Share This Article
Yusuf Bahar, Nihal Saruhanlı ve Ceren Bettemir’in bir araya geldiği Bahr, “sadece bir rock grubu” tanımının ötesine geçerek; içinde barındırdığı melankoli, neşe ve direnişle hem kolektif ruhun inatçılığına sahip çıkıyor hem de dinleyicilerini şimdiki zamanın az yürünen yollarına davet ediyor. Onlarla, şimdiki zamanda müzik icra etmenin nerede konumlandığını, dinleyiciyle nasıl bir bağ kurulduğunu, sanatçıların verdikleri mücadele alanlarını ve müziğin içeriğini zenginleştiren karşılaşmaları konuştuk.
Sahneden fırlayan kolektif ruh
13 Ağustos’ta Blind sahnesinde yer alan Bahr’ın sadece “bir rock grubu” tanımına sığmayacak zenginliklere sahip olduğunu gördüm ve hissettim; kolektif ruha çağrıda bulunan, melankoliyi, direnci ve neşeyi yan yana tutan, tekrara düşmeyen söz yazarlılığının da varlığını hissettirdiği bu birlikteliğin şimdiki zamanın kolaycılığına karşı atılmış bir adım olduğunu söyleyebilir miyiz? Bahr, şimdiki zamanda nasıl bir yerde konumlanıyor?
Yusuf: Sevgili Dilara, o kadar şahane bir şekilde kelimelere dökmüşsün ki, layıkıyla yanıt verebileceğimden şüphe duyuyorum. Müziği topluluklarla ya da bireylerle üretmeye ve paylaşmaya başladığımdan bu yana en çok rastladığım zorluklardan birinin “topluluk olma” sorunsalı olduğunu tekrar tekrar görmüş oldum. Bahr’ın sahnesinden dışarıya fırlayan kolektif ruh ve şarkılara yayılan hayatın biricikleri, tam olarak da bu topluluğumuzun içerisinde ancak var olabiliyor. Biz birbirini bu kadar seven, kollayan, ortak kaygıları ve üzüntüleri paylaşan bir ekip olmasaydık, kendimizi böylesine olduğumuz gibi paylaşamazdık diye düşünüyorum.
Belli bir bilinçle yönlendirilmiş bir üretimden ziyade, kendimize öyle bir alan yaratmışız ki ortaya çok bizden ve çok katıksız bir şey çıkıyor. İyi olup olmadığını söylemem çok zor ama tamamıyla bizden bir şey olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Hal böyle olunca da hayatın her anında, etrafımızdaki herkes gibi, sürekli direnmeye, engel aşmaya, mücadele etmeye, yoktan var etmeye çalışan kişiler olarak şarkılarda, şarkı sözlerinde, hayatımızda ne yaşanıyorsa onlar hayat buluyor. Bu hayat bulan şey, belki günümüzün müzik üretimi, pazarı, kitlesinde çok büyük bir karşılık bulmayabilir ama bundan başka bir şeyin vuku bulmasının da olasılığı yoka yakın gibi bir yerde.
Nihal: Bahr, bundan yaklaşık 10 sene evvel, o zamanların ruhuyla bir araya geldi. Zamanla evrildi, yeni ruh hallerini içine kattı. Bizimle beraber büyüdü. Şimdiki zamanda, inatçı, emek harcamaktan korkmayan, sonuçlardan çok süreçleri önemseyen bir yerden yola devam ediyor.
Ceren: O kadar doğru bir tespit ki, çünkü “mış gibi” yapmayan, yaşamın kendi zorluklarını ve güzelliklerini her haliyle kabul eden ve bunun coşkusunu paylaşmaktan keyif alan bir grubuz. Kolaycılık dediğimiz şey müzisyenlerin kendine hızlıca bir yer edinebilmek için suyuna gitmek istemediği sulara gitmesi ise, Bahr’ın daha kurak bir yoldan gittiğini düşünüyor ve açıkçası daha az yürünmüş yolları ilgi çekici buluyorum.
Hem burayı anlattığınız hem de burayı aştığınız bir dil kullanımı tercihiniz var. Sizi çalma listesinde ilk duyduğumda yabancı bir grup olduğunuzu düşünmüştüm ancak daha sonra içerden bir ses olduğunuzu öğrendim ve epey şaşırdım. Dilin İngilizce olması nasıl bir getiriye sahip ya da dinleyici kitlesiyle karşılaşmada zamanla bunun bir dezavantaj olduğunu düşündünüz mü?
Yusuf: Etimolojiye, semiyotiğe, anlatıbilime ve filolojiye oldukça meraklı bir insan olarak kendimi tanımlamak isterim. Sözcüklerin evrenine çocuksu bir heyecanla ilgi duyuyorum. Türkçe bir şeyler yazdığımda, hayatımın her evresine ve köşesine işlemiş anadilimde şarkı sözü yazmaya kalktığımda, kendimi sürekli yetersiz ve hatta belli bir karaktere sahip olmayan bir dille üretmeye çalışıyor buluyorum. O kadar büyük bir yere koyuyorum ki anadili – anadil kavramını – neredeyse haddim değilmiş düşüncesi ortaya çıkıyor. İngilizce öyle değil. Benim anadilim değil. Kendi kendime öğrendiğim bir dil. İstediğim gibi oynayabilirim. Her yerini eğip bükebilirim. Olmayan kelimeler kullanıp, tutarsız cümleler yazabilirim. Her zaman da “Anadilim değil. Zahmet edip öğrenmişim. Elimden bu kadar geliyor,” deme hakkına sahip olacağım.
Bunu dilin kolonyal eleştirisi olarak ya da endüstrileşmiş anlatı kalıpları üzerinden kolaylamayı yermek için söylemiyorum – keza söylemek gerekir. Gerçekten, müzik gibi nüanslarla dolu eklektik bir üretim deryasında, kelimeleri ve sözel anlatıyı da aynı şekilde eğip bükmek, büyütmek ve küçültmek, derinleştirmek ya da basitleştirmek bana hem eğlenceli bir mutluluk veriyor hem de zaten yapabileceklerimin sınırını da burada görüyorum. Tabii ki dinleyici ilişkisinde, erişilebilecek kitle payında, arz-talepte kısıtlayıcı ve engelleyici bir unsur oluyor. Nadiren bu duruma içerlesem de içten içe barıştığım bir konu oldu artık.

Grup üyeleri Yusuf Bahar, Nihal Saruhanlı ve Ceren Bettemir. Fotoğraf: Özge Mutlu
Nihal: Burada söz daha çok şarkıların sözlerinin sahibi Yusuf Bahar’a düşer. Benim fikrim ise şöyle: Kendimizi nasıl daha rahat ifade edebiliyorsak öyle etmeliyiz. İletişim çok boyutlu bir şey, dillerin ötesinde bir durum.
Ceren: Buranın dertlerini, aşklarını, toplumsal olaylarını son derece sinematik ve masalsı anlatan söz yazarımız ve vokalimizdir Yusuf. Vokallik ve sözler bir bütün; Yusuf’un biricik vokaline çok yakışıyor. İngilizce global olarak rock müzikte ortak dilimiz. Bizim yabancı dilimiz olduğu için duygu geçişi Türkçe’ye göre belki biraz daha zor anlaşılır olabilir ama o duygu dinleyicimize geçiyor; önemli olan da bu.
‘Var olmak mı yoksa mücadele etmek mi önce geliyor?’
Var olmanın işgal altında tutulmakla eşdeğer anlama düştüğü, birçok yerin ve canlının hareketsiz kılındığı zamanlarda müzisyen olmak ne anlama geliyor? Sesin duyulabilmesi ayrı bir mücadele anlamı taşıyor mu, taşıyorsa bu mücadele daha iyi nasıl verilebilir?
Yusuf: Açıkçası bu soruya çok hızlı ve şüphe bırakmayan bir şekilde “Evet, müzik aracılığıyla mücadele ediyoruz,” diyebilmeyi umardım ama diyemiyorum. Birkaç yıl evvelinde böylesine büyük bir baskı, istismar, şiddet ve korku ortamında “var olmak direnişin kendisidir” gibi bir manifestoyu kabul ediyordum ama artık büsbütün var olamadığımızı, bizleri var eden her şeyin tarumar edildiğini veya kirletildiğini, hayatın ve kimliklerin her parametresinin çok vahşi bir şekilde imtiyaz ya da dezavantaja dönüştüğünü ve ancak uğruna kalkışılan çatışmalarla yapay değerler biçilebildiğini, ortak zeminlerin fersah fersah uzaklaştığını, çirkinleşen bir sıfat ile günbegün yalnızlaştığımızı, beklentisizleştiğimizi, özelliksizleştirilmeye mecbur bırakıldığımızı, korkunun oyuncağı olduğumuzu düşünüyorum. Bilmiyorum; zorlanıyoruz. Müzisyen olmak ne demek, neyi temsil ediyor, ne kadar etkisi var, önemi ne… Farklı günlerde, farklı saatlerde, birbirine tamamen zıt cevaplar verebileceğim sorular.
Keşke mücadelenin yol haritası yalın bir tanıtımla anlaşılabilse ama var olmak mı yoksa mücadele etmek mi önce geliyor, hangisi hangisini doğuruyor anlayamıyorken kendimi ancak ezbere hayatta kalıyor, görev icabı sesimi çıkarıyor buluyorum. Umarım insanlar için daha açık yanıtları olan bir sorudur.

Nihal: Bu zamanlarda müzisyen olmak, sesini duyurmak başlı başına bir direniş. Birçok olay bizi eylemsizliğe teşvik ederken ses çıkarmaya devam etmek mücadeleyi kucaklamayı gerektiriyor. Bu mücadeleyi vermenin en iyi, hatta keyifli kısmı beraber olmak. Önce grup olarak, sonra dinleyicilerimizle beraber olmanın gücünü hissetmek, birbirimize bu elektriği geçirmek. Hayatın en anlamlı kısmı paylaşım. Mücadelenin de paylaşınca anlamı büyüyor.
Ceren: Sesin duyulabilmesi her zaman anlam taşır, susmaktan iyidir. İşitsel sanatlar bir duyguyu ses formunda vermekle ilgili olduğu için bunun farklı yolları bulunabilir. Duygumuz işgal altında olmak mı, sokaktayken hapiste gibi hissetmek mi, 30’lu 40’lı yaşlara gelip bir kirayı nasıl ödeyeceğim diye düşünmek mi… Bu kısıtlanmışlık hepimizin üzerinde. Bu baskının üzerimizdeki enerjisini birlikte açığa çıkarmalıyız, dertleşmeliyiz, birbirimizi bulduğumuz için şükretmeli, destek olmalıyız, örgütlenmeliyiz, pasifize olmamalıyız.
Sanatçıların stüdyoya ya da atölyelere kapanmaları nasıl bir kopuş sağlıyorsa konserlerin de dinleyiciler için bir kopuş alanı sağladığı, zamana ve mekâna yabancılaştırabilme gücü taşıdığını düşünüyorum. Sizler konserlerin bu büyülü anı taşımaya devam ettiğini düşünüyor musunuz, yoksa sarsılan bir şeyler var mı?
Yusuf: Günlük hayata renk katan, incelikler veren, tını sunan tüm eylemlerde ve yaşantılarda olduğu gibi konserler de çok kısa zamanda, çok hızlı bir şekilde tüketim delirmişliğinin ve çevrimiçi temsilin israfları haline geldi. Tercih, istek, merak, özen, hayranlık, ilgi gibi son derece beşerî yönlendirmelerin yerini check-in kültürünün beğenilme telaşı aldı. “Oradaydım” kelimesi yerini “orada bulundum”a bıraktı. Tüm bu küresel yok oluş denkleminin üstüne bir de sanata, müziğe savaş açmış, ekonomik ölümünü yaşayan bir ülkede üretmeye yeltendiğinizi düşünürseniz, ne kadar kısıtlı bir alanda, ne kadar az kişinin payda alabildiği bir performans dünyasında dinleyiciyle buluşmaya çalıştığınızı tahayyül etmek – en ılımlı tabiriyle – dehşet veriyor.
Bebekliğinde Taksim’e düşmüş dev bir boomer olarak “zaten eskiden bütün konserler böyleydi” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Zaten Peyote’de ilk konserini veren bir Oi! Punk grubunu dinlerken aklımızı kaybederdik. Zaten Nayah’ta göçmenlerin kurduğu sahara blues grubunu dinlerken, Papillon’da ileride çok ünlü olacak alternatif rock gruplarını keşfederken, Eski Beyrut’ta psychedelic-çe göbek attıran etnik funk gruplarına oynarken, Bronx’ta, Beatles’ta, Line’da, Caravan’da zaten hepimizin aklı çıkardı.
Şu anda gerçekten bir avuç insanın konserlerde o kopuşu yaşadığını görünce belgeselimsi bir nostalji hissediyorum. İcra eden taraf olunca da yerden yükseltilmiş bir yalnızlık ve görüntülenme sayısı düşük bir anlamsızlık hissettiriyor. Hayır! Artık insanların böyle özel anlar yaşadığını düşünmüyorum.
Nihal: Hep taşıdı, hep taşıyacak. Bugünün ruhuyla yoğurulup yeni büyüler yaratacak. Bu konuda benim bir endişem, korkum yok. İnsan hissedebildiği sürece bu büyülü anlar her sanat dalında tekrar tekrar yaşanacak. Eğer bir gün insan duygularından arınırsa, hissedemezse, o zaman her şey değişir. Gelecekte insanların bir kısmı hissetmemeyi tercih edebilir; mekanik, daha dayanıklı varlıklara dönüşebilirler, belki kendilerine “yeni insan” diyebilirler. O zaman “yeni insan” sanatı, müziği nasıl algılar? Ara ara bunu düşünüyorum.
Ceren: Konserler benim için, eğer sahnedeki müzisyen büyünün içine girdiyse, her zaman büyülü. Ama alelade, hissiz performanslar da bir o kadar rahatsız edici. Duygu aktarımının sınırlarını zorlaması, bende yeni kelimeler gibi yeni duygular oluşması ya da geçmişten kalan güzel duyguların ansızın belirivermesi gibi beni yamultan anlar var konserlerde. İyi müzisyenler oldukça hep var olacak. Punk müzikten geldiğim için, Punk konserlerindeki serbestlik de benim için farklı bir mıntıka.
“‘Bahr’ın sahnesinden dışarıya fırlayan kolektif ruh ve şarkılara yayılan hayatın biricikleri, tam olarak da bu topluluğumuzun içerisinde ancak var olabiliyor.” Fotoğraf: Özge Mutlu

‘Edebiyattan çok daha fazla sinemadan besleniyorum’
Açık Radyo programında ilk albümünüzden son albümünüze dek bir karşılaşmalar bütününde olduğunuzu söylüyor ve zaman zaman başka sanatçılarla da ortak yaratım sürecine giriyorsunuz. Bu süreçte nasıl bir bağ kuruluyor ve karşılaşmalar nasıl bir önem teşkil ediyor?
Yusuf: Müzik, sanatın birçok farklı disiplinine kıyasla çok davetkâr bir alan. Birçok şarkı, daha hayalini kurduğumuz aşamada bazı enstrümanları, müzisyenleri, tonları, ezgileri davet ediyor. Bu buluşmalara açık olduğunuzda da yeni birlikteliklere alan tanımış oluyorsunuz. “Ya burada şöyle bir şey olsa…” dediğimiz her şey için de bizimle üretecek sevdiğimiz insanları etrafımızda bulabileceğimiz bir şansımız olduğunu keşfetmiş olduk. Bu davet sadece başka müzisyenlerle yapılan ortaklıklarla sınırlı değil. Görsel üretimden hukuki desteğe, kablo emanet almaktan merch masası başında beklemeye, her alanda dayanışabildiğimiz muhteşem insanlar var etrafımızda. Her üretimimizde, her albümümüzde, her konserimizde o kadar çok birlikte yol aldığımız insan var ki… Yıllarca çok güzel insanlar biriktirmişiz. Hepsi de Bahr’ın üretimini, temsilini, icrasını kendi özüymüş gibi benimsiyor. Biraz daha imkânımız olsa neredeyse bir kolektif gibi çalışacağız.
