Share This Article
Türkiye’de caz denildiğinde akla gelen ilk isimlerden, memleketimiz müziğinin ustalarından Kerem Görsev, iki şehir arasında süren ve yeniden İstanbul’a taşınan yolculuğunu üretken bir biçimde sürdürmeye devam ediyor. Popüler kültürün, tüketimin ve sindirilemez dönüşümlerin son derece baskın olduğu çağımızda cazın köklerine, akustiğine, analog yapısına bağlılığı ile tanıdığımız Görsev ile şehirler, yeni çalışmalar, hafıza ve sanatçının katılacağı Bozcaada Caz Festivali’nin ‘bedenlenme’ teması üzerine konuştuk.
Uzun yıllar Bodrum’da yaşadıktan sonra İstanbul’a döndünüz. Bir söyleşinizde “Clear Horizon” albümünün sakinliğini Bodrum’a, yeni besteniz “Midnight Melodies”in ise ancak İstanbul’un ritminde doğabileceğini belirtmiştiniz. Bizler de “iki şehrin hikâyesi” üzerinden kentin ve belleğin izini sürüyoruz. Sizin için İstanbul ve Ege’nin ses manzaraları nasıl farklılaşıyor ve bu iki farklı coğrafyanın ruhu, müziğinizin yapısına nasıl sirayet ediyor?
Tabii Ege ile İstanbul arasında şehir olarak çok ses farkı var. Ben güneyde, Ege’de sabah kalkınca tabiatın sesini duyuyorum. İstanbul’a gelip kaldığım zaman ise şehrin uğultusunu duyuyorum. Aralarında çok büyük farklar var. Mesela sabahleyin horoz sesi, tavuk sesi, ne bileyim geçen bir traktörün sesi beni rahatsız etmiyor. Ama İstanbul’da sabah uyandığınızda bir kere şehrin acayip bir uğultusu var. “Midnight Melodies”e gelince… Ben çocukluğumdan beri eski filmleri severim. Geceleyin şehrin ışıklarının pastel olduğu zamanlarda, eski Türk filmlerinde İstiklal Caddesi’nde geçen bir araba görürsünüz. Çocukluğumda şehirde ışıklar daha azdı, dolayısıyla şehrin sesi ve uğultusu da daha azdı.
“Midnight Melodies” de aslında böyle bir sükûneti, sakinliği anlatıyor. Ama “Clear Horizon” çıkış yeri itibarıyla Como Gölü’nde bir ufuk çizgisini anlatıyor. Yani sadede gelirsek, Ege ile İstanbul arasında çok büyük sound farkları var. Ege’de sükûnet ve dinginlik var. İstanbul’da da gecelerin geç saatlerinde bir sakinlik bulabiliyorsunuz ama onun dışında hep uğultu hâkim. Ege’de tabiat sesleri, İstanbul’da uğultu… İkisi de insana yaratıcılık açısından katkı sağlıyor. Bozcaada Caz Festivali için adaya geldiğimizde nelerle uyanıp, ne ilhamlar doğacak kim bilir… O güzel doğadan ve adanın seslerinden alacağımız enerjiyle çıkacağız sahneye.

Cazı “yaşanmış deneyimlerin hikâyesi” ve “hikâye anlatma sanatı” olarak tanımlıyorsunuz. Kariyeriniz 1990’ların başından bugüne, Türkiye’nin çok katmanlı ve çalkantılı bir dönemine tanıklık etti. Enstrümantal müzik yapıyor olmanıza rağmen, albümleriniz ve besteleriniz (“Requiem for Soma” gibi), bu 30 yıllık toplumsal belleğin anlarını, duygusal kırılmalarını veya sessiz tanıklıklarını kendi müzikal dilinizle ortaya koyuyor. Peki bunu başarmak kolay mı? Sözsüz bir müzik, bir ülkenin ruh halini nasıl arşivleyebilir?
Caz müziği uzun yaşanmışlıkların hikâyesidir. Sahnede anlatılan bir sessiz film, pandomim gibidir. Müziklerin bir hikâyesi ve de bir gizli kahramanı vardır. Yani yazılmış olan tüm standartların ve benim yazdığım ve başka müzisyenlerin yazdığı parçaların hiçbiri, öylesine oturup da beste yapılsın diye yazılmamıştır. Bir şeyin sizi tetiklemesi lazımdır. Şöyle bir şey: Ben enstrümantal müzik çalıyorum ve vokal yok benim parçalarımda. Ben parçalarımı, parmağımdan çıkan melodiler parçanın gidişatına göre tenor saksafon, trompet, kontrbas ile birleşerek oluşturuyor.
