Share This Article
Cumhuriyet’in ilk kuşak mimarlarından Arif Hikmet Koyunoğlu’nun izini süren bir fotoğraf sergisi, 2025 yazında Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde açıldı. “Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893–1982” başlıklı bu sergi, yalnızca Koyunoğlu’nun kişisel tarihine değil, aynı zamanda Türkiye’nin erken 20. yüzyıldaki mimari ve toplumsal dönüşümüne de ışık tutuyor.
İstanbul’daki Sanâyi-i Nefîse Mektebi’ndeki öğrencilik yıllarından başlayarak Erzurum’daki askerlik dönemi, Yeraltı Fotoğrafhanesi’ndeki üretimleri ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerine yaptığı yolculuklarla zenginleşen bu görsel arşiv; mimari detaylardan kent manzaralarına, sokaklardan insan yüzlerine uzanan bir hafızayı ortaya koyuyor. Sergi, hem bir mimarın yaratıcı bakışını hem de modernleşen Türkiye’nin izlerini belgeleyen özgün bir anlatı sunuyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Mimarlığa Giden Yol
1893 yılında İstanbul’da doğan Arif Hikmet Koyunoğlu’nun yaşam öyküsü, hem Osmanlı aristokrasisinin izlerini taşıyan köklü bir aile geçmişiyle hem de taşranın zorluklarıyla yoğrulmuş sade bir çocuklukla şekillendi. Dedesi Abdullah Refet Bey, Endonezya’daki Cava Adası’na giderek yerel halk arasında İslam’ı yaymaya çalışan yenilikçi bir din adamı, aynı zamanda şair ve hatipti. Babası İsmet Bey ise saray çevresinden uzak duran, çiftçilikle, bahçecilikle ve hayvancılıkla ilgilenen, bu yönleriyle Şeyhülislamlıktan uzaklaştırılmış sıra dışı bir figürdü. Annesi Fatma Virdîter Hanım ise Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan’ın yanında yetişmişti.
Aile, 1895 yılında II. Abdülhamid’e muhalefeti nedeniyle İsmet Bey’in Gebze’ye kadı olarak atanmasıyla taşraya yerleşti. Küçük Arif, burada Hafız Recep’in mahalle mektebinde eğitim almaya başladı. Babası da onun çok yönlü gelişimi için özel dersler almasını sağladı. Resme olan yatkınlığı Hamdi Bey’in dikkatinden kaçmadı. Aile, onu yalnızca tek bir mesleğe yönlendirmek istemediğinden, evde börek ve baklava açmak gibi becerileri bile öğrenmesine destek verdi.

“Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893–1982”, geniş bir görsel arşivi bir araya getiriyor. Şehir manzaralarından mimari detaylara, sokaklardan insan portrelerine kadar zengin bir içerikle, modernleşme sürecindeki Türkiye’nin kültürel hafızası belgeleniyor.
Yaklaşık 1899-1900 yıllarında, babasının sürgün yıllarında hastalanması üzerine annesiyle birlikte yeniden İstanbul’a döndüler. Bu süreçte, sarayla yeniden temas kurmak adına II. Abdülhamid’in başmabeyincisi Hacı Ali Paşa ile görüşmeye gittiler. Arif Hikmet, o ziyarette gümüş tepside sunulan çilekleri hayatı boyunca unutmayacaktı—belki de bu anı, onun ilerideki detaycılığının ilk işaretiydi.
1900 yılında babasının tayiniyle yeniden İstanbul’a dönen aile, bu kez Aksaray’a yerleşti. Tüm eşyaları, evcil hayvanları ve bahçe bitkileriyle birlikte taşındılar. Arif Hikmet, Yusufpaşa’daki Mekteb-i Osmanî’ye yazıldı; yaramazlığı nedeniyle mürebbiyesinden sık sık dayak yediğini anımsayacaktı. Yine bu yıllarda, saraya yaptığı bir ziyarette Sultan’ı perde arkasından gözlemleme ve onun portresini çizen ressam Zonaro’yu izleme fırsatı buldu.
1903’e gelindiğinde ise hayatını değiştirecek bir keşif yaptı: Beyazıt’taki Sadık Kehnemuyi’nin kırtasiye vitrininde gördüğü siyah kutu, onun ilk fotoğraf makinesi olacaktı. 9 x 12 boyutlarında cam üzerine görüntü basan bu aletin broşüründeki Almanca açıklamaları tam olarak anlayamasa da, özellikle kimyasal işlemler dikkatini çekti. Gerekli malzemeleri İstanbul’un ve Beyoğlu’nun eczanelerinde uzun arayışlar sonucu buldu; camları kestirip mutfağı karanlık odaya dönüştürdü. Fenerini yakıp gece boyunca çalıştıktan sonra, ilk fotoğrafını banyoladığında duyduğu heyecanı yıllar sonra şöyle dile getirecekti:
Yaptığım iş çok güzeldi. Çok sevinmiştim.
Arif Hikmet Koyunoğlu’nun çocukluğu, hem fiziksel olarak dayanıklı bir birey hem de sanatsal yetenekleri erken yaşta keşfedilen bir genç olarak şekillendi. Refet Bey ile yaptığı jimnastik çalışmaları ve annesinin disiplinli yaklaşımı, ileride savaş koşullarında bile ayakta kalabilmesini sağlayacaktı. 1910 yılında ise Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girerek mimarlık eğitimine başladı.

