluşturan bu belgelerin kaybı, Troçki’nin hem kişisel hem de entelektüel dünyasında onarılamaz bir yara açtı. Onun bu yangından sonra yazdığı metinlerde, kaybolan bu belgelerin devrimci tarih açısından taşıdığı önemi sıklıkla vurguladığı görülür.
Troçki, bu yangının ardından, devrimci mücadeleye olan inancını yitirmediğini ancak entelektüel çalışmalarının önemli bir kısmını geri kazanılamayacak şekilde kaybettiğini ifade eder. Yangının neden olduğu bu büyük yıkım, Troçki’nin gelecekteki çalışmalarını da etkiledi; zira birçok projesi yarım kalmış ya da tamamen imkansız hale gelmişti.
Buna rağmen, Troçki, kalan malzemelerle yeniden ayağa kalkma ve çalışmalarını sürdürme azmini kaybetmedi. Bu olay, onun devrimci kararlılığını daha da pekiştirdi ve onu entelektüel üretiminde daha dikkatli ve özenli olmaya yönlendirdi.
Büyükada’da balıkçılarla kurulan dostluklar
Lev Troçki, İstanbul’daki sürgün yıllarını Büyükada’da geçirirken, yalnızca siyasi ve entelektüel çalışmalarına odaklanmakla kalmadı, aynı zamanda adanın halkıyla da derin ilişkiler kurdu. Bu ilişkilerin en dikkat çekici olanlarından biri, balıkçılarla kurduğu dostluktu. Büyükada’nın balıkçıları, Troçki’nin sürgün hayatında yalnızlığını hafifleten ve ona yerel kültürle bağ kurma fırsatı veren önemli figürler haline geldiler. Balıkçılar, Troçki için yalnızca sosyal etkileşim sağlamakla kalmadı, aynı zamanda ona denizle ve doğayla daha derin bir bağ kurma imkanı sundu.
Troçki, Büyükada’ya yerleşmesinden kısa bir süre sonra, adanın balıkçılarıyla tanışmaya başladı. Bu tanışıklık, zamanla samimi bir dostluğa dönüştü. Devrimci lider kimliği balıkçılar arasında merak uyandırsa da, bu ilişkilerde siyasi konular yerine, daha çok balıkçılıkla ilgili günlük meseleler konuşuldu. Zira, balıkçılar hiçbir şekilde onun ‘yabancı’ dilini anlamıyorlar, el işaretleriyle yahut hiç konuşmadan anlaşıyorlardı.
Balıkçılar, Troçki’nin devrimci geçmişini bilmekle birlikte, onu daha çok bir ada sakini olarak kabul etti ve ona gösterdikleri saygı ve samimiyet, bu dostluğun temeli oldu. Bu ilişkiler, Troçki’nin Büyükada’daki sosyal yaşamını zenginleştiren ve ona sürgün yıllarında moral desteği sağlayan önemli bir unsur haline geldi.
Balıkçılar, konağın günlük ihtiyaçlarının karşılanmasında da yardımcı oldu. Konaktakiler sık sık balıkçılardan taze balık alırdı. Bu dostluk, onun Büyükada’daki yaşamını daha renkli ve katlanılabilir kıldı. Aynı zamanda yine balıkçılar, ihtiyaç duyulan malzemeleri getirir, onun evine yardım eder ve birlikte vakit geçirirlerdi.
Troçki, İstanbul’dan ayrıldığında, balıkçılarla kurduğu bu dostluklar sona erdi. Ancak, bu ilişkiler onun eserlerinde ve anılarında kalıcı bir iz bıraktı.
