Share This Article
Nazi yanlısı bir babanın ve hayli otoriter bir annenin evladı olan Annemarie Schwarzenbach, çocukluğundan itibaren özgürlük ve mutluluk aramıştı. Genç yaşta evlendirilen ablasıyla benzer bir akıbeti paylaşmayı istemediği gibi çevresindeki kız çocuklarından da farklı bir yolda ilerleyen; kadınlara ilgi duyan Annemarie, hâl yoluna sokulmak için ve “aileye yaraşır” bir evlat olsun diye ebeveynleri tarafından Zürih’teki bir yatılı okula verilince âdeta kendini buluyor ve androjen queerliğini büyük bir arzuyla yaşıyor.
Erika ve Klaus Mann’la kurduğu dostluğun yanı sıra kavgaya tutuştuğu ebeveynlerinden kopup yazarak ve gezerek özgürlüğünü genişletiyor. 1930’lardan itibaren Avrupa’yı kasıp kavuran Nazi şiddetinden uzaklaşmak ve hem yeni yerler keşfetmek hem de yeni insanlarla tanışmak için farklı coğrafyalara doğru yolculuklara çıkıyor. Türkiye, Suriye, Filistin, Lübnan, Irak, İran, Afganistan, SSCB ve ABD’ye giden Annemarie, kendisi gibi yasak ve baskılara direnenlerle buluşurken kültürel ve ekonomik anlamda ezilenlerle yan yana geliyor.
Aşkın varlığıyla dolup taşan, hemcinslerinin bedenine ve güzelliğine duyduğu aşkla özgürleşen Annemarie, gittiği ülkelerde kalemini ve fotoğraf makinesini elinden düşürmeden kimilerince “hasta” diye nitelenen queerlerin uğradığı ayrımcılığı ve yaşadığı güçlükleri kayda geçiriyor.
Gezgin, fotoğrafçı, tarihçi ve yazar Annemarie, iki cinsiyet kalıbına karşı üçüncü seçeneği hayata geçiriyor. 1920’lerin, 1930 ve 1940’ların erkek egemen dünyasında erkeğe benzeyen bir kadın ve queer olarak yaşayan, özgürlüğünü arayan, seyahatlere çıkan ve kaleme aldığı romanlarda hep bu süreçleri anlatıyor.
1942’de ölen ve 1980’lerin sonunda âdeta yeniden doğan Annemarie’nin hatırlanmasını ve LGBTİ+ hareketin uzaklardaki sözcüsü olmasını sağlayan metinlerinden biri de ilk kez 1939’da yayımlanan, yazarın gezginliğinin çoğunlukla İran durağını anlattığı Mutlu Vadi. İsviçre’deki çocukluğunu unutmak isterken daha çok hatırladığı ve özgürlüğünü doyasıya yaşarken özgür olmadığı zamanlara baktığı dönemde var oluşunu düşünüp aşklarını kaleme aldığı bir metin.
Mutlu Vadi, kendisine yabancılaşan Annemarie’nin yalnızlığı tadışını ve onunla aynı duyguları paylaşanları anlattığı bir novella.
‘İnsanın hatırlaması gerek’
Ebeveynleri tarafından dışlanan, cinsel yöneliminden ötürü garipsenen, görünüşü nedeniyle çevresindekilerce yadırganan Annemarie, hem Nazilerin iktidara gelmesiyle hem de yaşadığı yalnızlık hissi ve özgürlük arzusuyla Avrupa’yı ve burjuva toplumunu geride bırakıp uzun bir seyahate çıkmıştı. Türkiye üzerinden geçerek gittiği İran’da yaşadıklarını anlattığı ve 1939’da yayımlanan Mutlu Vadi, yazar için Sartre’ın “insan özgürlüğe mahkûmdur” sözünün bir yansıması ve peşini bırakmayan yalnızlığının hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor.
Mutlu Vadi’nin anlatıcısı, kimlik arayışıyla çeşitli coğrafyalara seyahat ederken yolu İran’a düşüyor ve etrafındakilere rağmen yalnızlığın ve yabancılığın ağırlığını hissediyor. Unutmaya çalıştığı geçmişi peşinden gelerek bugününe ve geleceğine gölge düşürüyor. Kısacası Annemarie, kendisini yine bir roman karakteri hâline getirerek sesleniyor.
İsviçreli yazar, gazeteci ve fotoğrafçı Annemarie Schwarzenbach (1908–1942), kısa ve huzursuz yaşamının son yıllarından bir kare.
İran’ın sert, insanı zorlayan ve dikkat isteyen coğrafyasında, anlatıcının hem kendisini hem de doğayı dinliyor. Issızlığın ortasında, manzaradan büyülenmiş hâlde “dünyanın sonu” dediği vadide bir yandan sakinleşir bir yandan da hiç durmayan zihniyle baş başa kalırken hatıralarının canlandığını fark edip “daha önceden bilinen, uzakları uyandıran her şeyden kaçınmalı” diyor.