Ben yaptığım, çaldığım parçaların plaklardan sonra konserlerimde hikâyelerini anlattığımda, insanlar bu melodilerle birlikte o hikâyeleri birleştirip kendi hayal dünyalarına dönüyorlar. Ülke çok zor zamanlardan geçiyor. Sırf otuz senedir değil; Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğundan beri her 15–20 senede bir sıkıntılı süreçlerden geçiyor. Biz de elimizden geldiğince hissettiğimiz konularda notalarla bu hislerimizi, duyularımızı anlatabiliyoruz. Anlayan da anlayacak.
Akbank Sanat’ın blog sitesinde Leyla Aksu’ya verdiğiniz röportajda Türkiye’de geleneksel ve akustik caz yapan müzisyen sayısının 20-30 kişiyi geçmediğini söylüyorsunuz. Dijitalleşmenin ve popüler kültürün baskın olduğu, kültürel tektipçiliğin etkili olduğu bu çağda; sizin akustik sese, analog kayda ve cazın köklerine olan bu sarsılmaz bağlılığınız, sadece bir müzikal tercih mi, yoksa aynı zamanda bir kültürel duruş, bir tür “zanaatı savunma” eylemi mi? Bu ısrar, hız ve tüketim çağında neyi korumayı amaçlıyor?
Söylemiştim tabii röportajda. 20-30’u geçmiyor diye, şimdi herhalde 50 tane caz müzisyeni vardır. Şimdi, ben akustik müzik eğitimi aldığım için konservatuvarda, akustik müziği severek bu işe başladım. Ve de kimseye de bir şey ispat etmek ve popüler müziğin peşinden koşmak gibi bir derdim yoktu. Ben ağaç seslerini seviyorum; işte piyano, kontrbasta buldum. Keman, diyorlar, büyük orkestralarda… İnsan sesi, saksafon, trombon, trompet… Ve hikâyelerimi bu enstrümantal müzikle ve akustik müzikle anlatmaya çalışıyorum.

Bozcaada Caz Festivali bu yıl 5-6-7 Eylül’de Ayazma Manastırı’nda, Habbele Beach’te, Salhane Sahnesi’nde gerçekleşecek.
Dijital zaten, bilgisayarla birlikte hiçbir zaman müzik yapmadım. Ve müziklerimi bestelerken de benim şöyle bir özelliğim var: Daha eski dönemlerden biri olarak kurşun kalem, silgi, kalemtıraşım var. Bunlarla hissettiğim şeyleri yazıyorum. Parça bitince, Engin Recepoğulları’na yolluyorum. Sibelius diye bir program var. Orada notaya çeviriyor. Benim hiç öyle taraklarda bezim yok, anlamıyorum program falan. Engin yazıp print ediyor, notaları önümüzde görebiliyoruz. Ne mi amaçlıyorum? Ben inandığım müziği çalarım. İstemediğim bir müziği bana hiçbir şey karşılığında çaldıramazsınız. Ben akustik müzik sevdalısıyım. Kendi bestelerimle de dünyaya bir renk vermeye çalışıyorum. Ülkede de bunu inançla, benim gibi yapan — söylediğim gibi — 40-50 tane müzisyen var, toplasanız. Popüler bir akım peşinde değiliz. Ne hissediyorsam, onu yazıyorum. Ne hissediyorsam, onu çalıyorum. Hiçbir madde karşılığında istemediğim bir sahne de almadım. İstemediğim bir müzisyenle de sahneyi paylaşmadım. En önemlisi, istemediğim bir müziği bana kimse çaldıramadı. Onun için benim duruşum böyle, hayatımda da çok mutluyum.
Bu yıl sizin de sahne alacağınız Bozcaada Caz Festivali’nin teması “Bedenlenme / Embodiment”. Festival bu temayı, “Düşündüğümüz gibi hareket etmek, inandığımız gibi üretmek; niyetten eyleme geçmek” olarak açıklıyor. Sizin için bir fikrin, bir duygunun veya bir hikâyenin piyanoda “bedenlenmesi” süreci nasıl işliyor?
