Share This Article
Rebecca Solnit, pek çok konuya odaklanan yürüyüşçü bir yazar: Feminizm, yolda olma hâli, ekolojik kriz, insan hakları… Çağımızın tanığı olmasının yanında bir aktivist, zamanın ruhunu anlayıp anlatmaya uğraşan, sorunlara kafa yorup çözüm önerileri getiriyor. Yaşanan dengesizliklerin farkında fakat umutsuzluğa ve yılgınlığa karşı çıkıyor; savunduğu özgürlüğün ve hayattan keyif almanın, faydacılığa hizmet etmek zorunda olmadığı mimini koyuyor.
Yürürken yalnız kalmalı dediği insanın, başkasını anlamak için kalabalığa karışmasının zorunluluğundan bahseden Solnit, olaylar ve insanlar arasında yürümenin, aynı zamanda arayış anlamına geldiğini hatırlatıyor. Eşitsizliklerin arttığı, popülizmin gemi azıya aldığı, dört bir yanda manipülasyona ve yalan habere rastlandığı, savaşların, göçlerin ve ekolojik krizin dünyayı sarstığı bir zaman diliminde, düşünme ve eylemden söz edip “umut kolektif hafızadır” diyor. “Hep beraber çok güçlüyüz” şiarıyla yan yana gelmenin önemini ve geleceksizlik hissine karşı çıkmanın zorunluluğunu anımsatıyor.
Solnit’in en çok kafa yorduğu meselelerden biri de ayrımcılık; kadının sessizlikle ve erkeğin iktidarla tanımlanmasına, eril tahakkümün yarattığı şiddete karşı çıkarken soruyor:
Kadınların güven içinde yaşadığı, insan haklarına ve eşit haklara sahip olduğu bir dünya hayal edebiliyor muyuz?
Solnit, cinsiyet rollerinin olmadığı bir dünya düşlerken feminizmi kavramsal ve felsefi bir düzleme oturtuyor. Kadınları maço erkeklerin ardına itmeye uğraşan düzeni sahiplenenlerle çocukluğundan beri mücadele eden Solnit, “güzellik” ve “çirkinlik” klişelerini, “kusurları”, kadınlara verilen “erkeklerin gönlünü hoş tutma görevi”nin yanı sıra toplumsal kodları ve erkek şiddetini reddediyor. Başka bir deyişle erkeğin susturmaya çalıştığı kadının sesinin yüksek çıkması gerektiğini söylerken “feminizmin erkeklere ihtiyacı var” diyor:
Kadınlardan nefret eden, onları küçük gören erkekler şayet değişecekse kadınlara korkunç şeyler yapmanın ya da onlar hakkında korkunç şeyler söylemenin erkeklerin diğer erkekler nezdindeki itibarını yükseltmediği, aksine düşürdüğü bir kültür eliyle değişecek.
Kadınların sessizleştirilmesine, şiddete uğramasına ve erkek egemen bir dünyada yaşamaya zorlanmasına karşı çıktığı metni Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar’da da Solnit, hem kadınlara dair hikâyeler anlatıyor hem de mevcut sistem yerine, eşitlik ve özgürlük hayalini dillendiriyor. Başka bir deyişle eril ezberi bozma yolunda sağlam adımlar atmak için öneriler getiriyor.
‘Daima sesini çıkaramayanların tarafındayım’
Solnit’in en başta itiraz ettiği şey, kadının sinik ve erkeğin güçlü tanımlanması. Böyle bir zihin, dilde başlayıp eylemle devam eden bir şiddet üretiyor. Kadın ise maruz kaldığı bu ayrımcılıktan sağ salim çıkmaya çabalıyor. Yazar ise pek çok yerde vurguladığını, Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar’da daha geniş biçimde ifade ediyor: Erkek şiddetinden kurtulmak için kararlı olmak, konuşmak, dinlemek ve bir araya gelmek gerek.
Solnit, eril şiddetin, cinsel saldırıların ve kadın cinayetlerinin politikliğini hatırlatıp “feminist devrim”de birleşmesi gereken kadınlara ve erkeklere çağrıda bulunurken ilginç bir not düşüyor:
Erkeklerin müdahilliği giderek artıyor, öncelikle öğrenerek ve durumu anlamaya çalışarak, ikincisi bu suçu işlemeyerek ve üçüncüsü buna kişisel olarak ve kolektif yollardan karşı çıkarak. Bence feminist bir devrim içindeyiz (ve erkeklerin de bunun parçası olmasına daima ihtiyaç var, kadınlar ayrımcılığı tek başına ortadan kaldıramaz, nasıl ki beyaz olmayan insanlar ırkçılığı beyazların katılımı olmadan yok edemezse).
