Share This Article
Cullen Murphy | Çeviren: Gürer Mut
Haber kaynaklarından ve yapılan röportajlardan anlaşıldığı kadarıyla, Trump yönetiminin içinde ve çevresinde yer alan pek çok kişi, Roma İmparatorluğu’na hayranlık besliyor. Kendilerini bu imparatorluk deneyiminden çıkan derslerin yorumlayıcıları—göçmenlere karşı dikkatli olun; erkekliği yüceltin; çocuk yapın—ve onun görkeminin mirasçıları olarak görüyorlar. Bu yıl Washington’da düzenlenen Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı’nda (CPAC) yer alan bir pankartta, Donald Trump, alnı defne yapraklarıyla süslenmiş Augustus benzeri bir profil içinde tasvir edilmişti. Elon Musk kendisine “Mars’ın İmparatoru” unvanını uygun görmüş, çocuklarından birine Romulus adını vermişti. Steve Bannon’un Capitol Hill’deki ofisinde ise Julius Caesar’ın bir büstü duruyor.
Bu eski imparatorluğu araştırmak beni seçkin akademisyenlerle tanıştırdı. Sıklıkla düşündüğüm isimlerden biri, Yale Üniversitesi’nden tarihçi Ramsay MacMullen’dır. Kendisi, 1988 tarihli Corruption and the Decline of Rome (Roma’nın Çöküşü ve Yozlaşma) adlı klasik çalışmanın yazarıdır— ve bu kitabın içerdiği dersler, etkisini hâlâ sürdürmektedir.
MacMullen’la tanıştığımda 80 yaşına yaklaşmıştı; o dönemde Roma İmparatorluğu konusunda yaşayan en büyük tarihçi olarak kabul ediliyordu; bu unvan kendisine Amerikan Tarih Derneği tarafından verilmişti. Onu, mezar yazıtları, papirüs parçaları ve antik şiirler arasında dalış yaparcasına yazan, neşeli bir yazar olarak tanıyordum. Gerçekte de kısa, dağınık beyaz saçları, özgüvenli ve akıcı bir konuşma tarzı vardı. Bir öyle yemeğinde şu konu üzerine özellikle durduğunu hatırlıyorum: Merkezi otorite ve ortak amacın, çıkarcılık, bencillik ve kâr uğruna aşındırılması durumunda bir siyasi yapının başına neler gelir? İşte bu, onun yozlaşma üzerine yazdığı kitabının konusuydu.
Onu esas ilgilendiren şey, Roma İmparatorluğu’nun işleyişini sağlayan mekanizmalar ve bu sistemin dişlilerine nasıl zamanla çakılların kaçtığıydı. Roma, bugünkü anlamda gelişmiş bir idari devlete hiç sahip olmamıştı ama işler yolundayken, oldukça iyi işliyordu. MacMullen’ın “iktidar zinciri” adını verdiği yapı, merkezi otoriteyi uzaklardaki komutanlara ve yargıçlara, para basanlara, gemi tedarikçilerine kadar bağlıyordu.
Ve nihayetinde bu yapı çöktü. MacMullen bu durumu şöyle açıklıyordu: Zamanla, yönetim ile idareciler arasına farklı çıkar katmanları girdi ve bu da iktidar zincirinin kopmasına neden oldu. Bu kopuş bazen basit “çıkarcılık” biçiminde ortaya çıkabiliyordu. Zincirin bir yerinde, uzaktaki otoriteyi görmezden gelmeyi kârlı bulabiliyordu. Ya da kamu hizmetleri özel ellere devrediliyor, bu özel eller de kendi çıkarlarını korumayı tercih ediyordu. Örneğin ordu büyük ölçüde sözleşmeli askerlerden — foederati olarak bilinirlerdi — oluşuyordu ve bu askerler, en hafif ifadeyle güvenilir değillerdi. Pek çok bölgede adalet sistemi piyasaya terk edilmişti: Numidia’daki bir kamu binasında bugün dahi duran bronz bir levhada, bir davanın ilerleyebilmesi için kimin ne kadar ödeme alacağı detaylı şekilde listelenmişti. MacMullen, bu tür bozulmaları örnekleyen bir kitap dolusu vakayı biriktirmişti.