Biraz önce de söylemiştim. Caz müziği uzun yaşanmışlıkların hikâyesidir. Birinden etkilenirsiniz, bir hikâyeden etkilenirsiniz, o hikâyenin de bir kahramanı vardır. Tetikler sizi, oturur müzik yazarsınız, o müzik bir anda çıkar. Bu kadın-erkek ilişkileri olur, aileniz ile olan ilişkiler olur, tabiat ilişkileri olur, hayvanlarla olan ilişkiler olur. Bu yani çok masumane bir şeydir. Ne hissediyorsanız, onu notaya alacaksınız. Ve de çekinmeden, korkmadan paylaşacaksınız toplumda. Nota yazıldıktan sonra üzerinde fazla oynanacak bir şey değildir. Hayat felsefem de böyledir. Bir şey söyleyeceğiniz zaman çatır çatır söyleyeceksiniz, korkmayacaksınız, söylediğiniz şeyin arkasında duracaksınız. Onu kabul edip söyledikten sonra, birincil söyleyeceğinizin manası kalmıyor. Değişik yerlere gidiyor. Kaldı ki, biraz müziklerde patavatsız olmak iyidir.
Yine Akbank Caz Festivali için Leyla Aksu’nun röportajında verdiğiniz bir yanıtta piyanoyu “ehlileştirilmesi gereken vahşi bir at” olarak tanımlamıştınız; “Eğer acemi olduğunuzu hissederse size boyun eğmez” diyorsunuz. Bu, enstrümanla sadece teknik değil, neredeyse fiziksel ve sezgisel bir ilişki kurduğunuzu gösteriyor. Yıllar içinde bu “vahşi at” ile aranızdaki diyalog nasıl evrildi ve bu fiziksel mücadele ve uyum süreci, bestelerinizin karakterini nasıl şekillendirdi?
İlk piyano tanışmam 1967 yılında olmuştur. Rahmetli babam, Üsküdar’da bir Ermeni ailenin köşkünde bulmuş. 1867 model, böyle şamdanları falan olan… Şimdi tabii piyasada öyle piyano yok. Bir duvar piyanosu almıştı. O sene de konservatuvara girmiştim. Piyano ile aşkımız öyle başlamıştı. Yani 50-60 sene olmuş. Ve ben hâlâ o piyano ile olan ilişkimi, flörtümü, ilk günkü gibi heyecanla ve sevgiyle devam ettiriyorum. Fakat ilk günlerdeki o ürkekliğim artık yok. Çünkü söylediğim gibi piyano bir at gibidir, vahşi at gibidir.Sizinle oynar. Nasıl vahşi atın üstüne bir acemi binici bindiği zaman onu üstünden atarsa ve onun acemi olduğunu verdiği direktiflerden anlarsa, piyano da öyledir. Sizin ona dokunuşunuzdan anlar. Çünkü nedir bu biliyor musunuz? Piyano da bir canlıdır.
“Piyano çalışırken geceleri, besteler daha çok bana ilham veriyor. En önemlisi, piyano çalışırken ve beste yaparken yanımda hiçbir varlığın olmamasına dikkat ediyorum. Çünkü dikkatim dağılıyor.”

Yıllar içinde büyümüş bir ağacın kesilip yapılmasından sonra teller takılır. Ama bir ağaçtır, bir canlıdır. Hava soğuk olduğunda keyfi kaçar, hava rutubetli olunca deli gibi olur, çok sıcak havalarda kendini bırakır. Yani piyanonun da bir ruhu var, canlı bir şey çalıyorsunuz. Ve o, sizin ne çalmak istediğinizi ve nasıl bir piyanist olduğunuzu, enerjinizi gayet iyi anlıyor. Belki bu komik gelebilir ama bu gerçek bir şeydir. Piyanoya hâkim olduğunuz zaman piyano size itaat eder. Piyano sizin istediğiniz her şeyi yapar. Yapar derken, piyano çalarken size cevap verir, tuşlardan performansınıza yardım eder.
Albüme adını veren “Clear Horizon” (Açık Ufuk) kavramının ilhamı, Alfred Hitchcock’un mutluluk tanımından geliyor: “Dikkat dağıtıcı unsurlardan arınmış, sadece yaratıcılığın var olduğu bir açık ufuk”. Günümüzün sürekli dikkat dağıtan, gürültülü ve karmaşık dünyasında, bir sanatçı için bu “açık ufka” ulaşmak ne anlama geliyor? “Clear Horizon” albümü, bu idealize edilmiş sükûnet anını yakalama çabası mı, yoksa o sükûnetin içinde keşfedilenlerin bir günlüğü mü?
Ben son senelerde biraz daha dingin olmaya başladım. İşte, yaşım da artık gençlikten çıktı, olgunlaşmaya başladım. Sükûneti seviyorum, sessizliği seviyorum. Beni aşağı çeken insanlarla birlikte olmayı sevmiyorum. İstemediğim yerlerde durmak istemiyorum. Gürültüden, patırtıdan kaçmak istiyorum. Kadın-erkek ilişkilerinde dengesizliklerden ilk ben kaçarım. Rahat etmek istiyorum artık. Rahat etmek için de dingin yaşamak lazım. Sakinlik güzel bir şey. Loş ortamları seviyorum.
