Share This Article
Türkiye’nin Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme süreci ile, bunu hem de bir sebep hem de sonuç olarak okuyarak başlamak gerekiyor belki de. 2015 yılında bazı gazetelerde 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun aleyhinde yazılar ve haberler görmeye başladık: “Aileyi yıkan kanun”, “Çocuklarını görmeyen babalar”… Bunlar gün geçtikçe artarak bir kesimin ilgili kanun aleyhindeki kampanyasına dönüştü.
Kampanya 2020 yılında, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma tartışmalarının basına yansımasıyla başka bir yöne evrilmiş oldu. Bu süreç 20 Mart 2021’de, Türkiye’nin Sözleşme’den Cumhurbaşkanı kararı ile çekilmesiyle sonuçlandı. Böylelikle Türkiye, dünyada, onayladığı bir uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesinden çekilen ilk ülke oldu. Halbuki Türkiye 2011 yılında sözleşmeyi imzalayan ilk ülke olmuştur. Türkiye’nin, aynı zamanda sözleşmeyi hem ilk imzalayan hem de ilk çekilen ülke olması oldukça kötü bir tesadüf.
Şiddeti önlemeye yönelik politikalar geliştirilmeli
Peki, İstanbul Sözleşmesi neden bu kadar önemli ve çekilme tartışmaları dahi kadınları sokağa dökmek için yeterli oldu? Nedir kadınların “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyerek Sözleşme’ye bu denli sahip çıkmalarının nedeni? Bir kere, İstanbul Sözleşmesi, doğrudan kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin engellenmesini amaçlayan ilk uluslararası sözleşme olma özelliği taşıyor; bu konuda en kapsamlı ve bağlayıcılığı olan ilk uluslararası belge. Ayrıca, Sözleşme toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini nasıl yürütmeleri gerektiği konusunda devletlere kapsamlı bir yol haritası sunuyor.
Sözleşme’nin bir diğer özelliği de 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun gibi yasal düzenlemelerin temelini oluşturuyor olması. İstanbul Sözleşmesi, şiddetin kaynağı olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile mücadeleyi merkeze alır. Toplumsal cinsiyet kavramını görmediğinizde, kadına yönelik şiddetin kök nedenini dışsallaştırmanın; eğitimsizlik, alkol kullanımı gibi nedenlere bağlamanın da önünü açmış oluyorsunuz.
Çözümü de bazı tedbirlerle, tekil vakalara yönelik mücadele ile bulmaya çalışıyorsunuz. Kadınlara yönelik şiddetin ciddi toplumsal nedenleri var ve her bir olay özelinde analiz yapacak boyutu çoktan geçtik. Halbuki, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi şiddeti önlemeye yönelik politikalar geliştirilmeli. Kadına yönelik şiddet alanında koruyucu ve önleyici tüm mekanizmaların ve politikaların güvencesidir. Kadınların ihtiyaçlarını bütüncül bir yaklaşımla ele alan bir çalışma tasarımı yapar. Sözleşmenin önleme, koruma, ceza yargılaması ve politika koordinasyonundan oluşan dört ilkesi, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadele için kapsamlı bir yapı oluşturmaktadır.
Bunlar toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadele bakımından oldukça kapsamlı ve yapılandırılmış bir sistem anlamına geliyor. Bu mekanizmaların her biri, şiddetin önlenmesinden, korunmaya ve faillerin yargılanmasına kadar tüm süreçleri kapsayarak devletin birtakım sorumluluklar üstlenmesi anlamına geliyor. Devlete için her alanda toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak, şiddeti önlemek, kadınları şiddete karşı korumak ve failleri cezalandırmak yükümlülükleri söz konusudur demek. Ayrıca kadına yönelik şiddetle mücadelede bakımından kamu kurumları için de bir kılavuz niteliğindedir. (1)
425 kadın cinayeti işlendi
Kadın örgütlerinin İstanbul Sözleşmesi’ne tutunmasının karşısında, AKP cephesinin kendi kendine verdiği liyakat konumlanıyor. Onlara göre kadına yönelik şiddetle uzunca bir süredir devam eden mücadeleleri oldukça etkili. Öyle ki, bir Kanun ve Uluslararası Sözleşmeyi eşitleyerek 6284 Sayılı Kanun’un hâlâ yürürlükte olduğunu söyleyerek yanıt veriyorlar. Örneğin, Cumhurbaşkanı ekim ayında yaptığı açıklamada, “Çekilmemizin, kadın hakları ve kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye en ufak bir menfi etkisi olmamıştır. Kadına ve çocuğa yönelik şiddette zafiyet görüntüsüne asla izin vermeyecek, ‘şiddete sıfır tolerans’ ilkesiyle mücadelemizi devam ettireceğiz,” ifadelerini kullandı.
