Share This Article
Hiç unutamadığım bir andır; Gezi Direnişi sonrasında kurduğumuz Maçka Forumu’nun paydaşlarından birkaç arkadaşla mahallenin börekçisinde çay içiyorduk. Yoldan geçen bir apartman görevlisini de buyur ettik. Siyasi sohbet koyulaştı, sohbet sohbeti açtı. Tam dağılacakken, içimizden biri “Ne güzel değil mi? Gezi hepimizi bir araya getirdi. Bir apartman görevlisiyle bile oturup konuşabiliyoruz.” deyiverdi. Bu zat-ı muhterem, ötekileştirmeyi, üstenciliği sürekli eleştiren, herkesle empati kurmaya çalıştığını iddia eden orta sınıftan bir Troçkistti! Ve mutluydu; empati kurduğunu düşünecek kadar da üstenci ve sorunlu!..
Halkla bütünleşen Prometheus’lar…
Bir başka örnek daha vereceğim. Bu da, 6 Şubat depremleri sonrasında yardım malzemeleriyle birlikte bol bol parti flamasını bavula doldurmayı ihmal etmeyen siyasi parti ve örgüt mensuplarının bir algı yanılgısından… Deprem bölgesinde, özellikle de yerle bir olmuş Antakya’da standlar kurup çorba ve sandviç dağıtan ve bu arada da biraz “bilinç aktarımı” yapan ekiplerden birinden — “iyilik hareketi”yle Marksist-Leninist olmak arasında salınıp duranlar var ya, onlardan. Heyecanla paylaşılan olay şu: Montunda bozkurt amblemi bulunan bir “ülkücü” çorba almış onların standından. Bu fotoğraf sosyal medyada neredeyse aylarca dolaştı ve artık “sev ki sevilesin”den tutun da “halkla bütünleşen Prometheus”a kadar kıssadan hisselere varan müthiş bir siyasî başarı gibi aktarıldı. Büyük olasılıkla o ülkücü her kimse, bedava çorbayı içti ve gitti. Aslında hikâye burada bitiyor ama masal yazarları gerisini getiriyor. Masal, öylesine berbat bir üstencilik barındırmasına karşın marifet gibi abartılıyor. “Yüce gönüllülük yapıp dayanış ki, en karşıt görüşlüyle bile bir duygu köprüsü kur,” gibisinden bir yaklaşım… Yani bir “empati çorbası!”
Bu iki örnekten yapılabilecek ilk çıkarsama sanırım, woke kültürün sabah akşam vaaz ettiği bir kavram olan “empati”nin oldukça yanlış anlaşıldığı… İyiden iyiye abartılıp orta sınıfın biraz mürekkep yalamış kesimlerinde “peygamber” mertebesine oturtulduğu, aslında kendini rahatlatmaya ve yüceltmeye yönelik bir “varoluşsal hayırseverlik” hâline geldiği. En garibi de bu kavramın, ideolojilerine ve siyasî hedeflerine en çok zarar verecek çevreler tarafından pek benimsenmiş olması… Sosyalistlerin ve anarşistlerin empati bayraktarlığını üstlenmesi. Bu, “ılımlı siyasal islamcılar”ın da üzerine atladığı bir eğilim!
Irk, din, cinsiyet ve kimlik düzleminde bir sorgulama
Her toplumsal eğilim, her moda davranışsallık gibi artık suyu çıkartılmaya başladığından, “empati”ye yönelik tartışmalar ve eleştiriler gün geçtikçe artıyor. Tabii ki okuyan ve tartışan, eleştirdiği kadar özeleştiri yapma becerisine sahip olanlar için… Yazar ve sanat eleştirmeni Aruna D’Souza, 2024’te yayımlanan kitabı Imperfect Solidarities’de (sanıyorum Türkçeye henüz çevrilmiş değil) bir soru ortaya atıyor:
Politikalarımız, kendi deneyimlerimizden uzak insanlarla empati kurma yeteneğimize değil, yalnızca varlıkları nedeniyle başkalarını önemseme isteğimize dayansaydı ne anlama gelirdi?
