Share This Article
İstanbul’un güzelliği denince akla ilk olarak 1950’lerin ve 60’ların salaş ama bir o kadar da büyüleyici atmosferi gelir. Savaş yorgunu bir ülkenin Marshall yardımlarıyla sarıp sarmalandığı (!) o günlerde, Batı sineması için İstanbul bir cazibe merkezi hâline gelmişti.
Doğu-Batı düalizminin sinema üzerinden eyleme geçtiği bu dönemde, kültürlerin buluştuğu bir merkez olarak görülen İstanbul’un Avrupa sinemasındaki temsili, belirgin oryantalist esintiler barındırıyordu. Bu açıdan, NATO’ya yeni katılan Türkiye’nin kültürel olarak nasıl algılandığını sinema yapımları üzerinden incelemek de mümkündü.
Bu dönemde çekilen birçok önemli yapım, Türkiye’yi Avrupalı izleyiciye tanıtma işlevi de görüyordu. Journey Into Fear (1943) ve The Secret of Stamboul (1936) gibi önemli yapımların hemen ardından gelen Tintin et le mystère de la Toison d’Or (Tenten ve Altın Post’un Gizemi) (1961), İstanbul’un kent yaşamını ilk kez renkli bir pencereden gözler önüne serdi. Bu filmin hemen ardından From Russia with Love (1963), L’immortale (1963) ve Topkapı (1964) gibi önemli Hollywood yapımları da İstanbul’a uğrayacaktı.
2008 yılında restore edilen Tintin et le mystère de la Toison d’Or‘un İstanbul sahneleri bir araya getirilerek oldukça ilginç bir video klip oluşturuldu. İzleyicileri büyüleyici bir İstanbul manzarasıyla baş başa bırakan filmde, o dönemin Boğaz manzarası, İstanbul’la özdeşleşen Arnavut kaldırımları ve yeşile boğulmuş bir şehir manzarası dikkati çekiyordu. Yıkık dökük sokaklarda ilerleyen sahneler, dönemin toplumsal hayatı ve kent dokusuna dair önemli ipuçları verirken, İstanbul’un geçirdiği akıl almaz dönüşümü gözler önüne seriyordu.
Elbette burada yalnızca İstanbul’u romantize etmek gibi bir amacımız yok; bu yolculuk sırasında İstanbul’un Batı dünyasındaki karşılığını, aynı zamanda ırkçılık ve sömürgecilik taraftarlığı yaptığı için eleştirilen Tenten karakteri üzerinden de değerlendirmek istedik.

Salaş kentin tehlikeli sokakları
1961 Fransa-Belçika ortak yapımı olan, yönetmenliğini Jean-Jacques Vierne’nin üstlendiği, senaryosunu André Barret ve Rémo Forlani‘nin yazdığı Tintin et le mystère de la Toison d’Or’un başrollerinde Jean-Pierre Talbot (Tenten) ve Georges Wilson (Kaptan Haddock) yer alıyor.
Haliç semalarının kendine hayran bırakan manzarası eşliğinde başlayan filmde, Tenten ve meşhur köpeği Milu, Kaptan Haddock’un peşine takılarak ona miras kalan gemiyi aramaya koyulur. Noter rolünde izlediğimiz Kamer Sadık’ın baygın bakışları arasında, eski Karaköy limanına demirlemiş gemiler arasında dolaşan Haddock, zar zor yüzen gemiyle karşılaşınca büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Ancak, gizemli kişilerin gemiye yüksek meblağlar teklif ederek satın almak istemesi, Tenten ve Haddock’un bu teklifi reddetmesi, bir dizi garip olayın başlamasına neden olur.
İstanbul’un salaş mahallelerinde türlü tehlikeler atlatan Tenten ve arkadaşları, “ıssız” Rumeli Hisarı’nda gerçekleştirdikleri tehlikeli tırmanışlarla gerilim dozunu artırır. Jean-Pierre Talbot, Georges Wilson ve Georges Loriot’un yanı sıra, ünlü İzmirli şarkıcı Dario Moreno, dönemin tanınmış tiyatro ve sinema sanatçıları Ulvi Uraz, Kamer Sadık ve Faik Coşkun da filmde rol alan oyuncular arasındadır.
20. yüzyılın en popüler Avrupalı çizgi roman figürlerinden biri olan Tenten’in sayfaları süsleyen maceraları, ilk kez bu filmle sinema perdesine taşındı. Büyük bir kısmı İstanbul’da geçen ve ardından Pire’ye uzanan film, bir açıdan Türk ve Yunan kültürleri arasındaki benzerlikleri Avrupalı izleyici için gözler önüne serdi.
