Share This Article
Türkiye’nin en sancılı konularından laiklik önceki akşam Fransız Kültür Merkezi’nde masaya yatırıldı. “Fikirler Gecesi: Laikliğin Tesisi ve Yeniden Tesisi” temalı gecede Türkiye ve Fransa’dan konunun önde gelen uzmanları bir araya geldi. Açılışını Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Charles Fries’nin yaptığı gecede Fransız toplumunun temel taşlarından olan laikliğin aynı prensibi sahiplenen Türkiye’de neden hâlâ tartışıldığı irdelendi.
‘Batılı anlamda laikliğin bu coğrafyada uygulanması çok zor’
Ardından kürsüye çıkan Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet Kuyaş, Fransız ve Türk laiklik anlayışını tarihsel olarak masaya yatırdı. İki anlayışın da tarihsel benzerlikler taşıdığını belirten Kuyaş, “Fransa’da ve Türkiye’de, Katoliklik ve İslam devlet içinde kültürel olarak kurumsallaşmış bir yapıdaydı. Jakoben bir kopuşla bu iki dinin devletten ayrılması gerekiyordu. Fakat iki dinin yapısal olarak ayrıştığını ve bu nedenle, laikliğin gelişim eğrisinin iki ülkede farklı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. İlkin Katolik kilisesi ile jakobenler arasında kanlı bir mücadele varken, Türkiye’de din kurumuna dair bu kadar radikal bir kopuş olmamıştır” dedi.
Ayrıca, Kuyaş din ve devlet ayrımında neden laiklik kavramının kullanıldığını da sorgulayarak, “Türk modernleşmesinde etkin olan Fransız etkisi “laiklik” başlığında da görülmüştür. 1930’lu yıllarda ortaya çıkan “laiklik” kavramının yerine Sekülerizm’le eş değer anlama sahip olan “Asrilik” kavramı neden kullanılmamıştır da, Fransız kökenli laisite kavramı yaygın hale gelmiştir? Bu hiç şüphesiz Türk aydının Fransız devriminden etkilenmesinin sonucudur. Fransız laikliği ile Türk laikliğinin en temel farkı, ibadethanelerin cemaatlere bırakılmaması devlet çatısı altında ikamet ettirilmesidir. Bu nedenle, batılı anlamda laikliğin Müslüman bir coğrafyada uygulanması yapısal olarak oldukça zordur.” ifadelerini kullandı.
‘Sorunlar çözülmedi’
İki başlıkta yapılan konferansın ilk oturumunda laiklik konusu kuramsal bir düzlemde tartışıldı. Oturumun Moderatörü Ahmet Soysal, laikliğin tarihsel düzlemde radikal bir kilise karşıtlığı olarak ortaya çıktığını açıkladı. 20. yüzyılda, ılımlı İslamcı kuşağın batılı anlamdaki laiklik tartışmasını Fars kültüründen aldığı referanslarla entelektüel bir seviyeye çekmeye çalıştıklarını ekledi.
Soysal, ardından sözü siyasal bilgiler profesörü Ali Kemal Doğan’a verdi. Jean Bauberot’nun öğrencilerinden olan Doğan, hocasının laiklik kavramını birlikte yaşama sanatı olarak tanımladığını belirtti.
Doğan, “Laiklik dini devletten ayırır ve devletin nötr olmasını sağlar. Türkiye’de ise sürecin gelişimine bakarsak, yeni kurulan laik ulus devlette Müslümanlık, Türklük ve Yurttaşlık bir aradadır. Azınlıklar potansiyel tehlike olarak görülerek ulusal güvenlik için Sünni bir eksen benimsenmiştir. Kısacası Türkiye’de laiklik adımının yanı sıra dinsel bir aidiyet olduğunu da görüyoruz. Bugün ise, AKP’nin başörtüsü serbestliğinde kullandığı ‘dini yaşama özgürlük’ sloganı olumlu olarak karşılasak da, daha sonrasında bu söylemin frenlendiğini ve yerine Sünni tek tip din anlayışının çıktığını gördük” dedi.
