Share This Article
Size yazıyorum çünkü size yazmayı seviyorum. Çocuk Bayramı henüz sona erdi ve Meksika’da, gizli sürdürülen iç savaşın ortasında bir çocuğun gününün nasıl geçtiği hakkında konuşmam gerektiğini düşünüyorum. Size yazıyorum çünkü, bana verdiğiniz kitabı kaybettim, çünkü kaderin marifetli elleri onu bir başkasıyla değiştirmiş. Çünkü, kitabınız Las Palabras Andantes‘in (Yürüyen Kelimeler) bir pasajı kafamın içinde dans edip duruyor. O pasajda şu kelimeler yer alıyordu:
“Kelime ona ihtiyaç duyulmadığı anda ya da istenmediği yerde susmayı bilir mi? Peki ya ağız, ölmeyi bilir mi?” (1)
Düşünmek için uzandım ve pipomu yaktım. Yavaş yavaş gün ışımaya başlamıştı ve başımın altında yastık olarak kullandığım bir tüfek vardı (Aslında bu benim tüfeğim değil. Ocak 1994’e kadar bir polis memuruna ait olan bir silah. Yerli halka doğrultulmasın diye onu artık başımın altına koyuyorum). Botlarım ayağımda, tabancam hemen yanıbaşımda duruyor; düşünüyorum ve bir taraftan da pipomdan derin nefesler çekiyorum. Duman ve düşüncelerle dolan odanın dışarısında, haziran ayı sanki mayıs ayındaymışçasına bizleri kandırıyor. Sağanak yağmur, şimşek ve gök gürültüsü imkansızmış gibi görünen şeyi başardı; cırcır böceklerini susturdu.
Fakat bu anlarda yağmuru düşünmüyorum; geceyi aydınlatan şimşeklerden hangisinin, üzerime ölümü getireceğini tahmin etmeye çalışıyorum. Öyle ki, bu sırada yattığım yeri çevreleyen naylon tentenin su sızdırmasından dahi endişe etmiyorum. Küçük bazalı yatağımın kenarları ıslanıyor (Ah! Sarmaşıklardan yaptığım küçük yatak ortaya çıktı. Bu yatağı yaptım çünkü, onu bazen masa, bazen de depo olarak kullanıyorum. Bazen de üzerinde rahat bir uyku çekiyorum. Gerçi buralarda rahat ve derin bir uyku çekmek pahalıya mâl olacak bir lüks).
Hayır, bu anlarda yağmur veya gök gürültüsü hakkında endişelenmiyorum. “Kelime ona ihtiyaç duyulmadığı anda ya da istenmediği yerde susmayı bilir mi? Peki ya ağız, ölmeyi bilir mi?” Bu alıntının yer aldığı kitabınız, ordumuzda binbaşı rütbesinde olan Tzotzil yerlisi Ana María tarafından gönderildi. Birisi ona göndermiş ve o da bana okumam için verdi; bu kitabı daha önce kaybettiğimi bilmeden… Kitabın sayfaları küçük resimlerle dolu ve bence kitaplar böyle olmalı: aklın ürünü olan kelimeler ve küçük karalamalar sayfalarında dans etmeli. Böylelikle, her sayfa çevrildiğinde kelimelerin kalbe dokunuşunu görebilirsiniz.
Kitap hiç şüphesiz insanın kendisine verdiği en büyük hediyedir. Ama şimdi elimde tuttuğum kitaba geri dönmek istiyorum. Kitabı cılız bir mumun ışığında okumuştum. Derken, 262’ncı sayfaya geldiğimde mum sönmüştü. (Bu bir işaret miydi?) Şimdi o anları düşünürken, Perón’un kitapla birlikte gönderdiği mektubu ve kendisine verdiğim beceriksizce cevabı hatırladım. Kitabı da Şubat ayındaki “zarif geri çekilişte” kaybettiğimi üzülerek anımsıyorum. Kitapta geçen sessiz kalmayı bilmekle ilgili sözleri düşünüyordum: “Ve merak ediyorum: susmanın zamanı gelmedi mi?”
