Share This Article
29 Mayıs 2017, Hotel NH Ciudad de Valencia
Sevgili B.,
Valencia biraz koştur koştur geçti galiba. Buralı rehberiniz olmasa bir buçuk günde bunca yeri göremezdiniz.
İlk izlenimizin şöyle: Bu şehrin pek de numarası yok. Sizce özellikle gelip görmeye değer bir yer değil.
Hava San Sebastian’daki kadar sıcak değil. 26 derece civarında. İlk gün akşamüzeri otelinize varacaksınız. Odanızdan memnunsunuz. 7.45’te Victor’la randevunuz var. Arabaya biner binmez konuşmaya başlıyor ve aksanı nedeniyle ne dediğini anlamanız hayli güç. “Şehir merkezini yarın da görebilirsin, bence Küçük Venedik’i görmeye gidelim,” diyor. Ve orası sahiden de Venedik’i andırıyor. Deniz içerilere girip kanallar oluşturmuş ve suyun kenarına da rengârenk evler inşa edilmiş. “Ben en çok şu sarı olanı seviyorum,” diyor Victor. “Ben de maviyi alayım,” diyorsunuz. “Komşu oluruz, senden tuz isterim,” diyor gülerek. “Vermem, anca bana kadar tuz var, derim,” diye yanıtlıyorsunuz. Ve işte meşhur “oh la la!” lar başlıyor. Bu, İspanyolların çok sık kullandığı bir ünlem galiba zira Victor’dan mütemadiyen duyacaksınız. İtalyanların “mamma mia”sı gibi. Viktor’la, bir anlamda, çok iyi anlaşacaksınız. Rahat rahat kafa bulacaksınız, o da size uyum gösterecek. İkide bir “funny, you’re very funny! ah, you’re very strange,” demesi bir süre sonra sinir bozucu hale gelecek olsa da. Neyse ki “mamma mia” var.
Küçük Venedik’ten sonra devasa bir uzay üssüne benzettiğiniz Bilim ve Sanat Müzesi’ne (Bilim ve Sanat Şehri de deniyor) gideceksiniz. Bu saatte elbette kapalı, etrafını, bahçesini dolaşacaksınız. Modern yapılardan hoşlanmıyorsunuz ama bu kadar geniş bir alana böyle bir müze şehir kurulması çok güzel.
Şimdi; doğru düzgün doymamıştınız. Bir şeyler yemek istiyorsunuz. Maalesef İspanyol mutfağı size pek uygun değil. Neyse ki tanıdık bir lokantada yer buluyorsunuz ve size istediğiniz malzemelerle bir sandviç yapıyorlar. Saat 12’ye geliyor ve akşam yemeği için kapıda sıra bekleyenler var hâlâ. “Yahu,” diyorsunuz, “bu kadar geç vakitte yiyorsunuz ve kimse pek de şişman değil.” “Buradan çıkınca diskoya gidiyorlar,” diyor Victor, “ve haftanın her günü bu kadar geç vakitte ve bu kadar fazla yemiyoruz. 9-10 civarında akşam yemeği yiyoruz ama çoğunlukla meyve ve salatayla geçiştiriyoruz.” Ve günde 5 öğün yiyorlarmış. Yemeğiniz biter bitmez kalkacaksınız ve haliyle mideniz ağrımaya başlayacak. Victor Hızlı Gonzales gibi. Ayrılırken yarın için sözleşeceksiniz.
*
İşte şehir merkezindesiniz. Pazar günü her yerin kapalı olduğunu okumuştunuz fakat öyle değil; en azından merkezde öyle değil. Çok çok kalabalık değil ve pazarları merkezdeki yollar trafiğe kapalı. Plaza de La Virgen’deki katedrali ve bazilikayı azıcık gezebileceksiniz; zira içeride ayin var. Bu arada meydanda bir tango gösterisi var. Dileyen herkes dans edebilir. Siz de aralarına karışıp kendi etrafınızda dönmeye başlayacaksınız. “Bilin bakalım kaç oldum?” diye bağıracaksınız bir yandan.