Ardından Bilgi üniversitesi öğretim görevlilerinden Emre Gönen söz alarak, Tanzimat dönemini ve erken dönem Cumhuriyet dönemini iyi anlamak gerektiğini belirtti. Gönen konuşmasında, “Tanzimat dönemi, Islahat döneminin içerisinde yaşandı ve bu dönemde ulus devletin inşasına başlandı. Fakat burada önemli bir nokta, yaşanan süreçlerde inanca değer veren bir devlet vardı. Din kurumunu karşısına almayan ve mantıksal yollarla dönüştürmeye çalışan bir yapıdaydı. Türkiye’de ise temel sorun laikliğe geçiş esnasında çatışmaların yaşanmamış olmasıdır. Türkiye laikliğe sancısız geçmiş, temel sorunlar çözememiştir. Cumhuriyet öncesi mahalle mektebinde kuran okutan hoca, çağdaş Cumhuriyetin öğretmeni olarak atanmıştır.” diyerek konuya açıklık getirdi. Son sözü alan Ahmet soysal, “din her şeyi kapsama iddiasındadır. Doğumdan ölüme kadar insan üzerinde mutlak bir üstünlük kurmak ister ve özel hayat hakkını kişiye tanımaz. Dini bakış açısına göre, cemaat vardır, ümmet vardır; gelişen tek şey toplumun dinidir” ifadelerini kullandı.
‘Gündelik hayatın içerisinde laiklik’
Konferansın ikinci bölümünde Laikliğin güncel pratikleri üzerine konuşuldu. Nicolas Monceau moderatörlüğünü yaptığı bölümde ayrıca, Fransa Göç ve Entegrasyon Ofisi Genel Müdürü Didier Leschı ve Anayasa Hukukçusu İbrahim Kaboğlu konuşmacı olarak bulundu. Moncerau, “Laikliğin temellerinin yeniden atılabilmesinin koşullarının neler olduğunu tartışmamız gerekiyor. Güncel sorunları göz önünde tutarak kutuplaşmanın neler olduğunu da tartışmalıyız” dedi.
İlk sözü alan Dider:
“Laiklik tarihsel varoluşu itibariyle kilisenin karşısında konumlanan tam zıt bir kutup olması nedeniyle çatışmalar söz konusu oluyor. Burada, 1789 sonrası Cumhuriyetle, kilise arasında nasıl sert bir kavga yaşandığını da unutmamamız lazım. Kısacası laiklik kilisenin insan üzerindeki egemenliğini kırmasının sonucunda bu çatışma ortaya çıkıyor. Ayrıca Laiklik sadece din alanıyla sınırlı da kalmıyor, kimliklere de özgürlük hakkı tanıyor. 1905 Laiklik yasasıyla birlikte Fransa’da Aile Kurumu, Hastane ve Adalet de laik ve dinden arındırılmış oldu. 1905 yasasının ardından gelen 1907 yasası ise, ibadethanelere özgürlük hakkı tanıdı.
Bu tamamen stratejik bir manevradır çünkü Katolik Kilisesi’nin kendisini halka yenilmiş göstermesinin önünü kesmiştir. Burada önemli bir nüans, özgürlük aynı zamanda devlet vicdan özgürlüğünü korumayı garanti altına almasıyla ve tüm dinlere eşit mesafede olmasıyla sonuçlandı” dedi. Anayasa Hukukçusu İbrahim Kaboğlu ise, Türkiye’nin güncel sorunlarına ve Anayasa tartışmalarına değindi. Son dönemde devletin alenen laikliği karşısına aldığını belirten Kaboğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisinde laikliğin kaldırılmasını talep eden çıkışların nasıl bir sürecin içinde olduğumuzun somut bir kanıtı olduğunu vurguladı.
Kaboğlu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde özgürlük, insan hakları ve laiklik vardır. Bunlardan birini çıkartırsanız Cumhuriyetin temellerini yok etmiş olursunuz. Bu nedenle 82 Anayasasının yerine, sivil bir Anayasa hazırlanması gündeme geldiğinde iktidar partisi yeni Anayasanın demokratik ve özgürlükçü olacağını belirtiyordu. Ama daha sonra, iktidar partisi bu süreci kendisi tıkamayı seçti. Anayasa komisyonu görüşmeleri esnasında parlamentoda Anayasaya aykırı maddeler geçirilmeye başladı.
Bu sürecin sonucunda bugün Meclis başkanı çıkıp laik bir anayasanın değil, ruhani bir anayasanın yapılmasına işaret ediyorsa, bu durumda anayasanın ruhu yok edilmiş oluyor. Ayrıca ‘laiklik karşıtı’ bu söyleme karşı binlerce insan sokaklara çıktığını da hatırlatmak isterim. Fakat bu sefer de demokratik haklarını kullanan göstericilere polis saldırısı oldu. Bunu yaparken de iç güvenlik yasası dayanak gösterildi. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Türkiye’de demokrasi ve laiklik yok olmuş durumda. Böylesi koşulda ise, vatandaşların ‘direnme hakkı’ ortaya çıkacaktır” ifadelerini kullandı.
Bu yazı 16 Mayıs 2016 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanmıştır.