Share This Article
Deniz Ulkat, Derya Ulkat ve Burcu Saral’ın bir araya gelerek kurduğu “İstanbulites”, yani “İstanbullular”, ilk konserini 25 Mayıs’ta Ceneviz Sanat’ta vererek İstanbul’un çok sesli hafızasına yeni bir yorum kazandırdı ve dinleyicilerine kolektif bir anlatının parçası olduklarını hatırlattı. Son olarak 22 Haziran’da Müze Gazhane’de sahne alan ekiple, Moda İskelesi’nde buluştuk; müzikle kurdukları bağı ve onları besleyen motivasyonları konuştuk.
Öncelikle müzik kimliğinize dair bir başlangıç yapmak isterim, sizi ilk defa duyan, dinleyen kişiler için müziğiniz nasıl bir tanıma sahip ve neden ISTANBULITES?
Sesi yalnızca bir enstrüman olarak değil; bir hatırlama biçimi, bir paylaşım alanı olarak da kullanmaya çalışan, merkezinde üç kadın vokalin olduğu, makamsal melodilerden ve çok seslilikten ilham alan kolektif bir müzikal oluşumuz.
Ortaklaştığımız duygu ve hareket noktamız, müziğin içte saklı olanı dışarı çağırabilme gücü ve bunun bize verdiği doyum. Repertuvarımız, çocuklukta kulağımıza çalınan bir halk ezgisinden, yıllar içinde ruhumuza yerleşmiş bir çağdaş besteye kadar uzanıyor. Biz bu ezgileri yeniden düzenleyip, çok seslilikle lezzetlendirip bugünün yorumuna açıyoruz.
Sahnede, aslında sadece üç ses değil; aynı zamanda farklı hayatların, hafızaların, duyarlılıkların kesiştiği bir alan kurmaya çalışıyoruz. Bize sahnede keman, gitar vb. enstrümanlarla eşlik eden dostlarımız da bu kolektif anlatının bir parçası. İlk konserimizde sevgili Gabriel Meidinger ve Ali Baran Özcan bize eşlik ettiler ve iyi ki ilk adımlarımızı onlarla beraber attık. Bu ezgilere kendi müzikal yorumlarını katıp yeniden var ediyorlar, minnettarız.
İstanbulites ise “İstanbullular” anlamına gelen İngilizce bir kelime. Sondaki ek aidiyet belirtiyor; mensup olduğunuz yere bir gönderme yapıyor. Bizim için hem coğrafi hem de düşünsel anlamda bir aidiyet belirttiği için bu isimle görünür olmak istedik.

Deniz Ulkat; Fotoğraf: Onur Teke
‘Dünyanın dört bir yanından ezgiler söylüyoruz’
Peradi Ensemble’ın dışına taşan bu üç kadını da tanımak isteriz, nasıl tanıştınız ve birlikte müzik yapma fikri nasıl doğdu?
Farklı yerlerden, farklı uğraşlardan geliyoruz ama yollarımız müzikte kesişti. Derya’yla birlikte bir arkadaşımızın Gitar Cafe’deki konserinde sahnedeydik, Burcu ise dinleyiciler arasındaydı. Aslında uzun süredir aynı çevrelerin içindeymişiz ama o geceye kadar hiç karşılaşmamıştık. Bu tanışmayla birlikte buluşmalarımız da çoğalmaya başladı. Yan yana geldiğimizde en hararetli sohbetlerimizin ilk üç maddesinde hep müzik vardı, hâlâ öyle.
Karşılaşmalar arttıkça müzik ortak paydamız hâline geldi ve bir gün Burcu’nun Moda’daki evinde, henüz yeni filizlenen Peradi Ensemble’ın ilk provasında bulduk kendimizi. İlk provayla birlikte grubun parçası olduk ve bir daha ayrılmadık.
Yaklaşık altı yıldır Peradi’de çok sesli ve çok dilli şarkılarla dünyanın dört bir yanından ezgiler söylüyoruz. Ama biz üçümüz zamanla sesimizi biraz daha içeriden, biraz daha yakından duymaya başladık. Çocukluğumuzdan kulağımıza yer etmiş şarkılarla kurduğumuz bağ, bize başka bir yön gösterdi; bizi alaturka formlara, makamların kendine özgü dünyasına çekti. Bu şarkıları birlikte çok sesli söylemek hem bize yeni bir alan açtı hem de sesimizin farklı yönlerini keşfetmeyi sağladı.