Tıpkı onun gibi, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Biz, kadına yönelik şiddetle kapsamlı bir mücadele yürütürken bugün ne yazık ki bu mücadelemiz ısrarla İstanbul Sözleşmesi üzerinden dar bir çerçeveye hapsediliyor. Sözleşmeden çıkmanın şiddeti arttırdığını iddia etmek art niyetli bir yorumdur. Bu iddia herhangi bir bilimsel veriye de dayanmamaktadır” sözlerini sarf edebiliyor.
Basına yansıyan rakamlara göre 2024 yılının başından ekim ayına kadar 296 kadın cinayeti işlendi (yazıyı yayımladığımız tarihte bu rakam Anıt Sayaç‘a göre 425’e ulaştı). Bu süre zarfında toplamda 184 kadın şüpheli bir şekilde öldü. İçişleri Bakanı, kendileri için tutup zaman zaman paylaşmak gereksinimi duydukları verileri açıkladı; yılın ilk 6 ayında 166 kadın öldürülmüş, 689 vaka da elektronik izleme merkezince aktif olarak izleniyormuş.
Bu uzun soluklu “sıfır tolerans” uygulamasına rağmen, neden hâlâ kadına yönelik şiddet ve onun en üst boyutu olan kadın cinayetleri hâlâ can yakıcı bir mesele olarak yerli yerinde duruyor? Neden bir günde sadece bir tek ilde öldürülen beş kadının haberini alarak başlıyoruz? Örneğin neden Türkiye’de sığınak sayısı hâlâ ihtiyacın çok altında?
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılma kararı ve 6284 Sayılı Kanun’un kaldırılması tartışmaları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiriyor, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadelenin hukuki zeminlerini zayıflatıyor. Şiddet failleri bakımından da şiddet uygulayabileceklerine ve yaptırımla karşılaşmayacaklarına dair bir izlenim yaratıyor. Haliyle kadınların, kız çocukların ve LGBTİ+’ların yaşam hakkı başta olmak üzere temel insan haklarına erişimin engellenmiş oluyor.
Türkiye Hukukun Üstünlüğü kategorisinde 148. sırada
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, “hâlâ yürürlükte olması ile övünülen” 6284 Sayılı Kanun bakımından da bazı sonuçlar doğurdu elbette. “Gözler derhal 6284 Sayılı Kanun’a çevrildi” diyebiliriz ama bazıları uzunca bir süredir o tarafa doğru bakıyor. Örneğin Yeni Akit’ten bir yazar, “İstanbul Sözleşmesi’nin uzantısı olan 6284 sayılı yasanın ve yönetmeliğinin derhal yürürlükten kaldırılması şarttır” diyor.
Aynı gazetenin başka bir yazarına göre 6284 sayılı kanunda düzenleme yapılması gündeme gelecek. Şüphesiz tek sonuç bu da değil; örneğin 6284 Sayılı Kanun kapsamında verilen tedbir kararlarının süresi uygulamada kısaldı; kanun evli olup olmadığına bakılmaksızın tüm kadınları koruyor olmasına rağmen saldırganın ‘aile bireyi’ olmadığı gerekçesiyle başvurunun reddedildiği durumlara sıkça rastlanıyor. Zaten yürürlükteki, her koşulu karşılayan muazzam bir kanun da olsa, uygulayıcısı gereği gibi karar vermedikten sonra hiçbir anlamı kalmayacağı da bir gerçek.
En azından “tutarlı” bir ülke olduğumuzu düşünerek avunmamız da mümkün ve neyse ki yasaklar bizim ne yeni ne de alışılacak şey! 25 Kasım Kadına Yönelik Uluslararası Mücadele Günü’nde Taksim Tünel Meydanı’nda toplanmak isteyen kadınlara bu sene de izin verilmedi. İstanbul Valiliği’nin aynı günün sabahı ulaşımın engellenmesi ve barikatlarla başlayan yasak kararına rağmen yürüyen kadınlara polis saldırdı ve en az 169 kişi gözaltına alındı. Burada hak ve özgürlüklerden bahsedecekken gözümüz Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü’nün 2023 yılı raporuna ilişiyor; Türkiye Hukukun Üstünlüğü kategorisinde 173 ülke arasında 148. sırada, Avrupa’da ise Rusya’nın gerisinde kalmak suretiyle rapordaki Avrupa’da “demokratik olmayan” dört ülkeden birisi olmak ünvanını taşıyor.