Bu filmden üç yıl sonra serinin devamı niteliğinde olan Tintin et les Oranges bleues (1964) ve ardından Tintin et le Lac aux requins (Animasyon, 1972) vizyona girdi. Ancak, eleştirmenler bu üç film arasında Tintin et le mystère de la Toison d’Orun en iyi Tenten filmi olduğunu söylüyor.
Peki bu kadar üzerine konuştuğumuz Tenten figürü gerçekte kim?
Tenten’in ırkçı kökenleri
Tenten, ilk olarak 10 Ocak 1929 tarihinde Belçikalı Katolik gazete Le Vingtième Siècle’in çocuk eki olan Le Petit Vingtième’de yayın hayatına başladı. Belçikalı karikatürist Georges Rèmi, nam-ı diğer Hergé, tarafından yaratılan bu roman karakteri, ideal bir Katolik genç olarak tasarlandı.
Bu Avrupalı beyaz erkek, romantik bir dönemin ürünüydü. Mükemmel bir karakter olarak tasarlanan Tenten, hiçbir kötü alışkanlığı bulunmayan bir genç olarak resmedildi. Dürüst, sadık, başarılı ve arkadaş canlısı olan genç gazeteci, maceralara karşı da oldukça hevesliydi.
Hiçbir kadınla ilişkisi olmayan ve hayattaki tek gerçek dostu köpeği Milu ile maceradan maceraya atılan Tenten’in ilk ve gerçek serüveni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’neydi.
Baştan belirtmekte fayda var, yaratıldığı köken itibariyle Tenten’in politik duruşu en hafif tabirle sağdır. Hergé’nin Numa Dadoul’a bizzat söylediği gibi, o dönemde “Katolik” olmak anti-bolşevik ve antisemitik bir tutumla özdeşleştiriliyordu. Yalnızca bu da değil, Tenten’in yaratıldığı Le Vingtième Siècle gazetesindeki ortam da oldukça dikkat çekiciydi. Yayın yönetmeni Abbé Norbert Wallez, masasının üzerinde imzalı bir Mussolini fotoğrafı bulunduran ve çalışanlarıyla birlikte Belçika Faşistler Birliği olan “Rex Partisi” ile bağlantılı biriydi. (1)

Jean-Pierre Talbot, 15 Ağustos 1960’ta tesadüfen oyunculuğa adım attı. Tenten’e olan benzerliği, prodüksiyon asistanının dikkatini çekti ve böylece oyunculuk kariyeri başlamış oldu.
Dolayısıyla, komünist devrimin Avrupa’yı sarstığı o yıllarda, Tenten komünizmin kötülüklerini ortaya koymayı amaçlayan bir propaganda çalışmasının parçası olarak yayımlandı. Bu yüzden Tenten, halkla buluşur buluşmaz kayda değer bir ilgi gördü. Öyle ki, bir buçuk yıl boyunca tefrika edilen Tenten’in Moskova maceraları ciddi bir takipçi kitlesi edindi.
Le Petit Vingtième’de yayınlanan bir buçuk yıllık Moskova macerasından sonra, 8 Mayıs 1930’da Tenten doğduğu ülkeye döndüğünde yayıncılar bu hayali karakter için gerçek bir karşılama töreni düzenledi. Brüksel’deki Kuzey Garı’nda bekleyen kalabalığın karşısına çıkması için, saçının tepesinde perçemi olan ve Rus geleneksel kıyafetleri giymiş on yaşında sarışın bir genç, Louvain’de Köln-Brüksel trenine bindirildi. Aynı çocuk, daha sonra Le Petit Vingtième’de duyurulan Tenten’in Afrika macerasında da karşımıza çıktı.
Kolonilerin kontrolü
Tenten, tezahüratlar eşliğinde Afrika’ya uğurlandı. 1931 yılında çıkılan bu seyahat, Avrupalı liberalleri bile çileden çıkartacak boyuttaydı. Ancak bu yolculuğun ardında farklı bir neden yatıyor olabilir! Tam da bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin de desteğiyle Afrika’daki bağımsızlık mücadelelerinin kıvılcımları yavaş yavaş yanmaktaydı.
Kısacası, Tenten kolonyal şapkasıyla kendi kolonilerindeki (Kongo o tarihte Belçika kolonisiydi) durumu yerinde gözlemlemeye gitmişti. Hergé’nin gözünde Afrikalılar özünde iyi niyetli ancak geri kalmış, tembel ve Avrupa’nın rehberliğine muhtaç kimselerdi; onlardan hiçbir tehdit gelmeyecekti! Oysa, tam 30 yıl sonra bağımsızlık mücadelesinin önderi Patrice Lumumba, Belçika sömürgesine son verdiklerini ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan edecekti.