Bu satırları size, Meksika’da Çocuk Bayramı olarak kutlanan 30 Nisan 1995’in ertesi günü yazıyorum. Biz Meksikalı çocuklar, yetişkinlere rağmen bugünü kutluyor. Örneğin, yüce devletimiz sayesinde bugün pek çok Meksika yerlisi çocuk, yoksulluk içinde, evlerinden uzakta, kötü şartlarda, açlıkla mücadele ederek dağlarda yaşamaya çalışıyor; umut etmeyi bir an bile bırakmadan…
Yüce devlet, bu çocukları evlerinden, topraklarından kovmadığını, sadece binlerce askeri yerli halkın yaşadığı topraklara yerleştirdiğini söylüyor. Bu binlerce askerle birlikte fuhuş, hırsızlık, işkence ve taciz geldi. Devlet ise yaptığı açıklamada, “Ulusal egemenliği savunmak” için askerlerin bölgeye gönderildiğini söylüyor. Bu askerler, Meksika’yı Meksikalılardan savunuyor. Yapılan açıklama bununla da sınırlı kalmıyor; bu çocukların tank, obüs, helikopter ve uçaklardan oluşan binlerce kişilik bir ordudan korkmasına gerek olmadığı söyleniyor. Öyle ya, askerler bu çocukların ailelerini tutukladıkları ve infaz ettiklerinde bile çocukların korkması gerekmiyor. (!) Hayır bu çocuklar evlerinden tahliye edilmedi. Onlar, devlet tarafından dağın engebeli zeminlerini yakından görmeleri, doğayı yakından tanımaları, uyuzla baş etmeyi öğrenmeleri ve yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmeleri için dağlara gönderildi. (!)
İktidar sahiplerinin, bürokratların, sermayedarların çocukları ise bu Çocuk Bayramını partilerle ve hediyelerle geçiriyor.
Zapatistlerin onurlu mücadelesinden başka hiçbir şeye sahip olmayan bu çocuklar, günlerini devletin kendilerinden aldıkları toprakları geri kazanmak için silaha sarılarak, mısır ekerek, odun toplayarak ve hastalanarak geçiriyor; kimse onları iyileştiremiyor. Çünkü çocuk bedenlerine büyük sorumluluklar yüklüyor. Açlar ve ağızlarına yemek yerine, umut dolu şarkılar dolduruyorlar. Örneğin, buna benzer yağmurlu ve sisli bir gecede hep birlikte şöyle bir şarkı söylüyorlar:
“Ufku mutlaka göreceksin,
Zapatista savaşçısı,
Yol gösterilecek
Arkadan gelenlere…”
Evet onlar ufukta hızla belirirler; Heriberto ve onun arkasında Oscar’ın oğlu Osmar var. Her ikisi de, Acahual’dan taşıdıkları iki değnek ile silahlanmış olarak gidiyorlar (“Bunlar değnek değil” diyor Heriberto ve devam ediyor: “Bunlar karınca yuvasını yok edebilecek güçlü silahlar”). Başlıyorlar bu değneklerle savaş oyunu oynamaya. Heriberto ve Osmar sütunda ilerliyor. Karşı cephedeyse Eva var. Eva, ortama en fazla uyum sağlayanlarından olduğu için küçülüp kaybolma avantajını kullanıyor ve ağır bir sopayla silahlanmış olarak yoluna devam ediyor. Eva’nın arkasında ise bir geyiğin ışıklı gözlerine sahip olan Chelita var. İkisinin arkasında Marimbaya benzeyen sıska bir Chuchito (küçük bir köpek türü) var.
