Share This Article
Kadınlar dün olduğu gibi bugün de sokakları terk etmiyor, haklarına sahip çıkıyor. Kadın mücadelesi oldukça uzun bir zamana yayılmış ve sürekliliği olan bir hareket. Gücünü de buradan alıyor. Kadınlar birarada kalmanın, dayanışmanın yollarını biliyor ve birlikte mücadele ediyor. Ne olursa olsun, bizler için durum bu.
2024 Türkiye’sine baktığımızda omuz omuza mücadele etmeyi gerektirecek pek çok meselenin ardı ardına geldiğini görüyoruz. Bugün kadınlar, uçsuz bucaksız bir yoksullukla ve kazanılmış haklarına yönelik sistematik saldırılarla karşı karşıya.
Bazı basın yayın organlarında da gözle görülür hale gelen kampanyanın ardından, “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” bir rapor yayımladı. Komisyon tarafından hazırlanan raporda, “Boşanmada nafakaların süresiz olmasının, erkeğin hayatını ipotek altına aldığı” ve bu sebeple süresiz olmasından vazgeçilip 5 ila 10 yıl arasında bir süre ile sınırlandırılması gerektiği ifade edildi. Raporun tamamına bakıldığında, kadınların kazanılmış haklarının ellerinden alınmaya çalışıldığı açıkça görülüyor. Öyle ki, bu rapor aile kurumunun güçlendirilmesini merkeze alarak kamu reformlarının “aile temelli bakış açısı” ile yapılması gerektiğinin altı çiziyor.
Bununla da bitmiyor; çünkü zaten bu şekilde başlamış olduğunu sonradan anladık…
Arabululuculuk, kadının boşanmasını zorlaştırmak anlamına geliyor
2021 yılının aralık ayında dönemin Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, nafaka, tazminat ve velayet konularında anlaşılamamasını boşanma davalarının uzamasına sebep göstermiş, bunun son bulması için ise yeni bir usul üzerinde çalıştıklarını ifade etmişti. Halbuki, Medeni Kanun’un 175. Maddesinde yer alan yoksulluk nafakası düzenlemesi, “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir” şeklinde. Nafaka alan kişinin koşullarının değişmesi durumunda nafaka kaldırılabiliyor.
Kısacası, nafakanın bir kez bağlanması ve taraflar ölünceye kadar bu şekilde devam etmesi gibi bir durum yok. Üstelik, iddia edildiği gibi nafakanın kadınları zenginleşmelerine sebep olmak bir yana, geçimlerini sağlamalarına bile yetmiyor. Bununla birlikte, nafaka tartışmaları gündeme geldiğinde, kadın düşmanlarının sevinç nidaları ve mağduriyet hikâyeleri medyada sıklıkla karşılık buluyor. Boşandıktan sonra hayatı boyunca nafaka ödeyen bir güruhtan bahsedilse de bunu kanıtlayabilecek bir veri yok. Kaldı ki, kanunda nafakayı kadının alacağına dair bir düzenleme yok. Koşulları oluşmuşsa erkekler de nafaka alabiliyor. Buna rağmen tartışmalar kadınlar üzerinde yoğunlaşıyor.
Son zamanlarda “Aile hukukunda arabuluculuk” ve “Boşanmaların hızlandırılması” tekrar gündemde. Hızlandırma ile kastedilen, kadınların haklarının kolaylıkla ellerinden alınarak, erkeklerin hızlı bir şekilde boşanmalarının sağlanması. Diğer yandan, Aile hukukuna arabululuculuk kurumunun gelmesi ise kadının boşanmasını zorlaştırmak anlamına geliyor. Kısacası bu, boşanmak isteyen kadının karşılaştığı baskı unsurlarına yenilerinin eklenmesi demek oluyor.
‘Şiddeti sineye çek, faille birlikte yaşamayı öğren!’
