Share This Article
“İntiharı düşünen bir insan için en kötü şey kendisini öldürmesi değil, bunu yapmamasıdır. İntihar düşüncesine – bir alışkanlık hâline gelen intihar düşüncesine- yol açan manevi çöküntü kadar aşağılık bir şey yoktur. Sorumluluk, vicdan, irade gelişigüzel yüzüp durur bu ölü denizde, sulara gömülse bile rastgele bir akıntıyla yeniden ortaya çıkar. Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremeyen değil – bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur,” demişti Yaşama Uğraşı’nda Cesare Pavese. Gün geçtikçe kendisi için daha zor hâle gelen yaşamını sürdürmek, onu yoruyordu. Hatta dünyada kaldığı süreyi “trajik intiharına bir hazırlık” diye niteleyen Pavese’nin bu melankolisi kitaplarında da kendini hissettiriyordu. Bunların üstüne yalnızlığını, İtalya’daki politik ve sosyal problemleri de ekliyordu.
Pavese, kişisel bunalımı kadar, ülkesinde 1930 ve 1940’lardaki faşist ve anti-faşist hareketler gibi konuları da işlemişti. Hayatın kıyısında kalan ve içine itilen, sınırlanan ve özgürlüğünü kazanmak için direnen, dillendirdiği öfkesini eyleme döken karakterlerle şekillenen metinlerindeki esas mesele var oluş sancısıydı.

Uzaklarda kalan tasasız ve eğlenceli hayata içten içe bir özlem gibi de okunabilecek metinlerinde Pavese, olup biteni sorgulamaya ve umudun nerede kaybedildiğini sormaya yöneliyor. Diğer yandan, savaşın ve faşizmin dört bir yanı kuşattığı zamanlarda insanın derinliğine inmeye uğraşıyor. İndikçe kesif bir karanlıkla yüzleşiyor. Aydınlığı ise kırlarda, köylerde ve özgürlükte buluyor. Oralarda denk geldiği bir başka şey ise insanın yalnızlığı. İntiharından evvel yayımlanan son romanı Ay ve Ateş Şenlikleri’nde şu satırları kaleme alıyor:
Anlatılan bir sürü şey, daha yol yokken yolu buralara düşen insanların hikâyeleri ve onları kemiklerden ve giysilerden ibaret, bir çukurun içinde yatarken buldukları geliyordu aklıma. Haydutlar, susuzluk, yakıcı güneş, yılanlar. İnsanların birbirini katlettiği, yerleşmeyecekse kimsenin toprağa elini süremediği bir dönemi hayal etmek burada oldukça kolaydı. Şu incecik demiryolu ve karayolu, ortaya çıkardıkları yegâne işti. Yoldan ayrılıp yıldızların altında çukurlara, kaktüslerin arasına dalmak mümkün müydü?
Pavese’nin metinlerine hâkim olan sıkışmışlık, hapsedilmişlik, yabancılaşma, özgürlük isteği ve hesaplaşma, yaşamından izler taşıyan Tutukevi’nde de hayli belirgin. Yazar, faşist yönetim tarafından mimlenip atıldığı hapiste cezasını çektikten sonra bir kasabaya sürgüne gönderiliyor. Günbatımı ile gündoğumu arasındaki vakitlerde ev hapsine çarptırılan Stefano etrafında kurguladığı hikâyede, tutsaklık ve özgürlük ikilemine yoğunlaşırken hapishanenin sadece fiziksel ya da dört duvardan ibaret olmadığını, aynı zamanda insanın benliğini sarıp sarmaladığını anlatıyor.

Dünya çapında ün kazanmış, İtalyan yazar, şair, çevirmen ve edebiyat eleştirmeni Cesare Pavese (1908-1950), 20. yüzyılın en büyük İtalyan aydınlarındandır.
‘Acı bir hüzün’ ve ‘hüzünlü bir sevinç’
Stefano için iki hapislik var: İlki, beton bloklar arasında ve demir kapıların ardında, ikincisi ise sorular ve bunlara yanıtlar bulmaya uğraştığı zihninde. İkincisini derinleştiren şey, yalnızlık ve dışarıya alışma temrinleri.
Küçük kasabada gezinirken ev hapsi dışında da gözetim altında tutulduğu hissine kapılıyor. Polisler de ahali de onu izliyor, Stefano ise “zamanın geçmesini ve bir şeyler olmasını umarak” yürüyor. Sürgün ve yersiz-yurtsuz olarak “acı bir hüzünle” ve “hüzünlü bir sevinçle” yaşıyor.
Günbatımından sonra ve şafaktan önce evden çıkması yasaklanan Stefano’nun buna uyup uymadığını, her gün uğrayan jandarma denetliyor. O saatlerde, görünmez duvarlar arasındaki bir hapishane hücresine benziyor evi. Daha doğrusu o, hapishane alışkanlıklarını evde de sürdürüyor.
Öte yandan, çok kitap okuduğunu görenler bunu Stefano’nun yalnızlığına bağlıyor. O ise bir ayağının hâlâ içeride olduğunu düşünerek deyim yerindeyse dikkatli ve soğukkanlı davranıyor. Sessizliği ve uzun yürüyüşleri, içinde hayli gelgit barındırıyor. Bunlardan biri ise kapılıp kapılmama konusunda kararsız kaldığı ve evinin yatak odası gibi zihninde de boğulma hissi yaratan aşk. Bildiği, hatta yaşamayı seçtiği hayat ile keskin dönüşümler arasında kalıyor bazen. Kimi zamanlarda da kendini bir oyunun içinde gibi hissediyor Stefano:
Bütün kasaba ve oradaki yaşam, bir oyun gibi geliyordu ona, kurallarını bildiği ve ona dâhil olmaksızın gelişimini takip ettiği, kendisinin ve kendi tuhaf yazgısının sahibi olduğu bir oyun. Yalnızlığının ıstırabı bile yaşamına renk katan bir maceraya dönüşüyordu. Postasını almak için belediye binasına gittiğinde, bunu kayıtsız bir yüzle yapıyor; ona damgalı bir zarf uzatan kâtip ise o kâğıt parçasıyla ona hayal dünyasının sihirli kapılarını açtığını bilmiyor, uzak ve bir zamanlar kendisine ait olduğunun farkına varmazsa anlayamayacağı bir yaşamla yeniden iletişime geçmesini sağlıyordu.

