Share This Article
Kamran Javadizadeh | Çeviren: Hediye Yaman
Şubat 1903’te, 19 yaşındaki Avusturyalı askeri okul öğrencisi Franz Xaver Kappus, nasıl yaşanması gerektiğini öğreteceğini umduğu bir mektup aldı. “Zarf,” diye yazmıştı Kappus, “Mavi bir mühür ve Paris damgası taşıyordu; ağırcanaydı ve üzerindeki yazı, ilk satırdan son satıra kadar, mektubun kendisindeki gibi açık, güzel ve kendinden emin bir el yazısıyla yazılmıştı.” Kappus’un yazıdaki bu güvenli ifadede gördüğü şey, aylar önce bu adama—şair Rainer Maria Rilke’ye— yazmasına sebep olan özgüvensizliğinin tam tersiydi. Kappus, kendi şiirlerinin iyi olup olmadığını öğrenmek istiyordu; ne yazması gerektiğini ve nasıl biri olması gerektiğini bilmek istiyordu.
Adınıza yazılmış bir mektubu elinizde tutmak ve isminizi bir başkasının el yazısıyla görmek, tuhaf bir haz duygusu uyandırır. Zarfı henüz açmamışken, kimliğiniz başka birinin bakış açısından yansımış olur. Bu davet hem yabancılaştırıcı hem de heyecan vericidir: Acaba orada yazılı olan isme dönüşebilir misiniz?
Mektuplar bizi bu şekilde çağırır; sanat da öyle… Kappus’a ilk kez yanıt verdikten beş yıl sonra Rilke, Louvre’da gördüğü genç bir Yunan heykeli üzerinde düşünüyordu. Kafası olmayan bu heykelin gövdesi, diye yazdı Rilke, “bir lamba gibi; bir yıldız gibi patlıyordu.” Bu ışık bir mesaj taşıyordu, Kappus’un mücadele ettiği sorulara—bilinmeyen bir gelecekle yüzleşen herkesin sorduğu türden sorulara— bir cevaptı bu. “Apollon’un Arkaik Gövdesi” adlı sonenin son dizelerinde Rilke bu mesajı kelimelere döktü:
Hayatını değiştirmelisin.
Ancak Rilke’nin bu ünlü sonesindeki “sen” zamiri evrensel gibi görünse de, Kappus’a yazdığı mektuplarda belirli bir kişiye hitap ediyordu; hayatının belirli ve acil bir krizinden geçmekte olan birine. Kappus ve Rilke yaklaşık iki yıl boyunca mektuplaştılar, ardından dört yıllık bir ara verdikten sonra birkaç mektup daha yazdılar. Bildiğimiz kadarıyla yalnızca iki kez yüz yüze geldiler: İlki 1907’de bir şiir dinletisinde, diğeri ise 1926 yazında, tesadüfen —Rilke’nin lösemi nedeniyle ölmesinden yalnızca birkaç ay önce. — Bu yazışmanın ardından, Kappus senaryo ve tefrika romanlar yazmaya devam etti, ancak bunlar günümüzde büyük ölçüde unutulmuş durumda; Rilke ne yazık ki onu bir şaire dönüştüremedi.
Kayıp bir mektup arkadaşı
1929 yılında, ilk yazışmalarının üzerinden çeyrek asırdan fazla geçmişken, Rilke’nin kendisine yazdığı mektupların biri hariç hepsini “Briefe an einen jungen Dichter” (Genç Bir Şaire Mektuplar) başlığıyla yayımladı. İzleyen on yıllarda, “Letters to a Young Poet”, yani İngilizce çevirisiyle bu kitap, genç ve hevesli yazarlar için bir tür tılsıma dönüştü; Paris damgalı, mavi mühürlü zarftaki satırlarda ve Kappus’un isminin altında Rilke’nin el yazısıyla başlayan kelimelerde, doğrudan kendilerine hitap edildiğini hissettiler.