Solnit’in derdi, yalnızca fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan nobran erkeklerle değil, aynı zamanda narsisizmin zirvesinde, nutuk çekmekten hoşlanan ve otorite olduğunu düşünenler de onun radarında. “Bay Çok Önemli” diyor çocukluğundan beri denk geldiği bu erkeklere. Onların susturmayı ve karşısındaki kadını pasifleştirmeyi marifet saydığını; küstahlıklarının ve kibirlerinin tacizden farksız olduğunu söylüyor.
Bay Çok Önemli”lerin kadınları önemsizleştirme gayretinin ve aşağılamasının, feminizmi ve kolektif eylemi zorunlu kıldığını hatırlatan Solnit, bu anlamda çizilecek yol haritasının ilk adımını ve tarafını açıklıyor: “Kadınların yaşam ve özgürlük haklarını, politik ve kültürel arenada katılımcı olma haklarını elde ederek insan gibi yaşamak için verdiği savaş sürüyor ve bu bazen amansız bir savaşa dönüşüyor. (…) Görülebilirliğin ve konuşabilmenin mümkün olmadığı yerde hayatta kalmak, onurlu ve özgür olmak mümkün değil. Gençliğinde bazen şiddet kullanılarak susturulan biri olarak bugün sesimi çıkarabildiğim için minnettarım. Kendi sesimi zaman içinde duyurabilen biri olarak daima sesini çıkaramayanların tarafındayım. Onların dava arkadaşıyım.
‘Şiddetin bir cinsiyeti var’
Solnit’in bahsettiği savaş ve hak arama mücadelesi, cinsel ve psikolojik şiddete, ayrımcı söylem ve eylemlere karşı çıkma iradesiyle şekilleniyor. Bu bağlamda, hem şiddet ve ayrımcılıkla hem de onları reddetmeyle ilgili dünyanın dört bir yanından örnekleri sıralayan yazar, “şiddetin bir ırkı, sınıfı, dini ya da milliyeti yok, bir cinsiyeti var” diyor. Kısacası suçluların ve güçlülerin kurbanlarını; toplu taşıma araçlarında, parklarda, sokakta, işyerlerinde ve evde erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin boyutunun görünenden fazla olduğunu hatırlatırken önemli bir mim koyuyor:
Evrensel bir salgın olarak karşımıza çıkan şiddet, toplumsal cinsiyetten başka her türlü nedene bağlanabiliyor, apaçık ortada olup da tüm vakaları açıklayabilecek gibi görünen cinsiyet faktörü nedense şiddet vakalarını yorumlarken akıllara gelmiyor.
Solnit, erkek şiddetinin özünde öfkenin ve arzunun baskın olduğu kontrol isteğinin yer aldığını anımsatıyor. Hakaretle başlayan, tehditle devam eden, saldırıyla ve cinayetle sonuçlanabilen bir zincir bu. Onun her halkası ise kadını pasifleştirmeye ve susturmaya yönelik birer eylem hâline geliyor.
Solnit’in tarihe ve güncel örneklere bakarak anlattığı olayların temelinde, erkeğin kadını güçsüz ve şiddetinin nesnesi kılma girişimi bulunuyor. Bu, özünde bir tahakküm sorunu ve hayli politik bir eylem: Hadsizliğin ve adaletsizliğin en yüksek seviyeye ulaştığı bir edim. Kısacası yok sayma ve yok etme; isimsizleştirme, kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme, toplumdan ve yaşamdan koparma girişimi. Bunlara bir de ithamlar, itibarsızlaştırmalar ve küçümsemeler ekleniyor:
Bir kadının bir erkeği, özellikle de güçlü ya da kamuya mal olmuş beyaz bir erkeği (…) ya da bir kurumu itham ettiği, özellikle cinsel tacizle suçladığı durumlarda gelen tepkilere bakarsanız, çoğu zaman kadının iddialarının doğru olup olmadığı değildir asıl tartışılan konu. İnsanlar bu kadının kendisinde böyle ithamlar için nereden hak bulduğunu sorgulayacak, yaşadığı durumu değerlendirecek zihinsel kapasiteye sahip olup olmadığını tartışma konusu yapacaktır. Nesiller boyu kadınlara deli gözüyle bakılmış, akıllarının ermediği, ortalığı karıştırdıkları, kötü niyetli, komplocu, doğuştan sahtekâr olduğu söylenmiştir onlara.