Serinin ikinci kitabı, Tenten’e yöneltilen “ırkçılık” suçlamalarının temel kaynağını oluşturur. Kitap bugüne kadar iki kez mahkemeye taşınmış, İngiltere’de Britanya Irk Eşitliği Komisyonu (CRE) tarafından satışının durdurulması yönünde tavsiyelerde bulunulmuş, ABD’de ise birçok kitapçıda çocuk kitapları bölümünden çıkarılarak yetişkin kitapları raflarına yerleştirilmişti.

Kurtarıcı beyaz adam!
Bu noktada vurgulamak gerekir ki, Tenten anlatısının temeli, oryantalist ve kolonyalist söylemler üzerine inşa edilmiştir. Batılı bir anlam dünyasından hareketle “beyaz adamın kurtarıcılığı” tezine dayanır. Dolayısıyla, Hergé’nin yarattığı karakter sadece macera peşinde koşan bir serüvenci değil, aynı zamanda “ideal kurtarıcı” imgesini üstlenen bir figürdür.
Roland Barthes, Çağdaş Söylenler adlı çalışmasında, kapitalist bir toplumda oluşturulan mitleri incelerken, sinema, reklamlar ve genel olarak popüler kültür ürünlerinin hâkim ideolojiyi yeniden ürettiğine dikkat çeker. Kısacası, söylemin yaygınlaşması, çeşitli araçlarla kültürel üretim yoluyla sağlanır.
Bu bağlamda, Tintin et le mystère de la Toison d’Or filmine dönmekte fayda var. Tenten’in İstanbul macerası, her ne kadar orijinal serinin bir parçası olmasa da, Şark’ın ve Garb’ın tüm kültürel özelliklerini içinde sentezleyen bir kentte çekilmiş olması açısından önemlidir.
Gerek orijinal metinde gerekse sinema perdesinde, ön plana çıkarılmak istenen, Batı dünyasının “ideal” kahramanı üzerinden bir üst kimlik inşasıdır. İstanbul’un balıkçı kahvehanelerini mesken belleyen Tenten, salaş ve bıkkın insanların dünyasında gezinirken, “gizil” düşmanlara karşı da amansız bir mücadele verir. Tıpkı Kongo macerasında olduğu gibi, edilgen, tembel ama “temiz kalpli” insanların arasında dolaşır.
Tenten ve Haddock, film boyunca kendilerine tuzak kuran çok sayıda kişinin saldırısına uğrar. İçki şişesinin etiketinin arkasında hazine sandığının yerini gösteren bir harita bulan Haddock, Tenten ile birlikte haritada belirtilen noktayı bulmak için yola çıkarlar.

Altın Post’un anatomisi
Filmde, doğrudan kamera karşısına geçmese de önemli karakterlerden biri Kaptan Paparanic’tir. Aslında Haddock’a miras kalan gemi de Paparanic’e aittir. Peki, sıradan bir kaptanın gemisi neden bu kadar önemlidir? Kaptan Paparanic, Güney Amerika’da olduğu tahmin edilen ve “demokrasiden nasibini almamış” Tetaragua’daki darbeye katılmış, ardından geçici hükümette görev almıştır. Üstelik sadece bununla da kalmamış, arkadaşları Anton Karabine, Scoubidocvitch, Midas Papos ve Peder Alexandre ile birlikte ülkenin merkez bankasındaki altınları çalıp kaçmıştır.
Peki, yabancı bir ülkede darbe düzenleyen ve merkez bankasını soyan Kaptan Paparanic filmde nasıl sunulmuştur? Bir “maceraperest” ve büyük bir insan olarak… Peki ya filmdeki diğer düşmanlar kimlerdir? Anton Karabine, Batı dünyasında ticari bağlantıları olan güçlü bir figürdür. Çalınan tüm altınların peşine düşen Karabine, geriye kalan altınların akıbetini bilmemektedir. Bu nedenle, Altın Post’u yani Peder Alexandre’ı ele geçirmeyi istemektedir.
Peder Alexandre da Paparanic gibi darbeye katılmış ve hükümette görev almıştır. Bir din adamının soyguna karışması ne kadar ironikse, bir hırsız için Batı’nın din gömleğini giyme tarzını yansıtması o kadar çarpıcıdır. Dolayısıyla bir kaptan (asker), bir tüccar ve bir din adamının aynı gemide buluşması oldukça düşündürücüdür.