Kişisel olarak üçünüzün de ayrı mesleki uğraşları var ama sizi tanıdığım kadarıyla uzun yıllardır müzikle de iç içesiniz. Bu ısrarın, istikrarın sizdeki karşılığı nedir? Nasıl bir ifade alanı sağlıyor size müzik, müzikal buluşmalar?
Biraz oyun alanı biraz da terapötik bir deneyim. Bu ısrarı bir tür özşefkat pratiği olarak görüyoruz. Günlerin getirdiği hengameyi, derdi tasayı unutup kendi gerçekliğinden sıyrıldığın; yerine bambaşka bir gerçeklik kurabildiğin, kendine döndüğün bir yer hâline geliyor.
Derya Ulkat; Fotoğraf: Onur Teke

‘Bazen hatırlamak, bir tür adalet arayışına dönüşüyor’
Çok sesli ve çok dilli olmanın hafızayı dirilten bir yanı var, sizin bu hafıza kaydını tutma direncinizin bir nedeni var mı? Bazı şeylerin unutulmamasına dair bir gayeye sahip olduğunuzu düşünüyorum. Bu unutulmaya bırakmamanın özel nedenleri var mı?
Evet, bazı şeylerin unutulmamasına dair bir gayemiz var. Çok dilli ve çok sesli olmak, yalnızca estetik ve müzikal bir tercih değil; bastırılmış, sessizleştirilmiş hafızalara alan açmanın da bir yolu.
Bazen yaşamadığımız şeylerin taşıyıcısı oluruz; doğrudan tanık olmasak da bu duygular, bu kırılmalar bize miras kalır. Bize miras kalan kırılmaları, başkasının hikâyesini kendi sesimizle taşırız. O yüzden bir ninniyi ya da bir ağıdı dillendirirken aslında başkasının hikâyesine ses veriyoruz ama kendi sesimizle. Bu belleği diri tutmak, yalnızca geçmişi korumak değil; bugünle ve gelecekle etik bir bağ kurmak anlamına geliyor bizim için. Bazen hatırlamak, bir tür adalet arayışına da dönüşüyor. O yüzden unutmaya değil, hatırlamaya meylediyoruz.
İnsan sesini, tınısını merkeze alan bir yapıya sahipsiniz, müzik enstrümanlarını dışarıda bırakabilen ve kendini dinletebilen bu tonları bir araya getiren kuvvet neye dayalıydı? Neden insan sesi önceliği?
İnsan sesi bizim için en rafine enstrüman. Nefesle başlıyor, titreşimle şekilleniyor ve bedenin tüm boşluklarından geçerek sese dönüşüyor.
Sadece insan sesinin var olduğu, bir arada tınladığı o atmosfer, içeride olanı en saf ve yalın hâliyle dışarı taşıyabilmemizi sağlıyor ki biz bu atmosferde birbirimizi en iyi şekilde duyuyor ve hissediyoruz.
Aslında yalnızca üç vokal ve akapella türünde bir icra ile sınırlandırmıyoruz kendimizi; müzisyen arkadaşlarımızla kolektif üretimlerimiz devam ediyor, ama sesin kendi içinde taşıdığı ifade gücü, armonik zenginlik ve doğrudanlık bizim için çok belirleyici.
25 Mayıs’ta Ceneviz Sanat’ta verdiğiniz ilk konserin ardından nasıl geri dönüşler aldınız, ana akım müzik endüstrisinin içinde özgünlüğünüzle yola devam etme kararınızın haklılığını hissedebiliyor musunuz?
Öncelikle bu sıkı soru için teşekkürler. Ceneviz Sanat’ta bizim kadar heyecan duyan, kalbi pır pır eden arkadaşlarımız yanımızdaydı, çok içten bir buluşmaya vesile oldu o akşam. İlk konserimiz için hislerimizi biraz da şöyle tarifleyelim: Aslında bir şeylerin pişmesi, demlenmesi çok güzel – hele ki sahne sanatları söz konusuysa- ama biz biraz yolda olmayı ve keşfetmeyi seviyoruz.
Dinleyiciler çok fazla duygudan duyguya savrulduklarını söylediler, bir duygu ortaklığı kurduğumuzu hissettik, ama bizi en çok etkileyen yorumlardan biri şuydu:
İstanbul’la öyle ya da böyle savaşan, gitmek mi kalmak mı duygularıyla boğuşan, sevdiklerini bir yerlere uğurlayan herkes için çok kucaklayıcı bir akşamdı.

