Share This Article
Kapitalizmin yalnızca bir ekonomik sistem olmadığı, insanı kısakaca alan bir kültüre dönüştüğü ortada. Kişiyi homo economicus hâline getiren bu sistem, herhangi bir kısıtlama olmaksızın nefes alıp vermek isterken tektipleştirmeyi körüklemekle kalmıyor, iktisadi manada “yaratıcı yıkım”la yani küreselleşmeyle ve neoliberalizmle dünyayı şekillendiriyor. Farklılıklardan söz edilmesine bir noktaya dek izin veriyor fakat sistemin dışına çıkacağını ima edenlere ve buna yeltenenlere cezayı kesiyor. Korkuyu, istikrarsızlığı, verimi ve neredeyse 7/24 çalışmayı küreselleştirerek çarklarını döndürüyor. Kâh mekânları kâh insanların zamanını satın alarak gücüne güç katıyor. Kapitalizmin dümenindeki zamanımızın titanları, demokrasi yerine şirketokrasiyi geçirip çıkardıkları krizlerle kârlarını katlıyor. İşine yarayanları yanında tutarken kötü müşterileri ve verimli olamayanlara safra muamelesi yapıyor. Beraber yol yürüdüklerine ise satın alma özgürlüğü, pazarlama serbestliği ve sisteme hizmet etme “onuru” bahşediyor.
Rekabetçi, üretken ve enerjik homo economicus ile yelkenini şişiren kapitalizm, onu borçlandırıp bir ömür çalıştırarak sisteme sadakatini güvence altına alıyor. Peter Fleming, Homo Economicus’un Ölümü’nde bunu “sapkın küreselleşme” diye tarif etmişti: Ölesiye ve ölmemek için çalıştırılan insanı da kaynakları da kâr için tüketen, güç-iktisat-gasp üçlüsüyle daha çok kuvvetlenen küreselleşen kapitalizm, hem bir kalkınma ve refah sanrısı yaratıyor hem de kuralsızlığı “kural” olarak dayatıyor. Uykulardan çalıyor, sağlığı ve doğayı bozuyor. “Hep daha fazla” diyor; “daha çok tüketim için daha çok çalışma” ve “daha fazla verim ve daha iyi performans” beklerken “kesintisiz işleyiş” ilkesiyle bu düzeni sağlam bir temel üzerine oturtuyor: Başka bir deyişle “küresel şimdiki zaman”a dâhil olmaya zorluyor hepimizi.
Sistemin işleticileri, mevcut yapının eşitsizlik esasına dayandığını, demokrasiyi örselediğini, zengini daha zengin ve yoksulu daha yoksul hâle getirdiğini açık açık dillendiriyor. Bir sorun ânında tüketicileri, çalışanları ve sıradan insanı değil, şirketleri ve finans piyasasının önemli aktörlerini koruma altına alıyorlar. Grace Blakeley, Vahşi Kapitalizm’de tüm bu olup biten karşısında “Neden?” diye soruyor. Yaşamımızın tamamını planlayan ve bunu ekonomik kısıtlamalarla yapan sistemin şirket-finans-devlet bağlantısına dikkat çekip kapitalizmin azınlığı mutlu, çoğunluğu huzursuz eden işleyişini çözümlüyor.

Paranteze alınan demokrasi
Blakeley, vahşi kapitalizmin önce insanları, ardından doğayı tüketerek var olduğunu, kişiye ise fiziksel ve duygusal tükenmişlik bıraktığını hatırlatırken küçük bir grup için keyif yarattığını, geriye kalan devasa kitleyi mutsuz ve umutsuz kıldığını söylüyor. Kişinin modern kapitalizmin özünü oluşturan emek-üretim-tüketim ağından tümüyle kurtulmasının imkânsızlığından bahsederken sistemin, bireyde meydana getirdiği acziyete ve yabancılaşmaya atıf yapıyor. Özgürlük yanılsamasının eşlik ettiği bu durumda, piyasa “serbest” olmasına rağmen insan asla değil:
Özgürlüksüzlük hissi kapitalist toplumlarda var olan ama çoğu hemen hiç fark edilemeyen derin güç eşitsizliklerinden temellenir. Çoğu insan kendi kararlarıyla şekillendirdiği bir hayat sürme hakkından mahrum bırakılmıştır ama bize kendi yaşam biçimimizi seçmekte özgür olduğumuzu söyleyip dururlar. Kapitalizm koşullarında yaşamak, nasıl çalışacağımız, nasıl yaşayacağımız ve neyi satın alacağımız hakkındaki kararların daha önce başkaları tarafından alındığı bir sistemde yaşamak demektir. Bu aynı zamanda, size serbest olduğunuz söylense de önceden planlanmış bir ekonomide yaşamak demektir.