Hem şiddet ve ayrımcılıkla hem de onları reddetmeyle ilgili dünyanın dört bir yanından örnekleri sıralayan Solnit, “şiddetin bir ırkı, sınıfı, dini ya da milliyeti yok, bir cinsiyeti var” diyor.
Özgürleşme ‘bulaşıcı bir proje’
Solnit, kadına karşı nefret ve şiddet salgınından örnekler veriyor Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar’da. Yalnızca durum belirlemesi yapmıyor elbette, kaynağına indiği sorunlar için çözüm önerileri de sunuyor. Bunların başında da kadınların ve erkeklerin ortaklaşa kuracağı yeni feminizm geliyor. Bir başkası, failler yerine mağdurlar ve kurbanlarla empati kurulması. Hatta kimsenin kurban ya da mağdur hâline gelmeyeceği önleyici eylemler düzenlenmesi ve bu yönde girişimlerde bulunulması. Dahası, kadınların var olma hakkının ve özgürlüğünün kanunlarla tavizsiz şekilde güvence altına alınması.
“Sözcükler her şeyi değiştirebilir” diyen Solnit, ayrımcı ve şiddet içeren ifadeler hakkında uyarılarda bulunup dilin zemininin kayganlığına dikkat çekiyor:
Aile içi şiddet, bize bilgiçlik taslayan adamlar, tecavüz kültürü ve cinsel ayrıcalık gibi tabirler birçok kadının her gün karşılaştığı dünyayı yeniden tanımlayarak konuştuğumuz dil aracılığıyla yolumuzdaki engelleri aşmamıza ve dünyanın bildik düzenini değiştirmeye başlamamıza imkân sağlıyor. (…) Şiddet ve gücün kötüye kullanılmasını birbirinden çok farklıymış gibi algılıyor, bambaşka kategorilerde değerlendiriyoruz. Taciz, korkutma, tehdit, darp, tecavüz, cinayet… Ama bugün görüyorum ki bunların hepsi aynı kaygan zeminde cereyan ediyor. Bu nedenle kadın düşmanlığının bin bir tezahürünü sınıflara ayırıp her biriyle ayrı ayrı başa çıkmaya çalışmak yerine, bu her an bir sonraki aşamaya geçmenin mümkün olduğu kaygan zeminle mücadele etmemiz gerekiyor. Bunu yapmadığımızda büyük resmi değil yalnızca parçaları görebiliyoruz çünkü.
Her şeyi kontrol etme ve intikam alma saplantısından türeyen maço fantezilerin zemininde yer aldığı kadın nefretinin aşılması için yüzümüzü hak mücadelesine ve feminizme dönmemiz gerektiğini söylüyor Solnit. Mizojini ve homofobi dâhil, her türlü ayrımcı söylem ve eylemle mücadele etmenin “bulaşıcı bir proje” dediği özgürleşmeyle mümkün olduğunu vurguluyor.
Kadınların benliğini ve bedenini gözetim altında tutmaktan, kadınları cinsiyet rollerine sıkıştırmaktan vazgeçmeyi, eril tahakkümü bitirmeyi ve erkek egemen söylemi sonlandırmayı gerektiriyor bu özgürleşme hareketi. Solnit’in buna hayatî bir şey daha ekliyor:
Özgürleşmemiz ve kurtulmamız gereken daha çok şey var: Rekabeti ve acımasızlığı, kısa vadeli düşünmeyi, umursamaz bireyselliği göklere çıkaran, doğanın tahribatına ve sınırsız tüketime hizmet eden, adına kapitalizm denen sistem. Dünyada güzel olan ne varsa en çirkin maçolukla yok ediliyor. Erkeklerin çoğu bu sisteme daha çok uyum sağlıyor sağlamasına ama aslında sistem hiçbirimize hizmet etmiyor.
Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar, Rebecca Solnit, Çeviren: Asude Küçük, Minotor Kitap, 136 s.