Nihal: Yaratıcı insanların etkileşim halinde olması, açık elektrik kablolarının birbirine sürtüp ışık saçması gibi bir şey. Elektrik varsa ışıklar çıkar o birlikteliklerden. Bahr’ın yaptığı tüm ortak yaratımlarda bunu hissettim.
Ceren: Karşılaşmalar bizim için önemli, özellikle karşılıklı konuşabiliyor ve bir bütün oluşturabiliyorsak. Albümlerimizde ve canlı sahnemizde ortak yaratım içinde olan müzisyenler birer armağan ve bu bağlara minnettarız. Sevgili Glasxs, Mercan Demirkanlı, Asena Akkan, Yaren Eren Budak, Ozan Çoban, Şevket Akıncı ve Utku Öğüt, iyi ki varsınız.
Son albümünüz ‘Ursine’yi baştan sona dinlediğimde ve sonra diğer albümlerinize baktığımda “Acaba aralarında edebiyat çıkışlı birisi mi var?” diye sormuştum. Bu şairaneliği neye borçluyuz, sizi besleyen şairler/edebiyatçılar var mı?
Yusuf: Edebiyattan çok daha fazla sinemadan besleniyorum. Hayat odaklı filmlerin repliklerindeki doğallık, gerçekçilik ya da tanıdıklık hissi beni hem sarsarak etkiliyor hem de bana usul usul ilham veriyor. Ayrıca sadece sözler de değil. Sıklıkla mizansenler, sahneler de yazarken bana kaynak oluyor. Ben de ilham kaynaklarından bağımsız olarak şarkıların hepsinin hikâyesini, izleğini, dokusunu film sahneleri gibi gözümde canlandırıyorum. Bazen birebir hayalimde izlediğim sahneyi anlatıyorum, bazen de hayalimdeki sahnede çalan soundtrack’i takip ediyorum. Böylelikle her şarkının bir filmi de doğmuş oluyor benim için.

Nihal: Bahr’ın yaratım süreci bugüne kadar hep Yusuf Bahar ile başladı. Ceren Bettemir ve benimle şekillendi. Ursine’de bu zincire Utku Öğüt de katıldı. Hepimizin etkilendiği farklı sanat dalları var. Bunların izleri şarkılarımızda mutlaka vardır. Bu, bilinçli gerçekleşen bir olay değil benim için.
Ceren: Aynen Nihal’in dediği gibi söz yazarımız Yusuf. Gruba 2018’de katıldım, sözlerden çok etkilenmiştim, şu anda onu hatırladım: “Those Streets, I Resist, Blame.” Sözler hep yoğun, genellikle metaforlu ve bazen sembolik. Sonradan benim için en sinematik olan Papillon geldi, “My metamorphosis at supermarket exit” sözleriyle başlayan. Back vokallerini yaptığım Cursed Home ise anlamını hiç yitirmeyecek zamansız bir söz gibi geliyor.
‘Umarım bir gün müzik yolları arşınlatan bir sebebe evrilir’
İster edebiyat ister müzik olsun, yazma süreçlerinin büyük bir kısmı izolasyon ve yalnızlık gerektiriyor. Ancak İstanbul gibi bir yerde bu yalnızlığı yaratabilmenin biraz güç olduğunu düşünüyorum. Yazım süreçlerinde sizi en çok ne zorluyor, bu yalnızlık lehinize mi yoksa aleyhinize mi işliyor?
Yusuf: Aslında izolasyon ya da yalnızlık ihtiyacı duymuyorum. Tam aksine, yolda yürürken defterime, metrobüste telefonuma, bir barda otururken peçeteye yazdığım çok şarkı sözü var. Belki tam bir kaos bebesi olduğum için yalıtılmışlık veya uzaklaşma, tam aksine yazmamı zorlaştırabilir. Genelde parça pinçik şarkı sözlerini, bağımsız melodileri, bazen de şekilsiz fikirleri bir süre boyunca biriktirip, sonra bir seans gibi oturup hepsini “şarkıya dönüşmüş” haline getiriyorum. Nihal ve Ceren’le bir araya geldiğimizde de şarkının neye benzeyeceği, nasıl şekil alacağı süreci başlamış oluyor. Bu süreç de tabii ki her zaman o kadar hızlı nihayete ermiyor. (Belki hiçbir zaman ermiyor.) Bazı şarkıların içimize sinmesi ve o samimiyeti hissettirmesi 10 yıla yakın süre alıyor.