Piyano çalışırken geceleri, besteler daha çok bana ilham veriyor. En önemlisi, piyano çalışırken ve beste yaparken yanımda hiçbir varlığın olmamasına dikkat ediyorum. Çünkü dikkatim dağılıyor. Bir kedinin evin içinde olması bile, bir köpeğin evin içinde olması bile beni yoruyor. Tam konsantre olduğum zaman üretimimin arttığını hissediyorum. Hiçbir zaman sükûneti yakalamak çabasında olmadım. Yani sükûnet zaten kendiliğinden gelir. Bu albümde de öyle oldu. Kendi içsel şeylerim… Mesela o gün Como Bölgesi’ndeki gölün dalgalarının oluşturduğu yansımalar ve gölün çarşaf gibi olması… Bir de Alfred Hitchcock’a “Sizin mutluluk tanımınız nedir?” diye sorduklarında, “Clear Horizon” demiş. Demek ki o da bundan çok etkilenmiş. Ben de oradan biraz kopya çektim, işin aslı bu.
“Clear Horizon”da size uzun yıllardır müzikal yoldaşlık eden Volkan Hürsever, Ferit Odman, Barış Doğukan Yazıcı ve Engin Recepoğulları eşlik ediyor. Canlı performanslarınız bir “sohbet” ve “akıcı bir etkileşim” olarak tanımlanıyor. Bu kadar uzun süredir birlikte çalmanın getirdiği kolektif hafıza ve pratik, sahnede beş farklı müzisyeni nasıl tek yekvücut hareket ettiriyor?
Şimdi Volkan ile ilk albümüm Hands and Lips’te çalmıştık, demek ki 31 sene oluyor. Engin’le 2008’den itibaren çalıyoruz. Ferit’i de 2000’de, 13 yaşından beri tanıyorum ama 2006’da ilk kez çalışmaya başladık. Barış Doğukan Yazıcı evime ilk geldiğinde 17 yaşındaydı. Onunla da son dönemlerde beraber çalıyoruz. Şöyle bir şey var: İnsanların bakışarak anlaşması, hissetmesi… Şimdi bu nefesliler — yani Barış Doğukan ve Engin — sağlam bir trionun üstünde rahat rahat at koşturuyorlar. Zaten her şey yazılı çizili, besteler hazır. Tabii çala çala, biz alt yapı triosu — Ferit, ben, Volkan — iyice oturduk.
Volkan 1994’ten 2006’ya kadar çaldı, sonra 2006’da Kaan Yıldız girdi. Covid’e kadar on dört, on beş sene çaldık. Sonra Volkan ile tekrar beraber çalmaya başladık. Artık sahnede birbirimize baktığımızda parçanın nerelere gideceğini, nereye götürmek istediğimizi anlıyoruz. Hiçbir zaman sıralama yapmaya gerek kalmıyor; kimin canı solo çalmak isterse çalıyor. Biraz bütünleşmeyle ilgili; tek yürek oluyorsun, çıkıyorsun, sahnede çalıyorsun. Ve bunun için bir çaba göstermiyoruz, o zaten kendi kendine oluşuyor artık.
Saatolog’da, meslek büyüğüm Murat Beşer’e verdiğiniz bir söyleşinizde “ülkenin sosyo-ekonomik sıkıntıları beni yaralıyor” demiştiniz. Müziğiniz doğrudan politik sloganlar içermese de, bir sanatçı olarak içinde yaşadığınız toplumun gerilimlerini, kaygılarını ve umutlarını nasıl bir süzgeçten geçirdiğinize şahidiz. “Clear Horizon” gibi sükûnet arayan bir albüm, belki de en çok gürültünün ve karmaşanın ortasında bir ihtiyaç olarak mı doğuyor? Sanat, bazen topluma ayna tutarak, bazen de ondan bir kaçış sunarak mı en iyi hizmeti verir?