Soyadı düzenlemesine güçlü tepki
Türkiye kadın hareketinin eylemlilik deneyimi, mücadelesi ciddi bir birikim üzerine kurulu. Bunun en yakın sonuçlarını kasım ayında 9. Yargı Paketi’ne alınmak istenen kadının soyadı konusunda gördük. Anayasa Mahkemesi, evlenen kadının kocasının soyadını alacağını öngören TMK m. 187 hükmünü, 22 Şubat 2023 tarihinde “eşitlik” ilkesine aykırı bularak iptal etti. Gerekçeli kararda, kadının evlendikten sonra da isterse bekarlık soyadını tek başına kullanmasına olanak tanınması gerektiği ifade edilmektedir.
28 Nisan 2023’te Resmi Gazete‘de yayımlanan iptal kararı, 9 ay sonra yani 28 Ocak 2024’te yürürlüğe girdi. Ancak bu süre zarfında karara uygun bir düzenleme yapılmak şöyle dursun kadının soyadı ile ilgili başka bir mesele tartışmaya başladık. AKP’nin 3 Temmuz 2024 tarihinde sunduğu kanun teklifinin 15. maddesinde; ailenin Türk toplumunun temeli olduğu, anne ve babanın farklı soyadı kullanmalarının çocuk üzerinde olumsuz etkiler doğurabileceği gerekçe gösterilerek kadının dilerse kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanabileceği, kadının soyadı kendi soyadı ile daha önceki kocasının soyadından oluşuyorsa bu soyadlarından sadece birisini evleneceği kocasının soyadının önünde kullanabileceği hüküm altına alınmaktadır.
İşte bu düzenleme, kadın hareketinin güçlü tepkisi ve ısrarcılığı sayesinde kasım ayında yapılan görüşmelerde 9. Yargı Paketi’nden çıkarılmak zorunda kalındı. Bu şekilde eşit yurttaşlık ve ailede eşitlik haklarımıza indirilmek istenen darbe de önlendi. Kadın haklarına yönelik kazanımlar ne kadar kadar tehlikeye açıksa feminist mücadele de bu kırılgan yapıyı onaracak güçte.
Belediye kreşlerine engel
Siyasette kadınların konumuna bakacak olursak; Mart 2024 Yerel Seçimlerinin ardından 11 il ve 61 ilçe belediyelerini kadınların yönetmeye başladığını görüyoruz. Tablo kadınlar lehine değişiyor olsa da kayyum atamaları yerel yönetimler bakımından demokrasinin en temel gerekliliklerinin dahi yerine getirilmediğini gösterir vaziyette.
Bu gelişmelerin ardından; “kadınların kamu hizmetlerinden ne kadar yararlandıkları bu şartlarda mı gündeme gelecek” dediğimiz sırada bir gündem maddesi daha ediniyoruz. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı elbirliği ile Belediye kreşlerini kapatmak ve yenilerinin açılmasını engellemek istiyor.
MEB, belediyelerin açtığı kreşlerin kapatılması, yeni kreş açmalarının engellenmesi için talimat veriyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın valiliklere gönderdiği 18 Kasım 2024 tarihli resmi yazıda belediye kreşlerinin “izinsiz eğitim faaliyetleri” yaptıkları gerekçe gösteriliyor. Bunun hayata geçirilmesi durumunda ise gene en çok kadınlar etkilenecek zira Belediyelerin ücretsiz veya uygun ücretli kreş açması bakım emeğinin kamusallaştırılması açısından çok önemli bir adım.
Bunlar varsa 2024 Yerel Seçimlerinde İkizköy muhtarı seçilen Akbelen direnişçisi Nejla Işık’ın BBC’nin 2024’ün ilham veren 100 kadını listesine girmesi de var, Paris 2024 Olimpiyatlarında Türkiye kafilesinde erkeklerden daha fazla kadın sporcu olması da var; Fransa’da yıllarca kendisine tecavüz edildiğini tesadüfen öğrenmesinin ardından başlayan hukuki süreci ile küresel bir sembole dönüşen Gisele Pelicot’nun mücadelesi de var. Kadınların elde ettiklerini kaybetmek, alanları terk etmek niyeti hiç olmadı. İyi ki birbirlerine tutunarak hayatlarına, haklarına sahip çıkan kadınlar var!
Dipnot:
1) Mor Çatı, “Neden İstanbul Sözleşmesi’nde ısrar ediyoruz?”; Nisan 2021.