Kappus, kitapta kendi mektuplarını yayımlamamayı tercih etti. Rilke’nin üzerindeki etkisinin önemli olmadığını yazdı: “Büyük ve benzersiz bir adam konuşurken, küçük insanlar yalnızca susabilir.” Onlarca yıl boyunca, akademisyenler Kappus’un mektuplarının kaybolduğunu varsaydılar. Sonuçta, Rilke neden hayranlıkla yazılmış bir mektubu— üstelik hayranlıkla bakan 19 yaşında bir gencin mektubunu— saklamış olsundu? Ancak 2017 yılında, Alman akademisyen Erich Unglaub, Kappus’un mektuplarının aslında başından beri Rilke ailesinin arşivinde saklandığını keşfetti. 2019’da ise, bu yazışmanın her iki tarafını ilk kez birlikte yayımladı. 2020 sonbaharında, Damion Searls tarafından hazırlanan İngilizce çevirisi de yayımlandı.

Rilke (4 Aralık 1875 – 29 Aralık 1926), Alman şiirinin en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilir. Sigmund Freud’un dönemin düşünsel atmosferine yön veren kuramlarından da beslenen Rilke’nin eserleri, sıklıkla bireyin en derin benliğiyle temas kurma arzusuna odaklanır. Bu yapıtlar, insanlığın dünyayı nihilist ve kaotik yorumlarla algıladığı bir dönemde kaleme alınmıştır.
Artık alınan mektuplar, gönderilen mektuplarla karşılık bulmuş oldu. Rilke’nin veciz ve otoriter sesinin yanı sıra, artık Kappus’un tutkulu, samimi ve yer yer beceriksizce arzularını da duyabiliyorduk. Ancak bu yeni kitapta en çarpıcı şey, ne Kappus’un yaşamının kendine özgü detayları ne de dünyevi olmayan bir şairle sıradan bir aday arasında kurulan mahrem yakınlıktı. Bunun yerine, bu tamamlanmış mektup halkasının gözler önüne serdiği şey, kocaman bir boşluktu: Kappus’un doldurmaya çabaladığı içten gelen bir haykırış; mektupların kapatmaya çalıştığı zaman ve mekân boşlukları; her iki adamın da, yalnız başına, içine düşmek zorunda kalacağı ıssız bir gelecek.
“Genç Bir Şaire Mektuplar”ı ilk kez okuduğumda 17 yaşındaydım. Rilke’nin Seçilmiş Şiirleri ve büyük oranda boş kalacak olan bir günlükle birlikte, o ince kitapçığı yaz kampı için hazırladığım sırt çantama koymuştum. Orada Samanyolu’nun mavi parıltısını hatırlıyorum.
Tam da o dönemde, Rilke’nin mektuplarını almaya en uygun çağımdaydım. Duygusal aşırılıklara pek sabrı olmayan şair J. D. McClatchy, Rilke’ye duyulan bu bağlılığı küçümsemişti. Rilke’nin “yeni yetmeleri,” diye yazmıştı, “onda aslında kendilerinde görmek istedikleri şeyi görürler.” Arzularının nesnesi, o arzunun deneyimiyle gölgelenmiştir. Kappus için de durum buydu: Onu en çok yakıp kavuran soru, yaşamın henüz yalnızca bir potansiyelden ibaret gibi göründüğü, adını bile koymak ya da dokunmak şöyle dursun, hayal etmekte bile zorlandığınız şeylere duyulan özlemle tanımlandığı bir dönemde, nasıl yaşanması gerektiği sorusuydu.
‘Öylesine yalnızım ki, sanki ölüm aniden gelip beni bastıracak’
Rilke, genç şaire ilk kez cevap verdiğinde yalnızca 27 yaşındaydı. Bugün Rilke’nin mektuplarını yeniden okuduğumda, o zaman beni cezbetmiş olması muhtemel olan bazı unsurları duyumsuyorum: tavsiyede bulunduğun kişiden biraz daha büyük olmanın verdiği serin ve kendinden emin bir otorite tonu… Rilke genellikle Kappus’un şiirlerinin detayları hakkında yorum yapmaktan kaçınırdı. Onun için önemli olan, ne yazdığı değil, neden yazdığıydı:
Dürüstçe itiraf et: yazmana izin verilmeseydi, ölür müydün? Her şeyden önce bunu sor kendine: Gecenin en sessiz anında kendine sor: Yazmak zorunda mıyım? Cevabı bulmak için derinliklerine in. Ve eğer cevabın evetse, eğer bu ciddi soruya güçlü ve yalın bir ‘Yazmalıyım’ yanıtını verebiliyorsan, o zaman hayatını bu zorunluluk etrafında kur.
Bu hem ürkütücü hem de muhtemelen kötü bir öğüttür. Ben bu soruya hiç “evet” cevabı verebileceğimi sanmıyorum ve öğrencilerimi böylesine acımasız bir mantığın kucağına atmayı hayal bile edemem. Bugün biliyoruz ki Kappus, mektubun yazarı olan bu ünlü figürün otoritesinden ve ciddiyetinden etkilenmişti; onun ifadesiyle, “ruhumun en gizli kıpırtılarını kelimelere döken birinden.” Ancak aynı zamanda, Rilke’nin “ciddi sorusunu” kendi yaşamının senaryosu olarak kabul etmenin nereye varacağını da derinden korkuyordu:
Bir gün kendimi tamamen toparladığımda, ruhumun derinliklerine bakacak ve kendime soracağım: Yazmak zorunda mıyım? Ama sonra, korktuğum düşünceler, kırlangıçlar gibi koşup gelen düşünceler beni bulacak. Bu sessiz anlara sık sık rastlıyorum, davetsiz gelirler, ve ben hâlâ çok uzak olan güneşi özlüyorum.
Kappus, bu özlemi acı verici bir yoksunluk olarak kayda geçirirken (“İyi bir annem ve babam var, bir de kız kardeşim… ama onlarla birlikteyken kendimi iki kat yalnız hissediyorum”), Rilke bu hissi ona, büyüyüp gelişebileceği bir alan olarak geri yansıttı:
En yakındaki insanlar sana uzak diye acı çektiğini söylüyorsun: bu, senin dünyanın genişlemeye başladığını gösteriyor. Eğer yakındaki şeyler bile sana uzak geliyorsa, o zaman tüm varlığının ne kadar engin olduğunu düşün—ta yıldızlara kadar uzanıyor.
Bu satırları ilk kez okuduğumu hatırlıyorum. Eğer gece gökyüzünün altında kendimi küçük hissediyorsam, bana bu muazzamlığın geleceğimin yansıması olduğunu söyleyen bir şair vardı. Yalnızlığımın, bir gün yaşayacağım hayatın ölçütü olabileceğini düşünmek — ve o uçsuz bucaksız boşluğu doldurmayı öğrenebileceğim fikri— hem baş döndürücü hem de ürkütücüydü.
Ancak Kappus’un yalnızlığı sıradan bir ergenlik bunalımı değildi; onu benliğini yok etmenin eşiğine kadar götürmüştü. Umutsuzluk anlarında Rilke’ye şöyle yazmıştı: “Attığım her adımda bataklıkta yürüyormuşum gibi geliyor, her an boğuluyormuşum gibi hissediyorum. Öylesine yalnızım ki, sanki ölüm aniden gelip beni bastıracak.” Yaşamına son vermeyi “iki kez ciddi biçimde düşündüğünü” itiraf etmişti.

‘Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey yalnızca içsel, engin bir yalnızlıktır’
Rilke’nin ilk mektubunda, Kappus’a yazmadan yaşayamayacağını düşünmesini önerdiğinde, bu bir tür düşünce deneyi gibi görünüyordu. Ancak dokuz ay sonra, Kappus intiharın onun için son derece gerçek bir olasılık olduğunu dile getiriyordu. Bunu bilince, Rilke’nin ısrarcı ve mutlakiyetçi üslubuyla verdiği öğüt, neredeyse hissiz, hatta pervasız görünüyordu.
“İnsanların neredeyse tamamının, yalnızlıklarını bir tür aidiyet duygusuyla değiş tokuş etmek istediği anlar olur,” diye yazmıştı Rilke ve şunu eklemişti:
Ama belki de tam bu anlarda yalnızlık büyür —onun büyümesi acı verir, tıpkı bir çocuğunki gibi hüzünlüdür, tıpkı ilkbaharın başlangıcı gibi. Buna aldanma. Sonuçta bizim ihtiyaç duyduğumuz şey yalnızca içsel, engin bir yalnızlıktır.