D’Souza, bu soruyu ele alarak ırk, cinsiyet ve kimliğin karmaşık kesişimlerini inceliyor. Siyasî dayanışmanın başkalarına karşı duyduğumuz içsel sempati duygusuna dayanması gerektiği önermesini reddettikten sonra, çok daha zorlu bir görevi — “başkalarına bakış” gibi bir yükümlülüğü — benimsememiz gerektiğini ileri sürüyor. Belki bu kesişim irdelemesine demografik ve sınıfsal özellikleri de eklemek gerek. Mesele, iki yönlü bir sorun yumağı barındırıyor. Bir tarafta kendisini peygamber ve yargıç gibi hisseden empati kuranlar; diğer tarafta bir “sempati dilencisi” olarak kayırılmak isteyen ve kendisini geçici olarak nesne hâline getirmeyi kabullenmiş gruplar ya da o grupların kendinden menkul sözcüleri…
Post-truth için en uygun hâller
Bir örnekle ikinci grubu tanımlamaya çalışacağım. Ki bunların başında baskı gören dinsel azınlıklar ve etnik gruplar geliyor. Ancak onlarla sınırlı hiç değil; konu çocuk, kadın, genç, yaş almış veya hayvan hakları olduğunda da benzer bir “sempati dilenciliği” mücadelelerin ana eksenine oturuyor. Bu sempati dilenciliğinde en yüksek dozu verebilenler, abartılmış pozitif ayrımcılıktan kayırmacılığa giden ve bu kez “ötekiler”in haklarını hiçe sayan bir empati şelalesi yaratabiliyor. Hani çocuk tacizcilerinin ya da kadına şiddet uygulayanların linç edilerek öldürülmesini savunmaya varan, hukuk devletini hiçe saymaya kadar gidebilen o “gösteri hayvanı” rolüne bürünenlerin empati dışavurumları gibi…
Diğer yanı ise kendisini bir “acınası nesne” hâline getirerek bunu bir siyasî propaganda malzemesi hâline getirmek. O kadar abartılı ve arabesk bir hâl alabiliyor ki bu, daha da abartılı “halkla ilişkiler kampanyaları”na dönüştürülebiliyor. Post-truth’tan yapay zekâ destekli “fake truth”a geçtiğimiz bir dönemde hele! Bir örnek vereyim, en rezillerinden bir tane… “White Helmets” (Beyaz Miğferler) denen El Kaide ile MI6 ortaklığında kurulan sözde gazeteci ağının paylaşımlarını hatırlayın. Hani bir Alevi köyünde IŞİD tarafından katledilen çoluk çocuk ailelerin fotoğraflarını! Tabii ki onların Alevi değil, “Alevi diktatörlüğünün mezalimine uğrayan Sünni siviller” olduğu iddiasıyla bu servis edilmiş ve müthiş empatik Türkiyeli sol liberal aydınlar da ağıtlar yakıp neredeyse IŞİD terörünü unutarak Baas rejimini lanetleme yarışına girmişti. Makyajlayarak “eziyet gören çocuklar” diye pazarladıkları görüntülerle “terör pornocuları”, liberalleri kendilerine âşık etmişti. “Aylan Bebek” fotoğrafı üzerinden tartışmaların, tam da Avrupa Birliği ile Türkiye arasında mülteciler üzerine yapılan “celep pazarlığı”na denk geldiğini de hatırlatayım. Ki büyük olasılıkla o ölü çocuk kullanılarak hazırlanmış bir mizansendi! Manipülasyon için en kullanışlı kavramlardan biri hâline gelen “empati pazarı” yaratmayı tarif etmek için sanırım uygun bir örnek olur.
Ben ağlayayım diye bolca acı çek, lütfen!
İşin ilginci, tüm bu hislere oynayan faaliyetlerin ne kadar sonuç verici ve sürdürülebilir olduğu da çok tartışmalı… Empatinin bir tepkiyi tetikleyebileceğini, ancak çoğu zaman siyasî bir bağlılığa veya somut eylemlere dönüşemeyen, kişisel ve sönümlenen bir tepki olarak kaldığını savunuyor D’Souza… Ve buna “empati tuzağı” diyor; sorumluluk yükünü toplumdan gizlice mağdurların üzerine yükleyen bir dinamik. Batı toplumlarında D’Souza’ya göre, “vahşet seyircileri”, farkındalık yaratmak için mağdurların travmalarını sahnelemelerini bekliyor ve bu da onları, başkalarının anlayabilmesi hatta hissedebilmesi için acılarını bir gösteriye dönüştürmeye zorluyor. İhtiyaç duydukları anlarda dayanışmayı görmek yerine, sempati dilenmek zorunda kalıyorlar. İşte “acı pornosu” denen bu insanlık dışı eğilim, böyle böyle gelişiyor sosyal medyada… Tabii ki konvansiyonel medya da bu sömürüyü olabildiğince kullanmaya çalışıyor. Aynı şekilde siyasî çevreler de öyle… Kimisi için Aylan Bebek bir sömürü nesnesi, kimisi için derin yoksulluk içinde yaşayanlar…
Bu tanım üzerinden Gazze’yi ele alalım. Benim de eklediklerimle birlikte şöyle bir; şu “barış”a giden sürecin nasıl dönüştüğünü anlamak açısından manidar olsa gerek. Eğer bir savaşı, işgali ya da tehciri öncelikle neden-sonuç ilişkileri içinde ele almanız manipülasyonlarla engellenmişse, böylesi bir “barış”tan “insanlığın zaferiymiş” gibi söz edecek bir ortam doğabiliyor.
Empati kurmadan önce bakmayı bilmek gerek!..
D’Souza’nın o vurgu yaptığı “bakış”ı dayanışmanın merkezine yerleştirme önerisinin sanırım duygusal farkındalıkla dengelenmesi gerekir. Empatiyi o “bakış” olmadan pompalama halleri, kısırlaşma ve gerçek bağları besleyememe riski taşır. D’Souza, görev anlayışımızın insanlara insan olarak “bakma” taahhüdüne dayandığı “empatiden önce bakış” kavramını düşünmeye teşvik ediyor.
Asıl zorluk, bakışı empatiyle bütünleştirerek yalnızca farklılıklara saygı duymakla kalmayıp aynı zamanda başkalarının deneyimleriyle de derin bir bağ kuran bir dayanışma biçimi yaratmak mıdır? Buna katılmamak mümkün değil. Ancak bu dengeyi kurarak gerçekten eşitlikçi bir gelecek inşa etmek belki mümkün olabilir. Bir şartla; acıyla beslenmeden, hislenerek aklını kaybetmeden ve en önemlisi evrimsel hayatta kalma güdüsünü unutmadan! Yani sizi yok etmekle tehdit edenleri tüm bunların dışında tutarak!.. Sizi yakmakla tehdit eden bir tekfirci selefî teröristle empati kuramazsınız; zira yanarak ölme ihtimaliniz vardır ve bunu herhangi bir memeli hayvan hissedebildiğine göre, bir insan olarak sizin de bilmeniz gerekir!