Kapitalizmi azınlığın çoğunluğa ekonomik bağlamda tahakkümü diye niteleyen Blakeley, sistemin özündeki bir başka şeyin kötülük olduğunu anımsatıyor. Bu kötülük, yoksul ile zengini, çalışan ile işvereni ayıran sınıfsal bölünmenin de temeli. Muktedirler ve kötülüğün uygulayıcıları kimin, neyi, ne kadar satın alabileceğini ve hangi sınırlar dâhilinde yaşayabileceğini planlama görevi de üstleniyor. Bu planlamacılar, bazen devlete hiza veren şirketler bazen de şirketler tarafından kullanılan devletler oluyor. Başka bir deyişle kapitalizm, kişilerin özgürlüğünü kısıtlayarak şirketlerin, çıkar gruplarının ve finans çevrelerinin hareket alanındaki mevcut ve olası engellerin ortadan kaldırılması esasına dayanıyor. Üstelik bunun gerçekleştirilmesine önayak olanlar, Blakeley’e göre hesap verme sorumluluğundan azade. Yazar, Isabelle Ferreras’ın sözünü hatırlatıyor bu noktada: “Serbest piyasa bir sis perdesidir ve bunun arkasında şirketlerin acımasız, despotik gücü vardır.” İşte kitabın başlığı olan “vahşi kapitalizm”, tam manasıyla bu. Blakeley, durumun daha iyi anlaşılması için demokrasinin paranteze alındığı bir eylemi; daha doğrusu devletler ile şirketlerin birbirinden ayrı güç mekanizmaları diye nitelenemeyeceğini hatırlatıyor:
Politikacılar ile şirket yöneticilerinin çıkarları düşünüldüğü kadar farklı değildir. Genelde sanılanın aksine, firmalar ve devletler ‘serbest piyasa’ oyununda birbirinin düşmanı değildir; hatta çoğu zaman aralarında güçlü bir müttefiklik ilişkisi vardır.
Kâğıt üstündeki rekabet
Blakeley, kuralsızlaştırılmış piyasadaki yıkıcı aşırılıkların vahşi kapitalizme hayat verdiğini, bunu kotaranların ise sistemin selameti için korunup kollandığını söylüyor. Aşırı büyüyen ve neredeyse devlet yönetimlerinde söz sahibi olan şirketlere özgür bir alan yaratılması ve geri kalanların “serbest piyasadan silinmesi” ise düzenin işlerliğini sağlıyor. Rekabeti kâğıt üstünde bırakan bir edim bu:
Kapitalist toplumlardaki en büyük ve en önemli piyasaların çoğu da serbest olmaktan çok uzaktır: Bu piyasalar devletle son derece sıcak ilişkilere sahip birkaç çok büyük şirketin tahakkümü altındadır. Devletler ise toplumun üstünde süzülen, ondan bağımsız, yalnızca piyasa etkinliğini maksimize edebileceği zamanlarda piyasalara müdahale eden varlıklar değildir. Devlet iktidarının işleyişine şeklini veren şey, şirketler ve finans kuruluşları gibi diğer aktörlerle arasındaki ilişkilerdir. Güçlü firmalar kendi çıkarlarını kollamak için devlet içinde faaliyet yürütebilir. Fakat geri kalan hiç kimsenin böyle bir gücü yoktur. Kapitalizmden bir sapma değildir bu. Kapitalizmin ta kendisidir.
Emekçilerin sömürüsüyle ve tekelleşmeyle tanımlanan kapitalizm, Blakeley’in ifadesiyle sermayenin bir toplumsal ilişki hâlini alması demek aynı zamanda. Üretimi, tüketimi, satışı ve pazarı belirleyenler, gücü ve gücün kullanım koşullarını da ortaya koyarak günlük yaşamın sınırlarını çiziyor. Yazarın deyişiyle hemen her şeyi planlıyorlar. Kapitalist planlama, ekonomik gücün nereye ve ne kadar nüfuz edeceğini belirliyor. Dolayısıyla geleceği şekillendiriyor. Büyüme sırasında devletin engel oluşturmamasını isteyen kapitalist planlamanın mimarı şirketler, yarattığı krizin ardından devletten yıkıntıları temizlemesini bekliyor.
Neoliberalizm ise devleti küçültme şiarıyla hayata geçirilmişse de devlet müdahalelerinden kimin yararlanacağını, gözetimi ve “işletmeci yönetimi” planlar hâle geliyor. Bunun bir adım ötesi de vahşi kapitalizme dâhil:
Neoliberal devletlerin öncelikleri modern şirketlerin önceliklerinden giderek daha farksız hâle geliyor. Devletler ekonomik ölçülere göre değerlendiriliyor ve kamu bürokratları hedeflerini ifade etmek için bir şirket dilini kullanmayı öğreniyor.