Ve bana yaptıkları tüm savaş manevralarını bir bir anlatıyorlar. Sanki, Waterloo filminde Napolyon karşısında oynayan Wellington’u (Christopher Plummer) izliyorum. Birazdan da sahneye Orson Wells çıkacak ve Napolyon mide ağrısına yenik düşecek. Ama burada değerli bir Orson yok; kanatlardan gelecek piyade desteği, topçu desteği ya da atlıların hucumuna karşı bir savunma hattı yok. Çünkü hem Heriberto hem de Eva, önden giderek saldırmayı seçtiler. Öncü birlikler veya stratejik planlar olmadan…
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun 2 Nisan 2009 tarihinde EZLN’yi ziyareti sırasında…
Bunun cinsiyetler arasında yürütülen bir savaş olduğunu düşünmek üzereydim ki, Heriberto hemen Chelita’nın üzerine atıldı. Eva’nın doğrudan saldırısından kaçınmak için bu fırsatı değerlendiriyor. Çığlık çığlığa oynanan bu oyunda kimin galip geldiğini anlayamıyorum. Biri yaralanmış olacak ki, savaş alanı terk edilmiş ve revire gidilmiş. Heriberto’nun bir “chipote” olduğunu ilan ediyor. Eva sayesinde ise bu savaşı kadınlar kazanıyor. Heriberto, savaşı değerlendirenlere isyan ediyor ve karşı saldırıya hazırlanırken aniden zil çaldı ve artık bu savaşın yarına kadar beklemesi gerekecek. Çünkü şu andan itibaren boş midelerle savaş meydanında karşı karşıya gelenlerin tek düşündüğü şey midelerini fasulyeyle doldurmak.
Guadalupe adındaki bu küçük kasabadaki çocuklar derler ki, “Çocuk Bayramı’nı savaşarak kutladık.” Bu çocuklar dağlara çekildiler çünkü kasabalarında “ulusal egemenliği savunan” birkaç bin asker konuşlanmış durumda. Çocuklara hayalleri sorulduğunda ise örneğin Heriberto, büyüdüğü zaman bir kamyon şöförü olmak yerine uçak pilotu olmak istediğini söylüyor. Ona göre, kamyonun lastiği patlarsa inip yürümeye başlarmışsınız ama uçağı yorarsanız yapılacak hiçbir şey yokmuş. Ben de kendime büyüdüğüm zaman ne olmak istediğimi sorduğumda, “bir yanı Uruguaylı ve diğer yanı ise Arjantinli bir yazar olmak” cevabını veriyorum. Ve elbette bunun kolay olacağını düşünmüyorum.
Ama Heriberto’ya söylemek istediğim tam olarak bu değildi. Sana anlatman için bir hikaye sunmak istedim:
Bir gün yaşlı Antonio bana “Savaştığın düşman kadar güçlüsündür” demişti. Ardından, yüreğinde hissettiğin korku ne kadar büyükse, o ölçüde küçük ve çaresiz olduğunu tembihlemişti. Tam olarak şu cümleleri sarf ettiğini hatırlıyorum: “Büyük bir düşman seçtiniz ve onunla yüzleşmek için büyümek zorundasınız. Korkunuzu olduğu yere gömün çünkü o büyürse siz küçüleceksiniz.” Yaşlı Antonio bunları bana Mayıs ayında bir öğleden sonra, tütünün ve sözcüklerin hüküm sürdüğü o saatlerde söylemişti. Hükümet, Meksika halkından korkuyor; bu yüzden bu kadar çok polis ve asker var. Bu korku çok büyük. Sonuç olarak her geçen gün küçülüyorlar. Onları küçültmek için çektiğimiz acıları ve döktüğümüz kanları bir gün unutmaktan korkuyoruz.
Söylediklerimi bir yazınızda kendi üslubunuzla ele alın. Diyelim ki, yaşlı Antonio bunları size söylemiş olsun. Öyle ya, hepimizin bir zamanlar yaşlı bir Antonio’su olmuştur. Şayet sizin böyle bir Antonio’nuz yoksa benimkini size seve seve ödünç verebilirim. Meksika’nın güneydoğusunda olduğunuzu, yerli halkın korkularını toprağa gömerek devleştiğini ve daha iyi koşularda yaşamak için büyük düşmanlar edindiğini düşünün.
Size sunabileceğim fikir bu kadar. Eminim ki, bunu anlatmak için daha iyi kelimeler bulacaksınız. Bunu yaparken, kendinize yağmurlu, gök gürültülü ve güçlü rüzgarlarla sarsılan bir gece seçin. Bu anlarda, hikayenin nasıl dans etmeye başladığını ve kalpleri ısıtan bir çizgi filmi andırdığını göreceksiniz.
Meksika’nın güneydoğusundaki dağlardan…
2 Mayıs 1995
İsyancı Subcomandante Insurgente Marcos
Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu
Meksika Güneydoğu Dağları / Chiapas, Meksika
Dipnot
1) Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler; Çev: Bülent Kale, Çitlenbik Edebiyat; s.270