Yani çok zor bir soru bu. Bunun karşılığını vermem de benim için çok zor. Tabii ülkenin sosyal ekranı, üzüntüsü hepimizi etkiliyor. Bugün televizyonu açıyorsun, haberlerde car car car car… İnsanların ekmek alamayacak kadar fakir bir duruma düştüklerini görüyorsun. Üzülüyorsun. Fakat o zaman en zenginlere bakıyorsun, onun bir alt tabakasına bakıyorsun, onun alt tabakasına bakıyorsun, bakıyorsun, sen de o zaman zor bir durumdasın. Onun için kendi yaşadığımız olaylar, kendi yaşadığımız standartlarımız hayatımızı idame ettiriyor. Ama bizden daha alt tabakadaki insanlara baktığımızda çok üzülüyoruz ve elimizden bir şey de gelmiyor. Yine de herkes elinden geldiği kadar fakir fukarayı desteklemeye çalışıyor. Bu benim işime nasıl yansır, bilmiyorum.

Yani ben karamsar değilim, karamsar bir insan değilim. Her zaman pozitif yaşayan, pozitif enerjisi olan biriyim. Benim müziğime bu karamsarlığın yansıdığını pek zannetmiyorum. Ama mesela üzüldüğüm zaman “Requiem for Soma”yı yazmıştım. Ölen bir kedime yazdığım bir parça olmuştu. Zehirlenen bir köpeğime yazdığım bir parça olmuştu. Ne bileyim, kız arkadaşlarıma yazdığım parçalar oldu. Hüzünlendiğimde yazdığım oldu, neşelendiğimde yazdığım oldu. Bilemiyorum, onu artık müziği dinleyen insanlar karar verecekler.
Bill Evans’tan, Oscar Peterson’dan aldığınız ilhamla kendi özgün müziğinizi yarattınız. Bugün siz, Türkiye’de caz denince akla gelen usta isimlerden birisiniz. Geriye dönüp 30 yıla baktığınızda ve ileriye baktığınızda, Türkiye’de cazın zengin, akustik ve doğaçlamacı geleneğinin gelecekte de var olması için nelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorsunuz? Sizden sonraki nesillere nasıl bir miras bırakmayı umuyorsunuz?
Tabii ben Bill Evans dinleyerek hayal kurmaya başladım, o hayalim hâlâ devam ediyor. Ama hiçbir zaman — beni herkes bilir tanır — ne bir Bill Evans parçasını bir plakta çaldım, ne de bir konserde çaldım. Tabii Bill Evans’dan sonra beni etkileyen onlarca piyanist var: Oscar Peterson var, Mulgrew Miller var, Kenny Barron var, Hank Jones var… Var, var, var, bu sıra bitmez. Hepsinden etkileniyor insan ister istemez. Ama tabii Türkiye’de cazla ilgili eğitim kurumu yok. Öyle “adam gibi” eğitim veren, programı belli olan birkaç şey var. İşte Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir caz sertifikası programı var. İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda da bir caz programı açıldı. Fakat bunların yeterli olduğunu zannetmiyorum.
Buradan çıkan müzisyenlerin hepsinin bol bol jam session’lara katılması lazım. Radyolarda, televizyonlarda caz programları olması lazım; insanların bol bol dinlemesi lazım. Şimdi caz eğitimine gelince, bu iş usta-çırak işidir. Kimi insan çok eğitimlidir, ders verir ama performans yapmaz. Kimi performans yapar ama ders vermez, ders verme yeteneği yoktur. Bu iş böyle. Ama Türkiye’de baktığınız zaman genç jenerasyondan, mesela bir isim vereyim: Hakan Başar. Çocuk 20 yaşına geldi, vallahi çalıyor, cayır cayır çalıyor.
Genç piyanistler var, genç kontrbasçılar var, genç trompetçiler var, genç davulcular var. Bir şeyler olacak ama biz kaplumbağa hızıyla ilerliyoruz. Amerika’da caz sürat arabasıyla, sürat teknesi gibi gidiyor. Biz gerilemiyoruz, ilerliyoruz ama daha çok nasıl ilerleyebiliriz, işte mesele bu. Bizden sonraki gelecek genç kuşak çok daha iyi olacak, buna inanıyorum. Çünkü bizden birkaç önceki kuşağı da dinliyorum bazen; dinlediklerim beni doyurmuyor. Soundlar biraz farklı geliyor. Ama genç müzisyenlerde, standartlarda daha renkli çalanları görüyorum, bu çok hoşuma gidiyor. On yaşında bir çocuğu bile dinleyeceksiniz; onun derdi nedir, çalarken “bir şey öğrenebilir miyim” diye bakacaksınız. Hiç kimseyi küçümsemeden, herkese kucak açmak, herkesle paylaşmak lazım. Ben ilk genç olduğum zamanlarda, işte bu işe başladığımız zamanlarda, yahu, nota vermiyordu bizim büyüklerimiz bize, nota bulamıyorduk.