Blakeley, kumarhanelerdeki “her zaman kasa kazanır” düsturunun bir benzerinin tekelleşmiş sermaye için de geçerli olduğunu anımsatıyor. İşler yolunda giderken de kriz zamanlarındaki müdahale anlarında da sermaye zenginleşiyor. Bu kazanç hukukun eğilip bükülmesiyle, politikacıların emir eri yapılmasıyla ve sömürüyle daha da artıyor. Yazarın bu manadaki notu önemli:
Şirketler ekonomik ve aynı zamanda politik birer varlıktır. Şirket içi ilişkileri şekillendiren şey toplumsal işbölümüdür: Bazı insanlar metalar üretebilmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylere sahipken bazıları salt hayatta kalabilmek için kendi emek güçlerinin bir üretim girdisi olarak satmak zorunda kalır. Şirketin varlık sebebi, işçi ile patron arasındaki bu eşitsiz ve sömürüye dayalı ilişkiyi resmîleştirip sahiplerini risklerden korumaktır. Şirket şahsileşmiş sermayedir. Şirketler büyüdükçe faaliyet yürüttüğü piyasalar ve kontrolü altında olan işgücü üzerinde daha büyük bir güç kazanır.

Grace Blakeley
Neoliberalizm ile otoriterliğin dirsek teması
Blakeley’in birkaç kez vurguladığı gibi serbest piyasanın değil, sermayenin hâkimiyeti olan kapitalizm; bazen krizler yoluyla çoğunlukla da borçlandırma marifetiyle “büyümeyi” ve tüketimi kamçılayarak esas aktörleri zenginleştirmeye ve bu dar çevrenin refahını yönetmeye dayanan bir sistem.
Neoliberalizm ise kapitalizmin daha demokratik ve yumuşak biçimi gibi gösterilmişse de Blakeley, sermayeye hizmet paydasında bu ikisinin buluştuğunu belirtiyor:
Neoliberal planlama türü, bir hukuk ve norm diliyle ifade edildiğinden tümüyle görünmez hâle gelebilir. Neoliberallerin savunduğu politikalar, serbest piyasanın işleyişini devletin baskıcı gücünden koruyan mekanizmalar olarak sunulur ama neoliberal düşünürler -özel sohbetlerinde- sermayenin çıkarlarını kollamak için güçlü, genellikle de son derece otoriter hükümetlere duyulan ihtiyacı anlatır. Neoliberal kapitalist dünya sistemi, yokluğun değil, farklı türden planlamanın damgasını vurduğu bir vizyon olarak anlaşılmalıdır: Sermayeye hizmet eden görünmez bir planlama. (…) Uluslararası finans sistemi, bir yandan her türden planlamadan tiksindiğini iddia ederken diğer yandan zengin ülkelerdeki kapitalistlerin çıkarlarını koruyan planlamaları memnuniyetle destekleyen neoliberaller tarafından gayet bilinçli olarak tasarlanmış ve inşa edilmiş bir yapıdır.
Blakeley, mevcut uygulamalara bakıldığında kapitalizmin, serbest piyasa ve demokrasi alerjisinin görüldüğünü söylüyor. Şirketlerin yaptığı tek planlamanın etki gücüne dair olduğunu hatırlatırken herhangi bir demokratik planlamadan uzak durduğunu da ekliyor. Fakat sermayenin gücüne meydan okumanın imkânsız olduğuna dair çaresizliğe karşı çıkıp üretim araçlarının ve teknolojik gelişmelerin kontrolünün sermayeden alınmasının, bir başkaldırının önemli bir adımı olacağını belirtiyor. Tahakkümü kırmanın yolunun da toplumun demokratikleştirilmesinden geçtiğini hatırlatıyor. Bunların, emekçilerin örgütlenmesiyle sağlanacağını ifade ediyor. Toplumun demokratikleştirilmesiyle ilgili bir önerisi daha var yazarın:
Finans sistemini demokratikleştirmek -yani yatırım kararlarını verme yetkisini o yatırımdan etkilenecek işçilere ve topluluklara devretmek- toplumu demokratikleştirmede çok önemli bir adım olacaktır.
Kapitalizm, yarattığı statükonun istikrarını korumak için bireyleri ve toplumları güçsüzleştiriyor. Yazarın ifadesiyle güçsüzlük hissi meydana getirirken alternatifsiz olduğuna dair propagandaya imza atıyor. Blakeley ise buna demokratik planlama fikriyle bir direniş geliştirilebileceğini düşünüyor. Özgürlüğün ve umudun elimizden alındığı değil, bir başka dünyanın mümkün olduğunu tekrar hatırlatıyor.
Vahşi Kapitalizm, Grace Blakeley, Çeviren: Ali Karatay, Yapı Kredi Yayınları, 424 s.