Diyanet hem boşanma hem de nafaka konusunda bazı açıklamalar yaptı. Kanuni değişiklik teşebbüsleri bununla birlikte ele alındığında ciddi bir tercihi ortaya koyuyor. Türkiye’nin geçirdiği laiklik tartışmaları ile kadın haklarına yönelik düşmanca olan bu tutum birbirleriyle doğrudan bağlantılı. Bunu başkaca adımlardan da anlamak mümkün. Müftülere nikah kıyma yetkisi veren “Resmi Nikah Yetkisi Hakkında Genelge”nin yayınlanmasının ardından ve “Nüfus Hizmetleri Kanunu”ndaki değişiklikle, muhtarlara da nikah kıyma yetkisi verildi! Hem Müftülük nikahı hem de imamların resmi nikah olmaksızın dini nikah kıymasına izin verilmesi bir sistem tercihinin açık işaretleri. Üstelik bunlar erken yaşta zorla evlendirmelerin de önünü açmak anlamına geliyor.
Bu gelişmeler arasında, iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı ve hukuka aykırı şekilde çekilmesinin kendine has bir yeri var. Zira aynı zamanda hem evrensel hukuk kurallarından uzaklaşmak hem de toplumsal cinsiyet kavramını yok sayarak çağın oldukça gerisine düşmek demek. Bu adım aynı zamanda çağın çokça gerisine düşmek anlamına da geliyor. “6284 Sayılı Kanun” kapsamında en çok 6 aya kadar verilebilen koruma kararlarının en fazla 2 ay için verildiğini görüyoruz. Bu da kadına, “Şiddeti sineye çek, faille birlikte yaşamayı öğren” demek.
En temel hakları tartışmaya açılan kadınların emekleri de tehlikede. Rakamlar kadınların çalışma hayatına katılımının hâlâ çok düşük olduğunu gösteriyor. Verilerin doğruluğuna tereddütle yaklaşmakla bereber, son açıklanan rakamlara göre kadınlarda istihdam oranı yüzde 30,4.
Çalışma hayatına katılımın önündeki en büyük engel de bakım yükü… Kreş ve yaşlı bakım evlerinin sayılarının arttırılması, her mahalleye bir tane açılması gerekmekte. İş yerlerinin kreş açma zorunluluğunun bulunması 150’den fazla kadın çalışanın bulunmasına bağlı. Ancak tek mesele bakım yükü değil. Çifte yük de kadınların omuzlarında. Kadınlar dışarıda ücretli bir işte çalışsa da evde de ayrıca mesai yapmaya devam ediyor. Türkiye’de kadınların ev işlerine ayırdıkları süre 4,3 saat, bu süre erkeklerde ise 0,9 saat. Tüm bunlara güvencesizlik de eklenince tablo bizler açısından daha karanlık bir hâl alıyor.
Ayrıca 12 yıllık kesintisiz temel eğitimin terk edilmesi kız çocuklarının okullaşma oranının düşmesinde oldukça etkili. Üstelik iktidar da uzun zamandır “en az 3 çocuk”, “annelik en iyi kariyerdir” gibi söylemlerle sürekli kadınların çalışma hayatından çekilmesine yahut hiç katılamamasına zemin oluşturuyor.
Kadınlar en güvende olmaları gereken yerlerde öldürülüyor!
Bunların hepsinin kadınların yaşam hakkına da bir yansıması var elbette. Kadınlar gündelik hayatlarında temas ettikleri her yerde şiddete uğrama tehlikesi ile karşı karşıya. Bunu yaşayarak görüyor, deneyimliyoruz. Bugün bir tek kadının hayatının kaybolmasına tahammül edemezken bir haftada, kayıt altına alınan 8 kadın cinayetinden bahsediyoruz. Kadınlar en yakınlarındaki kişilerce, en güvende olmaları gereken yerlerde öldürülüyor!
Böyle bir ülkede bu konuları daha fazla konuşmak tartışmak, sürekli gündemde tutmak zorundayız. Biliyoruz ki, kısa vadede sorunlarla ilgili bir değişim, çözüm olmayacak ama kadınların haklarının, yaşamlarının peşinden gittiğini göstermeleri, herkese duyurmaları da bu mücadelenin en önemli parçası.
Nice 8 Mart’lara!