Şarkılar arasında duygusal ya da hikâye anlamında sizin için özel bir yere sahip olanlar var mı?
Güneşim bizim için özel bir parça. Aslında bizim en spontane, en işlenmemiş hâliyle ufak bir kesit olarak yayınladığımız ilk şarkı Güneşim’di. Fatih Akın’ın filminden bu melodiye hepimiz aşinaydık, yarım saat içerisinde seslerini bulup kaydetmiştik. Sonrasında peşimizi bırakmadı.
Sezen Aksu’nun Işık Doğudan Yükselir albümünden söz etmeden geçmek olmaz. Hepimiz için yeri çok ayrı; üstelik Sezen Aksu’nun alışılagelmiş müzikal çizgisinin dışında duran, çok katmanlı bir albüm. Onno Tunç’un olağanüstü orkestrasyonuyla açılan aynı adlı parça, büyük bir koro ve senfoni orkestrasıyla adeta bir film müziği gibi başlıyor. Ardından bir anda Arif Sağ’ın bağlama solosu beliriyor ve “Ne Ağlarsın”ın o içli yorumuyla karşılaşıyorsunuz. Ya da Mevlana’nın sözleriyle “Yeniliğe Doğru” tasavvufi bir kapı aralıyor. Hem müzikal hem de görsel anlamda dopdolu, içerisinde birçok kültürel ve duygusal öğeyi barındıran; anlatımıyla, atmosferiyle insanı içine çeken ve iz bırakan bir albüm.
‘Yolculuğumuz boyunca yeni seslerle kesişmeye çok açığız’
Başka sahnelere de konuk oluyorsunuz bazen, özellikle birlikte sahne almak istediğiniz sanatçılar, sahneler var mı?
İstanbul’un ruhunu taşıyan, geçmişle bugünü buluşturan mekânlar bizi heyecanlandırıyor. Müzikal anlatımımızın mekânla bütünleştiği, yalnızca kulağa değil, göze ve kalbe de temas edebildiği alanlar bizi cezbediyor.
İlk konserimizin ardından dinleyicilerle bu hayalimizi paylaştığımızda, onların da ilk aklına gelen, Büyükada Taş Mektep, Tarihi Moda İskelesi, Zeyrek Çinili Hamam ve Yerebatan Sarnıcı gibi bir hafızası olan mekânlar oldu. Aynı zamanda biliyoruz ki her sahne kendi hikâyesini yaratıyor.

Burcu Saral; Fotoğraf: Onur Teke
Yolculuğumuz boyunca yeni seslerle kesişmeye de çok açığız. Bazen bir karşılaşma, sadece müzikal değil, benzer bir iç sese denk gelme hâline dönüşüyor. Bu yüzden hem vokali hem de enstrümanıyla bu arayışa eşlik edecek yeni insanlarla tanışmayı önemsiyoruz.
Derya Yıldırım bu anlamda bizim için ilham verici bir örnek. Sesiyle taşıdığı izler, tavrındaki içtenlik ve samimiyet bize çok yakın. Böyle buluşmaların sahnede olduğu kadar kalpte de karşılık bulduğuna inanıyoruz. Umarız bir gün yollarımız kesişir.
Müzikal anlamda yapmak istediğiniz ama cesaret edemediğiniz şeyler var mı?
Sesle kurduğumuz ilişki zamanla daha çok doğaçlamaya yöneldi; özellikle de sözsüz vokal doğaçlamalara. O anın getirdiği sese kulak vermek, onu birlikte duyup birlikte şekillendirmek… Bu alan cesaret istiyor; çünkü hem bireysel hem de kolektif olarak sınırlarını bırakmayı, sadece o anda var olan sesle kalabilmeyi gerektiriyor.
Neyse ki bu yolculukta bize hem güvenli hem de büyülü bir alan açan biri var: Onur Nevşehir. Onunla çalışmak, doğaçlamaya dair heyecanımızı besliyor ve diri tutuyor.
Farklı dillerde, geleneksel çok sesli müzikler icra ettiğimiz Peradi Ensemble bizim için hâlâ çok ilham verici bir zemin oluyor; sesle, dille, kültürle kurduğumuz bağ doğaçlama deneyimimizi de zenginleştiriyor. Orada edindiğimiz içgörüyü, kendi yolculuğumuza, arayışlarımıza taşımaya çalışıyoruz.