Dikkat çeken bir diğer nokta ise filmde öne çıkan Doğulu bir karakterin bulunmamasıdır. Genel hatlarıyla İstanbul ve Pire’de cisimleşen “Doğu” arkaplandaki silüetler, manzaralar ve seslerden ibarettir. En önemlisi de hiçbir Doğulu yan karakterin filmde kendini ifade etme fırsatı bulamamasıdır.
Peki ama İstanbul neden bu kadar ön plana çıkmıştır?

Oryantalizm etkileri
Tenten’in yaratıldığı döneme bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’nın izleri hâlâ silinmemiş, Büyük Buhran toplumların refah düzeyini büyük ölçüde etkilemiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına az bir zaman kalmıştır. Dolayısıyla, Tenten sömürgecilik döneminin has evladıdır!
Hergé’nin hikâyelerinde sık sık karşımıza çıkan tablo, “beyaz-seçkin ırktan” olanlar ile “ötekiler” arasındaki ayrım alt metinde sürekli vurgulanmaktadır. Öyle ki, Tenten ilk macerasında, Sovyetler Birliği’ndeki “dinsiz-komünist” Ruslar, Avrupa medeniyetinin “ötekileri” olarak yansıtılır.
1931’de yayımlanan Tenten Kongo’da ise Belçika’nın sömürgelerinin hâlâ güçlü, emperyal hayallerinin ise hâlâ canlı olduğu topluma yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu tozpembe sayfalar içinde ne milyonlarca Kongolunun öldüğüne değinilir ne de bu insanların ten renklerinden dolayı uğradıkları inanılmaz işkencelere yer verilir.
Bu bağlamda, Tintin et le mystère de la Toison d’Or’un 1961’de, sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandığı ve yeni bir dünya düzeninin eşiğinde vizyona girmesi oldukça manidardır. 1952 yılında NATO’ya üye olan Türkiye ve Yunanistan’ın “dost unsurlar” olarak aynı yapımda yan yana getirilmesi, iki ülkenin şehirleşmiş modern yanlarının ön plâna çıkarılması ve özellikle Türkiye gibi “Doğulu” bir ülkenin Avrupa medeniyetine yakınlaştırılması açısından dikkat çekicidir. İstanbul sahneleri, hem Şark’ın oryantalist imgeleriyle donatılmış hem de Garb’ın modern dokunuşlarını yansıtmaktadır.
Ancak, tüm bu yakınlaşmaya rağmen, Avrupalı bir seçkin için Türkiye ve Yunanistan’ın güvenilmez ortaklar olduğu imgesi filme yansıtılmıştır. Kaptan Haddock, Pire Limanı’na yelken açmadan önce gemiye aldığı denizcilerden biri Türk, diğeri ise Yunanlıdır. İki tayfa çok iyi anlaşmasına rağmen, ikisi de “iş yapmaktan kaytarır!” Öyle ki, filmin son bölümlerinde tayfaların tembelliği, Fransızca bilmemeleri ve kabiliyetsizlikleri sık sık yinelenir.
Kısacası, kendilerini ifade edemeyen ve “tembel” Türkler ve Yunanlılar güvenilmezdir. Ancak filmin sonlarına doğru, Haddock’un tüm baskılarına rağmen Fransızca konuşmayan iki tayfanın aslında Fransızca bildikleri, fakat kendilerini gizlemek için konuşmadıkları ortaya çıkar.
Bu haliyle, Tenten’in maceraları “Avrupalı beyaz üstün erkeğin” anlatısıdır. Belki de en kritik nokta, bu bakış açısının bugün dahi hortlamaya müsait olmasıdır. Çünkü bu yaklaşım, milliyetçi sağ popülizmi besleyen temel damarlardan biridir.
Dolayısıyla, sömürgeciliğin vazgeçilmez sloganı olan “medeniyet getirme” düşüncesi ve geri kalmış toplumlara “ideal toplumsal düzeni” armağan etmek (!) için yeri geldiğinde “sopayla” müdahale etmenin meşru olduğu fikri yeniden üretilmektedir.
Bütün bu alt metinler ışığında, Tenten 64 yıl önce Türkiye’ye uğramış ve o tarihten itibaren ülkemiz inanılmaz bir hızla, “medeniyetin” koridorlarında “yalın kılıç” koşmaktadır!
Dipnot
1- Tenten ve Edebiyatın Gizemi, Tom McCarthy; Notos Kitap, s. 47
Kaynakça
Oryantalist Bakış Açısının Tenten ve Altın Post Filmindeki Yansımaları, Nurcan Doğan; Aralık 2024