“Dünyanın sonu” dediği yer, belli bir andan itibaren “mutlu vadi” hâline geliyor anlatıcı için; geçmişi peşine takılmış, hasretler ve şüpheler zihnini kuşatmışken türlü renkleriyle İran, sınırları ortadan kaldıran bir düşünme imkânı veriyor anlatıcıya:
Medeni dünyada hayat insana, rahatsız edici ve tehlikeli sesleri susturmak için başka vasıtalar sunuyor: Muntazam bir yaşayış, öğünler, vazifeler, aile hayatı ve vefatlar, günlük gazete, mahkeme celseleri, eski sınıf arkadaşlarıyla neşeli toplantılar, kazalar ve cürümler, edebiyatçıları anma törenleri, millî hisler ve kültür, kilise ziyaretleri ve ‘Ülkemizin düşmanlarından korunun!’ ve her yedinci günde bir futbol maçı; her şey teşvik, her şey dikkati dağıtma, ta ki vicdan, kıpırtısız körfeze gömülene ve insan kalbinin dindirilmemiş, ilelebet genç atılımı güzel bir tevazu içinde sönüp gidene kadar.
Vadinin bitmek bilmeyen gecelerinde özgürlüğünü ve özgürlüğün anlamını düşünüyor anlatıcı; zaman zaman çocukluğundan anlar takılıyor aklına bazen de geride bıraktığı İsviçre ve savaş borularının çaldığı Avrupa… “Tabiatın büyük sükûnetiyle çevriliyken” bir arkeolog titizliğiyle derinlere iniyor, bir tarihçi misali tartışıyor ve ayrıntılara yoğunlaşan fotoğrafçı gibi görmeye uğraşıyor. Vadiye neden kaçtığını, orada nelerle karşılaştığını ve geride neleri bırakamadığını sorguluyor:
İnsanın hatırlaması gerek. Geri gitmesi gerek, adım adım, o zaman belki başlangıcı tekrar bulabilir. İsimlere seslenmesi, yüzler çağırması, şehirleri uykudan uyandırması gerek.
‘İyi hayatın bedeli fazla’
Anlatıcı, İran’da doğanın kollarında ve sessizliğin ortasındayken kendisini başka bir dünyada gibi hissederken sık sık geriye bakıyor. Orada gördüğü ise “çok cepheli bir hayat”, bol mücadele, uzak ve yakın geçmişin sırtına bindirdiği, karmaşa içindeyken ayırdına varamadığı yükler. Bunların tamamı, yollara düşme arzusunu büyütüp onu bulunduğu vadiye getiriyor.
Vadide ise doğa haricinde başka bir şey daha keşfedip sorularla cebelleşiyor:
Yabancılık bana can veriyordu, kendimi tanımaz olmuştum. Neydi üzerimde bu kadar gücü olan? Hangi kuvvetin eline teslim olmuştum? Teslim olmuştum! Kendime yabancılaşmıştım!
Kendisinden uzak tuttuğu, benliğinden sürgün ettiği hatıralar, vadiye doğan ve dağlara vuran güneş misali önüne dikilince ağırlığı olmasın isteyen ve hedefsizce yollara düşen anlatıcı, “hiçbir yerin kendisine yeterince ıssız gelmediğini” düşünüyor.
“İnsanın tek bir hayatı var, onunda boşa harcanmaması, heba edilmemesi lazım” diyen anlatıcının aklına takılan başka şeyler de var elbette:
Avrupa’daki sinir sanatoryumları tıka basa dolu. Ordular donanmış. Gençlik disiplinli. Makineler işliyor. İlerleme yolda ve bütün bütün halklar psikozlara yakalanıyor. Tek tek insanları ‘meşguliyetle tedavi’den geçirip normal hayata döndürüyorlar.
“Kendi gözüme niçin ödlek, kaçak, dolandırıcı gibi görünüyorum?” diye soran anlatıcı, Türkiye’de, Filistin’de, Suriye’de ve Irak’ta gezdikten sonra, İran’da doğanın kollarındayken “iyi hayatının bedelinin fazla yüksek olduğunu” kavramakla kalmıyor, “bana korkunç bir hürriyet armağan edildi” diyor. Bu hürriyete, yaramaz yalnızlığın ve insansız ıssızlığın hüküm sürdüğü yerdeki anlatıcının gezginliği, hatıralarından uzaklaşması, geçmişi hatırlaması, bedenlerine ve ruhlarına hayran olduğu kadınlara duyduğu arzu da dâhil.
Mutlu Vadi, karşımıza “ben-anlatıcı” olarak çıkan; kendisini bir karakter şeklinde hikâyeye dâhil eden Annemarie’nin bir iç döküşü ve yakarışı, unutmak ve hatırlamak istediklerini sıraladığı bir metin olarak okunabilir.
Annemarie’nin kaçtığı geçmişini, kendisini ve özgürlüğü keşfini anlattığı, düşünüp sorular sorduğu, bulduğu yanıtlardan tatmin olmadığı gezi ve anı kitabı tadındaki otobiyografik bir roman Mutlu Vadi. Aynı zamanda zihninin derinliklerine kaçışının ve farklı coğrafyalara doğru çıktığı seyahatlerin anlatımı.
Mutlu Vadi, Annemarie Schwarzenbach, Çeviren: Tevfik Turan, Everest Yayınları, 126 s.