Buraları hızlıca geçip Seramik Müzesi’ne ve Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesine aldığı La Lonja de la Seda’ya gideceksiniz. Her iki yerde de ayrıntılara dikkat edeceksiniz. Ve ayrıntılar şehrin kültürel geçmişine ilişkin ayrıca fikir verecek size. Dönüşte bir sokak satıcısından kitap alacaksınız: Octavio Paz ve Yaşar Kemal. Kitaplar 1 euro ve iki kitap alana üçüncüsü bedava. Siz bu yazıya dikkat etmeyip iki kitabın parasını ödemek için satıcılardan birine yöneldiğinizde üç satıcı da sizinle ilgilenip “bir tane daha alın, hediye,” diyecek. Bir başkası kitaplarınızı poşete koymaya çalışacak, üçüncüsü para üstünü verecek. Gökten düşmüş üç elma olmalılar. Satıcılar çok güler yüzlüler. Konuşmaya başlıyorsunuz. Biri İstanbul’u ve Antalya’yı görmüş. Çok beğenmiş. Türkiyelilerden pek hoşnut kalmış. Ve bu sohbeti İspanyolca yaptınız!
Hah! Neyse, artık acıktınız ve sebzeli paella yiyeceksiniz. Pirincin yanında ekmek yemeleri tuhaf gelecek size. Victor, sizin ekmeğinizi sevinçle ve oburlukla karşılayacak. Bu arada, Avrupa’nın en dar binasını göreceksiniz; 107 cm genişliğinde!
Paella’dan sonra kahve için çok güzel bir kafeye gidiyorsunuz. İçeride klasik müzik çalıyor ve dekorasyonu da buna göre yapılmış. Çok eski zamanlardan kalma gösterişli bir ev gibi. Tavanda yıldızlar, her yanda çiçekler, tablolar ve baskın bir koyu kırmızı… Bunlara karşın çay ve kahve fincanları çok özensiz seçilmiş.
Şehrin bir kısmı nehir sularıyla kaplıymış bir zamanlar. Sonra suyun yönünü değiştirmişler (ya da ne yaptılarsa zira Victor’un aksanı ve İngilizcesi derdini tam olarak anlatmaya yetmiyor ve siz de her şeyi üç defa sormaktan sıkıldınız) ve suların çekildiği yeri de park yapmışlar: Jardines del Turia. Valencia haritasına baktığınızda nehir yatağı şeklinde gördüğünüz park.
Valencia’da paella dışında ünlü olan şeylerden biri horchata, öteki de futon. Futon üzeri şekerli, uzun bir çörek. Horchata ise pirinçten (ya da yer elmasından) yapılan soğuk ve tatlı bir içecek ve kıvamı, rengi bozayı andırıyor. Futon’u horchata’ya batırıp yiyorlar. Siz de bu ikisinden alıp deniz kenarına gideceksiniz. İkisini de seveceksiniz. Horchata düşündüğünüzden çok daha lezzetli çıkacak.
Yiyip içtikten sonra aldığınız kitaplardan birini, Octavio Paz’ı, telaffuzunuzu kontrol etsin diye Victor’a okumaya başlayacaksınız. Tamamını anlamasanız da parça parça çıkarabileceksiniz anlamı ve üslubundan çok hoşlanacaksınız. Victor ise “metne bak” dercesine gülecek. Sizse içinizden “cahil herif” diyeceksiniz. Bunu sadece kitap okumadığından değil, olan bitenden çok da haberdar olmadığını anladığınızdan düşüneceksiniz. Onun derdi ânı yaşamakmış. İkinci hah!’ınız burada gelsin.
İspanyol gençlerini biraz avam buluyorsunuz. İspanyollar hakkındaki iyi düşünceleriniz hâlâ değişmedi ama. Otele döndüğünüzde ölmek üzere misiniz? Akşam Ricky Martin konseri varmış. Ve Victor sayesinde şehir turunuz çok kolaylaşmış olsa da ondan pek hoşlanmadığınıza karar veriyorsunuz. Küçük hesaplar yapanlardan da, paraya düşkünlerden de, incelikten yoksunlardan da hoşlanmazsınız. Üstelik birkaç defa hafifçe burnunuzu sıktı da suratına kitapla vurmak istediniz. “Savaşma seviş,” diyor, “burnum benim velinimetim!” deyip elinizin tersiyle…
Arabadan inerken “Temmuzda yine gel,” diyor. “Bakalım,” diyorsunuz ama gelmeyeceksiniz elbette.
Yarın Granada’ya gideceksiniz. Her yerde böyle 2 gün kalmak artık yorucu olmaya başladı değil mi? Üstelik güneş alerjiniz de hortlamaya başladı.
Sizin,
B.