Gerçek ve görünmez duvarlar
Stefano, gerçek hapishane ile yaşam arasında sıkışmış gibi. Hakikat ve yanılsama, onun benliğinde pek çok insanın fark etmediği bir savruluşa neden oluyor. Bu durum, gerekli gereksiz konuşma ve sorularla onu mengeneye alan kasabalılar yüzünden biraz daha sarsıcı hâle geliyor. Bir de geceleri yükselen ateş misali mustarip olduğu bungunluk var. Bunun nedeni ise eski bir alışkanlık:
İnsanlarla olabilecek her türlü iletişimine mani olan görünmez duvarlar, hücre alışkanlığı. Geceleri yaşadığı iç sıkıntılarının sebebi bunlardı işte.
Stefano’nun ruhunu sıktığı kadar yaşamının akışını da belirleyen ve vazgeçemediği yalnızlığı, yakınlaştığı ama bağlanmaktan çekindiği Elena’yla ilişkisinin de yönünü tayin ediyor.
“Bir gün çekip gideceğim, biliyorsun, gönlünü fazla kaptırmasan iyi olur” dediği Elena’yla ilgili aklından geçenler de çekincelerine paralel:
Stefano, Elena ile konuşmaktan hoşlanmıyordu; yakınlıklarından doğan o can sıkıcı hüzün, ondan nefret etmesine neden oluyor ve sakar hareketlerini aklına getiriyordu. Eğer Elena bir gün gerçek bağlılık gösteren bir harekete, söze cüret ederse onu kendinden koparıp atardı. Sabahları aralarında yinelenen o zevk bile, Elena’nın nafile olduğunu düşünüyormuş gibi göründüğü ve bir vazifeymiş gibi tadını çıkardığı o zevk, sinirlerini bozuyor, haddinden fazla zincirle onu hapishanesine bağlıyordu. Onu herkesten ayrı ve her türlü terk olasılığından uzak tutmalıydı.
“En kötü alınyazısı bir keyfe dönüşebilir, yeter ki onu biz seçelim” diyen Stefano’nun özgürlük-hapislik arasında salınan kasabadaki yaşamı ya da sürgünlüğü, kendini başkalarına anlatarak biçimleniyor biraz. O anlardan birinde şöyle diyor:
Bize dayatılmadan önce bunu seçmeyi istesek yeter, dedi Stefano. Kader yoktur, yalnızca sınırlar vardır. En kötü kader onlara boyun eğmektir. Oysa karşı çıkmak gerekir.
Stefano, kasabanın görünmez duvarları arasındayken hem etrafındaki tekdüzeliği gözlemliyor hem de hayatının rutini içinde yaşamaya çabalıyor. Bazen bunalsa da yalnızlığından vazgeçemiyor; “birileri, yanında olmadığımız için acı çektiği sürece yalnızlığa dayanabiliriz, oysa gerçek yalnızlık katlanılamaz bir hücredir” diye aklından geçiriyor.
Asıl hapishanenin sessizlik olduğunu düşünen Stefano, oraya dünyayı ve insanları anlamaya uğraşanların, yalın bir hayat sürmek isteyenlerin ve bunun aksine davrananlara isyan edenlerin yerleştirildiğini görüyor. Fakat benliğini saran yabancılaşmadan kurtulamadığı gibi yeni bir hapishane tanımı daha yapıyor:
Sarhoş olmanın, zamanı yok etmenin, alışılmadık bir akşam yaşamanın imkânsızlığı.
Pavese, yaşamından izler taşıyan ve parçalar barındıran Tutukevi’nde, Stefano aracılığıyla durağan hayat, var oluş ve yabancılaşma sorgulamasıyla bizi buluştururken yalnızlığın ve özgürlüğün ne olduğunu kendisiyle tartışıyor. Böylece roman, yaşamdaki gerçek ve metaforik hapishanenin hikâyesine dönüşüyor.
Tutukevi, Cesare Pavese, Çeviren: Güzin Molo, İthaki Yayınları, 136 s.