Bağımsız derebeylikler ortaya çıkmaya başladı
Apolitik bir siyaset bilimci olan MacMullen’ın incelediği olguları tanımlamak için “devlet işlevlerinin dışsallaştırılması” gibi bir ifade kullandı. Daha aşina olduğumuz bir terim ise MacMullen’ın da kullandığı “özelleştirme” oldu. 2000’li yılların başına gelindiğinde, yani iki on yıl süren deregülasyon (düzenlemelerin kaldırılması) ve devlet mülkiyetinden çıkarma sürecinin ardından, bu kavram Batı’da—özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Britanya’da—başka bir bağlamda geniş kabul görmüştü: Güvenlik, maliye, eğitim, altyapı ve veri gibi kamu sorumluluğunun giderek daha büyük parçaları kesilip özel ellere devrediliyordu. Bağımsız derebeylikler her yerde ortaya çıkmaya başlamıştı.
Trump yönetiminin ilk dönemlerinde, kendimi yeniden Roma’nın Çöküşü ve Yozlaşma kitabına dönerken buldum ve MacMullen’ın, devlet kurumlarının hızla parçalanması ve kamu çalışanlarının toplu şekilde işten çıkarılması karşısında ne hissedeceğini merak ettim. Günümüzde giderek daha fazla kamu hizmeti dış kaynaklara devredilme eğiliminde.
MacMullen üç yıl önce hayatını kaybetti, dolayısıyla bu süreç hakkında ona soru sormam mümkün değil. Ancak birlikteyken ona yönelttiğim iki soruyu hâlâ hatırlıyorum. İlk soru neredeyse saçma sayılabilirdi: Roma İmparatorluğu’nun gelişimini tek bir cümlede özetleyebilir miydi? Üç kelimeyle yapabileceğini söyledi: “Az sayıda kişi, daha fazlasına sahip.”
İkinci sorum ise özelleştirme ve onun nereye varabileceğiyle ilgiliydi. MacMullen büyük genellemeler yapmayacak kadar dikkatli bir akademisyendi. Tarihte “zorunlu” diye bir şey olmadığını açıklamıştı. Sadece belirli süreçlerin antik Roma’da nasıl geliştiği hakkında spekülasyon yapabileceğini söylemişti. Öte yandan, kültürleri ve dönemleri karşılaştırmayı severdi (sonrasında bana Roma, Hindistan ve Çin’de üç farklı dönemde yozlaşmayı karşılaştırdığı bir makalesini göndermişti) ve düşünsel keşiflere açık biriydi. Sorumu düşündü, ardından soruyla yanıt verdi:
Orta Çağ’ı mı düşünüyorsun? Yoksa bugünü mü kast ediyorsun?
Özel güce sahip olanlar
Orta Çağ üzerine anlaştık — en azından ben öyle sanıyordum. Kendi payıma, onlara içten bir saygı sundum (üniversitelerin yükselişi, felsefenin yeniden doğuşu, gözlüğün icadı) ve romantik bir hayranlık besledim (yosun tutmuş kemerler, benek benek vitray camlar vs.). Üniversitede Orta Çağ tarihi okudum ve uzun yıllar boyunca babamla birlikte Orta Çağ’da geçen Prince Valiant adlı çizgi roman üzerinde çalıştım. Rutubetli taş duvarlar ve çıtırdayan bir şömine hâlâ içime huzur verir.
Bu ilgime rağmen, Orta Çağ’ın insanlık tarihinin zihninde kalması gerekiyordu. Ama öyle olmadı. Özelleştirmenin hızla artmasıyla birlikte, yeni bir Orta Çağ’a ilerliyoruz. Orta Çağ tarihçileri, “feodalizm” üzerine bugün hâlâ tartışıyor, kavramı titizlikle ve çekişmeli biçimde çözümleme yoluna gidiyorlar.
Avrupa’da imparatorluk gücü geri çekildikçe, yeni bir örgütlenme sistemi ortaya çıktı. Bu sistem güç, yönetim, hukuk ve güvenlik merkezli değil, özel ellerdeydi. Bu özel güce sahip olan kimseler en üstten en alta kadar birbirine bağımlı derebeylik katmanlarıyla bağlıydı. Üstte olanların da alttakilere karşı yükümlülükleri vardı —adalet sağlamak, koruma sunmak gibi. —
Hükümetlerin kamusal amaçlara hizmet eden, kamusal katılımı içeren yapılar olarak yeniden ortaya çıkması uzun zaman aldı. Mayflower Sözleşmesi’nin “uygar bir siyasî topluluk” (civill Body Politick) dediği bu düşünceye tekrar ulaşmak kolay olmadı. Gelişmiş dünyadaki çoğu insan, yüzyıllardır bir “Civill Body Politick”te yaşıyor ya da en azından öyle bir şeyin içinde yaşamayı amaçlıyor. Bu deneyin ne kadar başarılı olduğunu abartmak istemem, ancak en azından bugün sokaklarda milisler yerine polislerin olması ve güvenlik ağlarının, tayt giymiş adamların at sırtından rastgele dağıttığı sadakalardan farklı olarak sistemli biçimde işlemesi bunun s
onucudur.
1980’ler ve 90’larda özelleştirme yeniden ivme kazandı ve bunun önünde pek çok destekleyici güç vardı. Kamu karşıtı duygular, fırsatlar yarattı ve girişimciler bu fırsatları değerlendirdi. Özelleştirme, aynı zamanda hizmet alımını doğası gereği daha verimli gören politika yapıcılar tarafından da desteklendi. Trump ikinci kez görevine başlamadan önce, ABD’de, federal hükümetin işlerini yapan özel müteahhitlerin sayısı, federal çalışanların sayısının yaklaşık iki katıydı.
21. yüzyılda özelleştirme hız kazandıkça, “yeni feodalizm” ya da “tekno-feodalizm” kavramları akademisyenlerin ve teorisyenlerin ilgisini çekmeye başladı—Joel Kotkin, Jodi Dean, Robert Kuttner ve Yanis Varoufakis bunlardan bazıları. Bu akademisyenlerin çoğu son derece temkinli. Şeffaflığın aşınmasından, bireysel hakların göz ardı edilmesinden, gücün giderek daha küçük ve zengin bir baron grubunun elinde toplanmasından endişe ediyorlar. Bu süreçte toplumun büyük kesimi, modern bir toprak köleliğine denk düşen hizmet sektöründe sıkışıp kalıyor. Öte yandan, teknolibertaryen ya da yeni-tepkisel (neo-reactionary) uçta yer alan bazı teorisyenler—Sky Lounge’daki yumurta biçimli koltuklarından olup biteni izleyenler—aynı gelişmeleri görüyorlar ve bu düzenin bir an önce gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlar.
Kiralık kurumlar
Özelleştirmenin anlamı ve sonuçları tartışmaya açık olabilir, ancak olgunun kendisi tartışmayla ortadan kaldırılamaz. Bunun birkaç örneğini sıralamak gerekirse:
Para arzı üzerindeki tekel, bir zamanlar kamu iktidarının ayırt edici bir özelliğiydi. Ancak sadece on yıl içinde, özel kripto paralar bu kontrolü zayıflattı ve aynı zamanda çeşitli yasa dışı faaliyetlere olanak sağladı. Kripto paraları düzenlemek zor —düzenleme arzusu olsa bile, ki çoğu zaman yoktur. — ABD’de Trump ve ailesi kripto para işine yoğun biçimde dâhil olmuş durumda. Nisan ayında başkan, $TRUMP isimli coin’ine yatırım yapan en büyük 220 kişiyi özel bir akşam yemeğine davet edeceğini duyurdu; bu açıklamadan sadece saatler sonra söz konusu coin’in değeri yüzde 60 oranında arttı.
Meşru şiddet kullanımı üzerindeki tekel de—çeşitli derebeylere bağlı şövalyeler yerine profesyonel daimi orduların kurulması— kamusal iktidarın geleneksel bir başka göstergesiydi. Donald Rumsfeld, “Savaşa sahip olduğun orduyla gidersin,” demişti, ancak günümüzde başka bir seçenek daha var: “Kiralanan orduyla gitmek.” Wagner Grubu ve Triple Canopy gibi dünya çapında faaliyet gösteren özel askerî şirketler, bir zamanların dolaşan paralı askerleri olan Landsknechtleri anımsatıyor.
Son yıllarda yapılan savaşlardan emekli olmuş binlerce asker dünyanın dört bir yanında mevcut. Hem hükümetler hem de şirketler, çoğu zaman yasal denetimden uzak, doğrudan fiziksel müdahaleye dayalı çözümler istiyor. (Ulusal Savunma Üniversitesi’nin (NDU) 2019 tarihli bir raporunda da belirtildiği üzere, “Orta Çağ’ın paralı askerleri gibi, günümüzün serbest çalışan personeli de sözleşmeleri yerine getirirken aşırı şiddet uygulayabilir.”)
ABD, yalnızca 2007 ile 2012 yılları arasında özel güvenlik şirketlerine 160 milyar dolar harcadı. Bu yapıların yanında büyüyen başka bir sektör ise, çok daha büyük bir hacme sahip olan özel istihbarat şirketleri. Örneğin, ABD’nin istihbarat bütçesinin büyük bir kısmını harcadığı Palantir gibi firmalar. Zaten “Palantir” ismi bile, J.R.R. Tolkien aracılığıyla bir tür feodal dünyaya gönderme yapıyordu.
Herkesi korumakla yükümlü kamu polis teşkilatları, esasen 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ancak bu polis kuvvetleri giderek küçülüyor. ABD’de artık parası olan ve güvenliğe ihtiyacı bulunan herkes özel güvenlik görevlileri tutuyor ve bu özel güvenlik görevlilerinin sayısı, genel anlamda polis memurlarının sayısının iki katına ulaşmış durumda. ABD merkezli şirketler arasında, Amazon ve Walmart’tan sonra dünyadaki en büyük üçüncü özel güvenlik şirketi Allied Universal geliyor. Bu özel güvenlikçiler, küçük kasabaları ve tüm şehir bölgelerini devriye geziyor. Oregon’un Portland kentinde yüzlerce işletmeden oluşan bir konsorsiyum, şehir merkezlerini gece gündüz koruması için Echelon Protective Services adlı özel bir güvenlik firması ile anlaştı. Ocak ayında Los Angeles’ı harap eden yangınlar sırasında, Brentwood’un en zengin sakinleri, evlerini yağmadan korumak amacıyla gizemli güvenlik firması Covered 6’yı çağırdı. Kişisel güvenlik söz konusu olduğunda ise pazarın bir sınırı yok. Mark Zuckerberg’in kişisel güvenlik için yıllık harcadığı bütçenin 23 milyon dolar olduğu bildiriliyor—bu, Papa’nın İsviçreli Muhafızlara ödediği miktarın beş katı.
Orta Çağ’da olduğu gibi, varlıklı kesim yine kendini dış dünyadan yalıtıyor. Bugün Windsor Kalesi inşa edilmiş olsaydı, satış broşüründe “özel yönetilen yerleşim topluluğu” olarak tanımlanırdı. 1990’larda ekonomist Robert Reich, “başarılıların ayrışması” kavramı üzerine yazmaya başladığında, yaklaşık 3 milyon Amerikan konut birimi, 8 milyonluk bir nüfusu koruyan sitelerin içinde yer alıyordu. Günümüzde, bu tür gated community’ler (kapalı siteler) 14 milyon konut birimini kapsıyor.
Bu yılın başlarında Florida’daki bir emlak şirketi internet sitesinde şu soruyu sordu: “Bir hendek sizin için uygun mu?” Bunun 1 Nisan şakası olduğu iddia edildi ama bu şakanın altında bir gerçek yattığı herkesin malumu. Öyle ki, modern hendekli evler hâlihazırda hayatımıza girecek. Dünyanın en ayrıcalıklı kapalı yerleşimlerinden biri aslında bir ada: Florida’daki Biscayne Körfezi’nde yer alan Indian Creek Village. Bu adada sadece 89 kişi yaşıyor—bunlar arasında Jeff Bezos, Ivanka Trump ve Jared Kushner da var—ve adanın çevresi, İsrailli Magos şirketi tarafından tasarlanmış bir radar sistemiyle korunuyor. Hız teknelerindeki güvenlik görevlileri, yakına gelen herkesi anında engelliyor.
Feodalizm yeni geleceğimiz mi?
Özelleştirme hukuku da altüst etti. Robert Kuttner ve Katherine V. W. Stone’un The American Prospect’te yayımlanan kapsamlı araştırmalarından bir örnek: Tüketici ve iş hukuku anlaşmazlıklarının çözümünde, şirketlerin özel sözleşmelere yerleştirdiği zorunlu tahkim uygulamalarının giderek yaygınlatığı ortaya çıktı. Kamu mahkemeleri tıkanmış durumda. Yazarların “yargının dış kaynak kullanımı” olarak adlandırdığı tahkim, paralel bir özel sistem yaratıyor—bu sistemde verimlilik, kamu denetiminden ya da adil yargılanma hakkından daha çok önemsenebiliyor.
Denetim ise daha geniş anlamda—çevre, gıda, ilaç, finans gibi alanlarda—on yıllardır denetlenenlerin eline geçmeye başladı. Donald Cohen ve Allen Mikaelian, 2021 tarihli The Privatization of Everything (Her Şeyin Özelleştirilmesi) adlı kitaplarında, su, yollar, sosyal yardım hizmetleri, parklar ve daha birçok alanda kamu denetiminin kaybını belgeledi. Son aylarda Amerika’da hükümetin kasten sökülüp parçalanması ve onun yerine, özelleştirilmiş güce ve kişisel sadakat ağlarına dayanan bir yapının getirilmesi, uzun zamandır devam eden bu süreci hızlandırdı. Bu ruh hali, onlarca yıl önce Ronald Reagan’ın ekonomi danışmanı Murray Weidenbaum’un şu vecizesinde kendini bulmuştu: “Öylece durma—bir şeyi boz!”
Etkin bir devlet yönetimini mümkün kılan güç zincirine gönderme yapan MacMullen şöyle yazmıştı:
Bağlantı noktalarının her birinde, ilk amaç alınan biçimiyle aktarılmalıdır. Aksi takdirde hiçbir anlamı kalmaz.
Kontrol ve hesap verebilirlik bu yapının temelini oluşturur. Kontrol: Kararları kim alır ve bu kararların uygulanıp uygulanmayacağına kim karar verir ve bu kararlar kimin yararına alınır? Hesap verebilirlik: Bir sorun yaşandığında bunu kim tespit eder, sorunun çözülüp çözülmediğine kim karar verir? Özelleştirilmiş bir dünyada devlet “dağınık, istikrarsız ve öngörülemez” hale gelir ve sorumluluk ağı giderek daha da seyrekleşir. Ana yükleniciler taşeronlarla çalışır, taşeronlar kendi taşeronlarını tutar.
2010 yılında Afganistan’da konvoylara eşlik eden güvenlik görevlileriyle ilgili bir soruya yanıt verirken, bir NATO yetkilisi The New York Times’a şöyle demişti: “Alt taşeronun alt taşeronunun alt taşeronunu… kime anlatayım?!” Bugün parçalanmış devlet yapımızın büyük kısmında “alt taşeronun alt taşeronunun alt taşeronu” ifadesi neredeyse bir görev tanımı haline gelmiş durumda.
Feodalizm yeni geleceğimiz mi? Tarihte hiçbir şey “kaçınılmaz” değildir. Özelleştirilmiş bir dünya geçici bir sapma olabilir, yeni bir gelişim evresi ya da sadece insan toplumunun varsayılan ayarı. İçinde yaşadığımız çağın henüz bir adı yok ve bu adı koymak da bize düşmeyecek. Uzak bir geleceğin bakış açısından, içinde bulunduğumuz dönem belki de “Orta” olarak tanımlanacak. Tarihçiler, yoğun tartışmalarla, “özelleştirme”nin ne anlama gelmiş olabileceğini çözümlemeye çalışacak ve o dönemde bunun gerçekten farkında olup olmadığımızı sorgulayacaklar.
Bu yazı, The Atlantic’de yayımlanan ‘Feudalism Is Our Future’ başlıklı yazıdan derlenmiştir.