Nihal: Kendi adıma kalabalıklar içinde zihnen yalnızlaşmayı biraz öğrendim. Kafama taktığım bir fikir kırıntısını günler, haftalar, aylarca zihnimde çevirip bir şekle soktuğum, ilk yalnız kaldığım vakitte de kâğıda döktüğüm olabiliyor. Yeni şeyler yaratmak için kendime ayırdığım yalnız zamanlar her zaman çok da verimli geçmeyebiliyor.
Ceren: İstanbul’da yalnızlık güç; Yusuf’un dediği gibi, kaosu sarmalayıp kolumuza takarak bu müziği yapıyoruz İstanbul’da. Mesela pandemi bana iyi gelmişti, hiç o kadar bas çalıştığımı hatırlamıyorum hayatta, iş dışında sosyalleşme olmadığı için. Bahr olarak izolasyon görmüş halimizin de enteresan olacağını düşünüyorum; gökyüzü, deniz kenarı, dünyanın güzel nimetleri, kokularını da duyarken. Ama o zaman belki başka bir müzik yapıyor olurduk, bilemedim.

“Müzik, sanatın birçok farklı disiplinine kıyasla çok davetkâr bir alan. Birçok şarkı, hayalini kurduğumuz aşamada bazı enstrümanları, müzisyenleri, tonları, ezgileri davet ediyor.” Fotoğraf: Özge Mutlu
Son olarak: Yolda olma halinin besleyip büyüttüğü pek çok sanat üretimi oluyor. Sizlerin yola çıkıp sahne almak istediği başka yerler/sanatçılar/festivaller var mı? Mesela başka hangi coğrafyada bulunmak sizleri heyecanlandırır, daha da beslerdi? İçimden bir ses Kuzey ülkeleri diyor…
Yusuf: Ah, Dilara. O kadar çok yere gitmek isterim ki… Her yerde, herkesle bir şeyler yapmak isterim. Müzik üretimimi paylaşma kararı aldığımda, etrafımdakilere sürekli “bambaşka yerlerde çalmak, bambaşka insanlara dinletmek istiyorum,” diyordum. Şu anda bu soruyu düşünürken bile içimi bir sıcaklık kaplıyor. Polonya’nın küçük bir kasabasındaki 50 kişilik salondan, Filipinler’deki bir halk kültür merkezine, Cezayir’de bir çadırdan, Arjantin’de bir sokak festivaline… Her yerde çalmak isterim. Umarım bir gün müzik, yolları arşınlatan bir sebebe evrilir.
Nihal: Kuzey ülkelerine asla hayır demem. Biz sahne seven bir grubuz. Türkiye’de henüz sahne almadığımız çok şehir var. Festivaller, yeni yeni dinleyicilere kendimizi duyurmak için harika alanlar yaratıyor. Birçok festivalde Bahr’ın olmasını isterim. Müziğe meraklı olan herkesle, her yerde buluşmak beni heyecanlandırır. Ama İrlanda’da bir Bahr konseri olsa, kalbim daha hızlı atardı.
Ceren: Kuzey ülkelerini çağrıştırması ne güzelmiş. Metal müziği ile de özdeşmiş bir yer sanırım; sagalar, hikâyeler ve distortion insanların içini ısıtıyor. Benim de ilk oyum İrlanda! İrlandalı müzisyen arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla doğal ve kolektif bir ozan kültürü var, sazını kapan geliyor, ekleniyor yapılan müziğe. Endüstrileşmeden toplumsallaşmış bir kültür gibi geliyor. Balkan ülkeleri heyecanlı olabilirdi: Hırvatistan, Makedonya, Küba, Brezilya, İngiltere, İspanya, Yunanistan ve çok merak ettiğim Seattle.