Rilke bu mektubu 1903’ün sonlarında, Roma’nın kenar mahallelerinde yer alan bir sanatçı kolonisi olan Villa Strohl-Fern’deki bir kulübeden yazmıştı. Biyografi yazarı Ralph Freedman’a göre, Rilke burada giderek daha da içine kapanmıştı. Heykeltıraş olan eşi Clara Westhoff’un da villada ayrı bir kulübesi vardı; ikisi mesafelerini koruyarak yaşıyordu. Rilke’nin Kappus’a şiddetle önerdiği “engin içsel yalnızlık,” başka bir deyişle, katlanmak zorunda kaldığı bir durum değil, bilerek ve özenle inşa ettiği bir yaşam biçimiydi. Bu yalnızlık, Rilke’nin kısa bir yaratıcı durgunluktan sıyrılıp Orpheus. Eurydike. Hermes. adlı şiirini yazmasını mümkün kılan ön koşullardan biriydi. O şiirin kahramanı, Ovidius’un mitinde olduğu gibi, şarkısının güzelliği sayesinde yeraltı dünyasına inme ve ölü sevgilisini geri getirme izni alıyordu.
Ancak geri dönüş yolunda ona bakmak — yani özlem duyduğu yoldaşlığa teslim olmak— sevgilisinin yok olmasına yol açar. Rilke’nin ima ettiğine göre, daha da kötüsü, bu onun şarkısını da bozacaktır.
Kappus, gerçekten bir şair olup olmadığını bilmiyordu; ancak Rilke’yle mektuplaşmak, onun yalnız hayatını şiire benzer kılıyordu. Bu mektupları almak, Kappus’un ifadesiyle, başka bir dünyaya çağrılmak gibiydi: “Bütün bu anlatılması olanaksız, harikulade, güzel şeylerin yalnızca bana emanet edildiğini düşündüğümde — bu zenginlikleri, yalnızca az sayıdaki kişiye, yalnızlara ait olan bu değerleri benimle paylaşmaya layık gördüğünüzü düşündüğümde— kendimi çok gururlu hissediyorum.” Burada adeta büyülü bir mantık işliyor: Rilke’nin dikkatini çekmek, onun sanatının ışığını da kendi üzerine çekmek olarak görüyordu. Bir başkasının şöhretinin kapsama alanına dahil olmak, kendi benliğinin sınırlarını yeniden düşünmek anlamına geliyordu.
Gerçekten de Rilke ve Kappus’un yazışmaları böyle bir bağ kurmuş muydu? Franz Kafka, Milena Jesenská’ya yazdığı bir mektupta şikayet eder:
Mektup yazmak aslında hayaletlerle bir iletişim biçimidir ve yalnızca alıcının hayaletiyle değil, aynı zamanda yazılan mektubun içinde gizlice evrilen kendi hayaletinle de.
Bir mektupta, kendinizin bir versiyonunu kağıda sabitlemek, bir zarfın içine sığabilecek bir forma sokmak zorundasınız. Posta teslimatındaki kaçınılmaz gecikmeler nedeniyle, mektubun ulaştığı anda o mektuptaki siz, artık olduğunuz kişiyle sadece silik bir benzerlik taşırsınız. Ve onların cevabı size ulaştığında, bu gecikmeler katlanarak büyür. Hayaletler postada bir araya gelir ama gerçek mektup arkadaşları hep acı verici bir biçimde temas dışında kalır.
Kafka’ya göre bu, mektubun doğrudanlık iddiasını boşa çıkarır: “İnsanlar nasıl oldu da mektupla iletişim kurabileceklerini düşündüler?” Ama Rilke ve Kappus için bu, mektubun büyülü teknolojisinin tam da temeliydi. Rilke, ikinci mektubunda Kappus’u şöyle uyarmıştı:
Gerçekten birine akıl vermek, hele hele yardım etmek için o kadar çok şeyin yerli yerinde olmasını gerekir ki; bütün bir yıldız takımını adeta hizaya girmesi gerekmektedir.
Onlar birçok yönden zamansal olarak uyumsuzdular, farklı frekanstaydılar. Ancak tam da mektupların bu kadar çok hayali benlik üretmesi sayesinde, Rilke ve Kappus daha yüce bir düzlemde buluşabilmişlerdi. Gece gökyüzünde gördüğümüz takımyıldızlar da nihayetinde, zaman ve mekânın çok uzak noktalarından gelen ışıkların oluşturduğu örüntülerdir.