Mine Urgan, anılarını paylaştığı Bir Dinazorun Anıları isimli eserinde Troçki’nin Büyük Ada’daki durumunu şu şekilde paylaşır:
Troçki Büyükada’ da, Nizam caddesinde, bahçesi denize kadar inen bir konakta otururdu. Sokaklarda hiç gezmezdi; ama nerdeyse her gün sandalla balığa çıkardı. Günün birinde, açıklarda yüzerken, bir de baktım Troçki’nin sandalı. Başında ve kıçında elleri tabancalı iki Rus korumacısı oturduğu için, bu sandalı uzaktan görsek de tanırdık. Ortada da, kürek çeken Rum balıkçıyla, elinde oltası Troçki otururdu. Hemen sandala doğru yüzdüm, kenarına tutundum ve Troçki ile nerdeyse burun buruna geldik. Korumacılardan biri ‘git, git’ dedi. (Rus şivesiyle ‘get, get’ demişti aslında.) Ben, yorgunluğumu bahane ederek, sandalın kenarına biraz daha tutunmak, Troçki’ye biraz daha bakmak istiyordum. Ama korumacı, tabancanın kabzasıyla parmaklarıma vuracakmış gibi, silahı havaya kaldırınca, ellerimi çektim. Demek ki, bir suikastten öyle korkuyorlardı ki, denizde, dolayısıyla silahsız, bir kız çocuğundan bile kuşkulanıyorlar, onu bile yaklaştırmıyorlardı Troçki’nin yanına. (3)
Gerçekten de Sürgün Günlüğü eserinde: “Türkiye’ de herkesin “gözü önünde”, ama büyük bir koruma altında yaşıyorduk (üç yoldaş, iki polis görevlisi).” (4) durumundan rahatsızlığını belirtir.
Politik yazıları ve fikirleri
Büyükada’da geçirdiği bu dönemde, Troçki’nin kalemi adeta onun en güçlü silahı oldu. Troçki, Sovyetler Birliği’nde yükselen Stalinist rejime karşı mücadelesini sürdürdü. Troçki’nin bu dönemde kaleme aldığı makaleler ve kitaplar, onun devrimci ideolojisinin sürekliliğini sağladı ve dünya genelinde birçok devrimci hareketi etkiledi.
Büyükada’da kaleme aldığı en önemli eserlerinden biri olan Sürekli Devrim (The Permanent Revolution), onun devrimci stratejileri ve sosyalist mücadelesi için bir manifestoya dönüştü. Bu eser, Troçki’nin dünya devrimi konusundaki görüşlerini derinlemesine ele alırken, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist sapmaya karşı güçlü bir eleştiri sundu. Büyükada’daki bu entelektüel faaliyet, onun sürgün olmasına rağmen dünya devrimci hareketleri üzerindeki etkisini kaybetmediğini gösterdi.
Büyükada’daki yıllarında Troçki, sadece kitaplar değil, aynı zamanda günlük gazetelerde ve çeşitli dergilerde de makaleler yayımladı. Bu yazılar, onun Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere dair görüşlerini, Stalin’e yönelik eleştirilerini ve dünya siyasetinin genel durumu hakkındaki analizlerini içermekteydi. Troçki, bu yazılarıyla sadece Sovyetler Birliği’ndeki değil, aynı zamanda Avrupa ve Amerika’daki sol hareketlere de seslenmişti. Troçki’nin bu yazılar aracılığıyla küresel ölçekte devrimci mücadeleyi canlı tutma çabası ve sürgün olmasına rağmen politik arenada ne kadar etkili olduğunu göstermekle birlikte 1932 yılında Kopenhag’a dört hafta boyunca konuşma yapmak için gidip döndü.
İki devrimcinin kesişen yolları
Nâzım Hikmet (5), o dönemde Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesiydi ve Moskova’da aldığı eğitimle birlikte Türkiye’ye dönmüş, burada sosyalist devrim mücadelesine aktif olarak katılmıştı. Troçki’nin İstanbul’a gelişi, Türkiye’deki sol hareketler üzerinde de büyük etki yarattı. Ancak Nâzım ve Troçki’nin ilişkisi sadece bir siyasi etkileşimden ibaret değildi; bu ilişki aynı zamanda Nâzım’ın politik duruşu üzerinde de derin izler bıraktı. Sovyetler Birliği’ndeki bir eğitimde konuşmacı olarak gelen Troçki’nin hatipliğinden Nâzım Hikmet’in oldukça etkilendiği ve bu sebeple salonu en son terk edenlerden biri olduğu bilinmekte.