Sanayi-i Nefise’deki eğitimi sırasında resim, mimari çizim ve tarihi eser bilgisine yoğunlaşan Koyunoğlu, Anadolu şehirlerini gezerek tarihi yapıların yerinde incelemesini yaptı. Bursa Yeşil Camii’nde çalıştı, eşkıyalarca kaçırıldı, Balkanlar’da yaya seyahat etti. Bu yolculuklar, onun tarihi yapılara duyduğu ilgiyi artırmakla kalmadı, gözlem gücünü ve mimari detaylara dair sezgisini keskinleştirdi.
Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak cepheye katılan Koyunoğlu, mimarlık mesleğini sadece kağıt üzerinde değil, zorlu doğa koşulları ve savaşın ortasında da sürdürdü. Erzurum’da kayak müfrezesi kurdu, kömür madeni çıkardı, askeri mimari işler yürüttü. İlk mimari görevi ise, Erzurum Valisi Tahsin Uzer’in talebiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti binasının inşası oldu.
Cephelerde savaşın ağır koşulları altında bile mimarlığa ve sanata olan ilgisini kaybetmeyen Koyunoğlu, cepheyi bir kültür turuna dönüştürerek hem rehberlik yaptı hem de mimari yapıları belgelemeyi sürdürdü.
Atatürk’le karşılaşma
Cumhuriyet’in ilanından sonra Koyunoğlu, Ankara’da yeni kurulan devletin ihtiyaç duyduğu yapılar için aktif bir mimar olarak sahneye çıktı. Çankaya’daki Ruşen Eşref Bey Köşkü, Eskişehir Çarşı Camii (Atatürk’ün önerileriyle), Ankara Etnografya Müzesi, Maarif Vekâleti binası, Türk Ocağı ve Çocuk Esirgeme Kurumu gibi yapılar, onun mimarlık anlayışının anıtsal yansımaları oldu.

Stili, tarihi dokuya duyduğu saygıyla Cumhuriyet’in modernleşme vizyonunu birleştiriyordu. Röleve ve restorasyon çalışmalarına da önem verdi. Bursa Yeşil Camii üzerine yaptığı belgelemeler bu yaklaşımın örneklerinden biridir.
Koyunoğlu’nun Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkisi tesadüflerle sınırlı kalmadı. İlk karşılaşmaları, gençlik yıllarında Aksaray’da bir düğün gecesinde oldu. Atatürk’ün rahatsızlandığı sırada yatakta kalan ve düğüne katılamayan Mustafa Efendi’ye (Atatürk) yardım etti. Yüzünü yıkadı, başına havlu sardı, kolonyayla şakaklarını ovalayıp yatağına yatırdı.
Yıllar sonra Erzurum Kongresi döneminde Mustafa Kemal’i şehirde karşılayanlardan biri de oydu. Atatürk’ün güvenini kazanan Koyunoğlu, Dumlupınar Anıtı ve Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi gibi önemli projeleri de onun talimatıyla gerçekleştirdi. Bu projeler, yeni devletin hem tarihine hem manevi değerlerine duyduğu saygının mimari ifadesi oldu.
Koyunoğlu, 89 yıllık hayatında 31 ayrı meslek icra etti. Hiçbir iş elinden kurtulmadı. Yanından ayırmadığı fotoğraf makinesiyle yanıp tutuşan Balkanlar’ı, kaybedilen eyaletleri, mülteci kamplarını gezdi. İşgal İstanbul’unu, uzak Anadolu köylerini, bu toprakların kültür mirasını, yüzlerini ve gelecekteki suretini kaydetti.

Cumhuriyet Mimarisinin ustası
Koyunoğlu’nun ilerleyen yıllarda yaşadığı maddi zorluklar, mimarlık kariyerindeki dalgalanmalar ve projelerde yaşadığı anlaşmazlıklar, onun büyük idealist çizgisini gölgeleyemedi. 23 meslek deneyen, fotoğrafçıdan mimara, sporcu kimliğinden müteahhitliğe kadar pek çok rol üstlenen bu çok yönlü figür, Cumhuriyet döneminin karakterini taşıyan nadir mimarlardandı.
Hayatının sonlarına doğru Galata’da eski dostu mimar Aram’la yeni bir büro kurarak yeniden üretmeye çalıştı. Kızı Özcan arkeolog, oğlu Dinçer yüksek mimar oldu. Böylece mimarlık geleneği ailesi aracılığıyla da sürdü.