1929’da mektupların yayımlanan baskısına yazdığı önsözde Kappus, ilk olarak Rilke’ye nasıl yazmaya karar verdiğinin hikâyesini anlatır. Bir sonbahar günü, askeri okulunun bahçesinde Rilke’nin şiirlerini okurken rahip yanından geçmiş ve elindeki kitabı fark etmiş; meğer Rilke de bir zamanlar aynı okulda öğrenciymiş. Kappus ona yazdığında, Rilke belki de geride bıraktığı benliğinden bir mektup almış gibi olabilir. Öte yandan Kappus, şiirlerine hayranlık duyduğu bu adama dönüşmesinin hikâyesini bir tür mucize gibi görmüştü.
Mektuplar, iç yaşamının en kalıcı arşivi
Rilke, Kappus’a yazdığı bir mektupta, “Kader dediğimiz şey,” diyordu, “kişinin içinden doğar; dışarıdan yönelmez.” Bu sözlerle bir öğütte mi bulunuyordu, yoksa zaten yaşamakta olduğu bir geleceği mi tarif ediyordu —ve Kappus eğer bu soruya “evet” yanıtı verebilirse, onun da bağlanacağı bir gelecek mi olacaktı? Rilke, “Gelecek sabittir,” diye yazmıştı. “Sonsuz uzayda hareket eden sadece bizleriz” Bu şekilde hitap edilmekte, geleceğin içinizde pusuda beklediğini, ama o ortaya çıktığında artık başka biri olacağınızı öğrenmekte ürkütücü bir şey vardır. Bu, zamanı düşünmenin tuhaf bir biçimidir — ve mektupların yeni baskısı, bu zaman algısının düzensizliğini görünür kılmaya yardımcı olur. Çevirmen Damion Searls, yazışmaları birbirine karıştırarak sunmamayı tercih etmiş. Bunun yerine, Kappus’un mektuplarını kitabın sonunda, bir tür ek gibi yayımlamış. Bu editoryal tercihin ilginç bir sonucu, genç şairin mektuplarını sanki sonradan eklenmiş, hatta neredeyse Rilke’nin yanıtlarıyla başlatılmış olan takımyıldızını tamamlamak amacıyla uydurulmuş gibi durmaktadır.
Kappus’un öğrendiği şey, Rilke gibi biri nasıl olunur sorusu değil, Rilke’nin hitap ettiği kişi gibi nasıl olunur sorusuydu: Rilke’nin mektuplarının muhatabını, kendisinin dönüşebileceği adam olarak tanımayı öğreniyordu. Mayıs 1904’te, Kappus’un 21’inci doğum gününde, Rilke’den yedinci mektubunu aldı. Ailesi ve arkadaşlarıyla çevriliydi —ama onların varlığı, içindeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu —ve zarf, sanki başka bir dünyadan gelmişçesine eline ulaştı. Bu mektubun içinde bir sürpriz vardı. Kappus, Rilke’ye bir şiir daha göndermişti, gençlik özlemleriyle dolu bir soneydi— ve bu kez Rilke cevap vermişti. Ona, şimdiye kadar yazdığı en iyi şiir olduğunu söylemişti. Sonra o şiiri, kelimesi kelimesine kopyalayıp ona geri yollamıştı. Neden? Rilke şöyle yazmıştı:
Çünkü biliyorum ki, kendi eserini bir başkasının el yazısıyla yeniden keşfetmek yeni bir deneyimdir. Satırları başkasınınmış gibi oku, o zaman içten içe onların ne kadar sana ait olduğunu hissedeceksin.
Rilke’nin bu kopyalama eylemi, mektupların doğasına dair çok temel bir gerçeği yakalar: mektuplaştığımızda, elimizde kalan kelimeler bize ait olanlar değil, karşımızdakine ait olanlardır. Hayatının sonlarına doğru, Kappus, kendi mektuplarının neden gereksiz olduğunu açıklayan yeni bir yorum eklemişti: “Okur, alıcının kim olduğunu, onun kendi yazdıklarından çok, Rilke’nin mektuplarından öğrenir.” Kappus bu mektupları onlarca yıl saklamıştı; onun için bunlar, iç yaşamının en kalıcı arşiviydi. Kendi hayatının başkasının anlatısıyla şekillenmesini gönüllü olarak kabul etmekte rahatsız edici bir yan görebiliriz. Ancak Kappus’un yazışması bize başka bir şey daha öğretir—kendini yaratmanın neye mal olduğunu, temel ve sarsıcı bir hakikati: Hayatınızı değiştirmek için, önce onu yıkmaya razı olmanız gerekebilir.