Bu izlerden delil niteliğinde Hikmet’in o dönem en sadık dostlarından Vâ-Nû (Ahmed Vâlâ Nûreddin), Sevdalımız Komünisttir isimli eserinde şöyle der:
‘Sevdik, / seviyoruz seni, / nasıl severse kurşun yaralı duvarların / Marks’ın resmini…’; ‘Rusya! / Senden ayrılırken kafamızda, / Engels’in materyalizmi gibi ölmez / hatıralar / var!’ ‘Rusya, / Lenin’in memleketi, / gördük ki sende nasıl kemale ermiş / şaha kalkan kütlelerin kudreti!’ Ve: ‘Senin 1 Mayıslarını gördük! / Uğultularla duyduk / kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi! (6)
Sungur Savran, Tutsak Bolşevik isimli metinde: “Dr. Hikmet yukarıda alıntılanan anılarında şunu da söylüyor: ‘…o sırada Türkiye aydınları arasında Heybeliada misafiri Troçki’den epey kalıntılar dolaştığı ortadaydı.’ 46 Doktora özgü dilin bir azizliği olsa gerek, bu cümlenin tam olarak ne dediğini anlamak biraz zor. Ama Trotskiy’in İstanbul’da iken bazı aydınları etkilediği, hatta onlarla görüştüğü iması olduğu açık. Doktor Hikmet’in bu tanıklığını ciddiye almamak için bir neden yok,” (7) sözleriyle İstanbul’daki Troçki’nin etkisine dikkat çekmekte.
Dolayısıyla, Nâzım Hikmet’in de Troçki’nin İstanbul’a gelişiyle birlikte onu ziyaret etmek ve fikirlerini öğrenmek istemiş olabilir. O dönemde, Troçkist fikirler dünya çapında önemli bir yer tutuyordu ve yukarıda belirttiğimiz gibi enternasyonal çapta da oldukça karşılık buluyordu.
Nâzım Hikmet ve Lev Troçki arasındaki bağ, Sovyetler Birliği’nde yaşanan siyasi çekişmeler ve TKP’nin içindeki hizip mücadeleleri üzerinden şekillenen karmaşık bir ilişkiydi. Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği’nde yaşadığı dönemde Stalinist yönetimin etkisi altındaydı, ancak Troçkist fikirlerle de suçlandı. Stalinist rejimin, özellikle Troçki’yi ve onun takipçilerini “karşı-devrimci” olarak damgaladığı bir dönemde, Hikmet’in de bu tür suçlamalara maruz kalması, onun politik kariyerinde önemli bir dönemeçti.
Bu tarz suçlamalar, dönemin Stalinist bürokrasisinin muhaliflerini susturmak için yaygın bir şekilde kullandığı bir yöntemdi. Özellikle, Komintern’in TKP’nin muhalif kısmına yönelik suçlamaları ve TKP’nin içindeki çeşitli fraksiyonların birbirlerini Troçkist olarak damgalamaları, Nâzım Hikmet’in de bu tür suçlamalarla karşı karşıya kalmasına neden oldu. (8) Ancak, bu suçlamaların somut bir temeli olmadığı, daha çok politik rekabetin ve Stalinist baskının bir ürünü olduğu anlaşılmaktadır.
Nâzım Hikmet’in Troçkizm ile doğrudan bir bağı olup olmadığı ispatlanmaya muhtaç bir vaziyette. (9) Ancak, Troçki, Nâzım’ın yaşadığı şehre geldiği döneme oldukça yakın zamanlarda TKP’nin içinde muhalif bir cephe inşa ettiği biliniyor. Dolayısıyla, belki de onunla görüşmeye gitmedi – ki gizli görüşmelerin Troçki ile çok fazla kişiyle birlikte yapıldığı bilinmekte – ancak taktiksel manevralar için ondan fazlasıyla yararlanmış olabilir. Bununla birlikte her attığı adım takip edilen Nâzım, sivil polislerin sürekli gözetiminde olan bir liderin yanına gitmenin kendisi için güvenlik açısından riskler oluşturabileceği değerlendirmesini yapmış olabilir.
20. yüzyıl devrimcileri arasında gerçek bir entelektüel olan Troçki’nin hayatı kendisinin yazdığı “Hayatım” ve Isaac Deutscher’in üç ciltlik incelemesi de dahil olmak üzere çok sayıda biyografiye konu oldu.
Büyükada’daki gizemli toplantılar
Troçki’nin Büyükada’da sürgündeyken yaptığı görüşmeler genellikle gizli tutulmuş ve bu nedenle kamuoyunda çok fazla bilinmemektedir. Ancak bu görüşmeler, uluslararası komünist hareketin yönlendirilmesi açısından oldukça önemli oldu. Troçki, sürgün yıllarında bile Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri ve uluslararası komünist hareketin stratejilerini etkileyebilmek adına bu temaslarını sürdürdü.