Şiirsel ilham mitleri
Kappus’un ilk mektubunu almasından 10 yıl sonra, Rilke, genellikle onun başyapıtları sayılan Duino Ağıtları’nı kaleme almaya başladı. Bu şiirler, hatta Kappus’a yazılan mektuplardan bile fazla, benim 17 yaşımda okuduğumu hatırladığım metinlerdi. Elbette ki, âşıktım.
Ona bir mektup yazmıştım ve yazın sessiz saatlerinde, cevabın gelmeyeceğine dair artan bir hisle beklerken, Rilke’nin şiirlerinin—Stephen Mitchell’ın çevirisiyle—bana karşılık verdiğini keşfetmiştim. Yani sadece dizelerin benim (fazlasıyla sıradan) durumuma uygun bir bilgelik sunduğunu değil, aynı zamanda okudukça, sıradan ve tutarsız hayatımın sayfada düzenlenmiş, noktadan noktaya ansızın parlayan bir yapıya büründüğünü fark etmiştim.
Şiirler zihnimi okuyordu ve onu başkasının şiiri olarak bana yansıtıyordu. Acaba ben o “başkası” mıydım? Kitabım, o yazdan kalma şaşkınlıkla yapılmış kurşun kalem altı çizimlerle doludur. Bir gece rüyadan uyandığımı ve çevremdeki alanın elektriklenmiş gibi olduğunu, garip yeni kelimelerle yüklü olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum.
Bu kelimeler, Rilke’ye adeta yoktan gelmişti. Ocak 1912’de, zihinsel bir kriz eşiğindeydi; şiir yazma yeteneğiyle bağlantısı kesilmişti ve psikanalize başlamayı düşünüyordu. Adriyatik Denizi’ne bakan, Duino, İtalya’daki şatosuna davet eden kişi Prenses Marie zu Hohenlohe Waldenburg-Schillingsfürst olmuştu. Prensesin anılarına göre, bir gün Rilke şiddetli bir fırtına sırasında evin önünde yürüyüş yaparken, yazması gereken bir mektubu düşünüyormuş. Ve rüzgardan geliyormuş gibi, “Birinci Ağıt”ı başlatan şu dizeleri duymuş: “Kim, haykırsam, işitir beni / meleklerin meşakkatli düzeninden?” Bu hikâye, şiirsel ilham mitleri arasında bile tuhaftır. Rüzgar Rilke’ye konuşmuştu ama aynı zamanda onun adına da konuşmuştu, sesini onun bedenine taşımıştı.
Kappus Rilke’ye yazdığında, aslında aynı soruyu soruyor olabilirdi. Kim, o haykırsa, onu duyacaktı? Kappus’un mektupları aldığı yerden bakıldığında, Rilke bir melek gibi görünüyordu, ilahi bir güçle donatılmış bir haberci. Rilke tarafından varlığa yazılmayı kabul etmek için, önce bir tür silinmeyi göze alması gerekiyordu.
“Birinci Ağıt”ta Rilke benzer bir krizi tarif eder. Yaşayabilmek için hayatını riske atması gerektiğini fark eder:
Zira güzellik, ancak katlandığımız korkunçluğun başlangıcından başka bir şey değildir ve hayranızdır ona, çünkü bizi mahvetmeye tenezzül bile etmez. Korkunçtur her bir melek.
Duino’da, rüzgar ulumaya başladığında, Rilke yüksek sesle mırıldanmıştı: “Bu da ne? Ne geliyor?” Cevap, aslında Kappus’a çoktan yazmış olduğu şeydi. Bu, ilerlemekte olduğu gelecekti; içinden geliyordu; içinde hem yaşam hem de ölüm saklıydı.
Bu yazı, The New Yorker’da yayımlanan ‘Can Rilke Change Your Life?’ başlıklı yazıdan derlenmiştir.