Troçki’nin sürgündeki görüşmeleri, Türkiye’deki sol hareket üzerinde de dolaylı etkiler yarattı. Özellikle, Türkiye’deki bazı komünist liderlerin Troçki ile görüşme isteği, ancak bu tür temasların Türk devleti tarafında yaratabileceği tehlikeler nedeniyle sınırlı kalmıştır. Bu durum, Türkiye’deki komünist hareketin Troçkizm’den ne kadar etkilendiğini göstermektedir.
Troçki, Türkiye’de kaldığı süre boyunca sadece uluslararası sosyalistlerle değil, aynı zamanda Türk basınıyla da temas kurmuştu. Bu görüşmeler, Troçki’nin fikirlerini yaymak ve sürgün döneminde bile etkisini sürdürmek amacıyla önemli bir araç olmuştur. Vâ-Nû gibi dönemin önde gelen gazetecileri, Troçki ile bu dönemde görüşme şansı buldu.
Troçki’nin sürgündeki uluslararası temasları sadece Avrupa ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda Amerika’ya kadar uzanmıştı. Bu temaslar, Troçkist hareketin uluslararası ölçekte büyümesini sağladı.
Eşi Natalia Sedova, Troçki’nin en yakın destekçisi oldu ve onunla birlikte bu zorlu dönemi geçirdi. Ayrıca, kızı Zina ve oğlu Sieva da köşkte bulundu. Zina, Sovyetler Birliği’ndeki baskılardan kaçmak için Büyükada’ya geldi ve burada Troçki ile birlikte yaşadı. Sieva ise, Türk hükümetinin yardımıyla yerel bir okula kaydedildi.
Troçkistler, köşke sık sık ziyarette bulundu. Bu ziyaretçiler, Troçki’nin fikirlerini desteklemek ve onunla siyasi konuları tartışmak amacıyla geldi. Fransa’dan gelen Troçkistlerin, Troçki’ye muhafızlık yapmak istemeleri, onun uluslararası destekçilerinin varlığını gösterdi.
Gazetecilerde ziyaretçiler arasındaydı. Onun yaşamı ve siyasi görüşleri hakkında yazılar kaleme almak için ziyarette bulundu. Bu ziyaretler, Troçki’nin fikirlerinin yayılmasına ve kamuoyunda daha fazla tanınmasına katkı sağladı.
Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi‘nin lideri olan Arne Swabeck, Troçki ile görüşerek Amerika’daki ırkçılık ve siyahi sorunları hakkında fikir alışverişinde bulundu. Troçki, siyahilerin sınıf mücadelesinde önemli bir rol oynadığını ve kendi kaderini tayin etme haklarına sahip olduğunu savunmuştu. Ve son olarak, Çin Komünist Partisi lideri Lin Çe, Büyükada’yı ziyaret ederek Troçki ile Çin’deki devrim ve geleceği hakkında görüşştü.
Troçki’nin Büyükada’daki sürgün dönemi ve uluslararası temasları, dünya çapında Troçkizm olarak bilinen akımın güçlenmesine katkıda bulundu. Bu akım, özellikle İspanya İç Savaşı’nda ve Fransa’daki sol hareketlerde önemli bir rol oynadı. Türkiye’deki komünist hareket de bu etkilerden nasibini almış ve belirli bir dönemde Troçkizm tartışmaları Türkiye’deki sol çevrelerde de yer buldu ve bulmaya da devam edecek gibi gözüküyor.
Dipnot:
- Hayatım, Troçki, Köz yayınları, s.652
- A.g.e
- Bir Dinazorun Anıları, Mine Urgan, YKY, 26. baskı: İstanbul, Ağustos 1998
- Sürgün Günlüğü, Troçki, Yazın Yayıncılık, Ekim 1997
- Baştan belirtelim, yazının ana konusu Nâzım Hikmet olmadığı için aşağıda yer alan iddialar detaylandırılmadan anlatılmakta.
- Tutsak Bolşevik: Nâzım Hikmet ve Stalinizm; Sungur Savran, Erişim: 21.08.2024
- A.g.e
- A.g.e
- Spesifik olarak bu konuyu merak edenler yukarıdaki linke tıklayıp incelemelerde bulunabilirler.