Share This Article
7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu kitabıyla tanıdığımız Jonathan Crary’nin “şeyleşme ve şeyleştirme eylemi” dediği kapitalizm, Peter Fleming’e göre “kaynakları âdil biçimde dağıtmayan araçsal bir tiranlık.” Aynı zamanda iktisadi çılgınlık dönemlerine gebe ve çöküşler yaratan; kuralsızlığı “kural”, tüketimi ve borçlandırmayı şiar hâline getiren bir sistem.
Kapitalizmi “para kavgasının politikası” diye niteleyen Wolfgang Streeck’e göre bu sistem, günlük yaşamdan demokrasiyi çıkarıp hayatı krizlerle şekillendiriyor. Açtığı gedikleri kapatmak için üretim ve tüketimi toplumsallaştırarak kişileri borçlandırıyor, borçları vadelere bölüyor ve bunları ödemesi için bireyi başını kaldırmaksızın çalışmaya yönlendiriyor.
Streeck’e göre postdemokrasiyi doğuran süreç bu şekilde işliyor: Demokrasi, ekonomik büyüme açısından işlevselliğini yitirip yeni büyüme modelinin performansına karşı bir tehdit hâline gelince siyasal ekonomiden dekuplajı zorunlu oldu. İşte bu süreçte “postdemokrasi” doğdu.
Streeck, postdemokrasinin ekonomik, hukuki, kültürel ve siyasi yozlaşmayı hızlandırdığını; çabuk zenginleşme uğruna yasaların etrafından dolanmayı, borçlandırmayı ve ahlaki beklentilere ihaneti “kural” hâline getirdiğini, bunların da neoliberal kapitalist sistemin yarattığı kronik krizin bir parçası olduğunu söylüyor.
Yakın tarihli birkaç kapitalizm tanımının ve bu sistemin demokrasiyle ilişkisinin yer aldığı yukarıdaki satırlar hepimize bir gerçeği gösteriyor: Doğası gereği, nitelikten çok niceliği öne çıkararak evrenselliği öteleyip belli yerellikleri küreselleştiren kapitalizm, hâkim bir ideoloji hâline geliyor ve demokrasiyi olabildiğince geri plana itiyor.
Daha doğrusu, gücünü pekiştirmek için demokrasiden faydalanıyor. Can Cemgil ve Ömer Turan’ın yayına hazırladığı Kapitalizm ve Demokrasi’de makaleleriyle yer alan yazarlar, demokrasi ve kapitalizm arasındaki uyuşmazlık üzerine kalem oynatan düşünürlerin fikirlerini incelerken var olan küresel ekonomik durumla ilgili çözümlemeler yapıyor.
Liberal demokrasi, demokrasinin tek biçimi mi?
Cemgil ve Turan’ın yayına hazırladığı çalışma, demokrasiyi ve kapitalizmi birbirine yakın, hatta aynı kökten çıkma gibi gösterenlerin tezlerini çürütecek nitelikte belirlemeler içeriyor. Başka bir deyişle kapitalizmin demokrasiyi nasıl aşındırdığını ortaya koyan düşünürlerin fikirlerini hatırlatıyor yazarlar.
Demokrasiyi popülizmle eşleştirmeye uğraşırken küresel bir kriz yaratan kapitalizm, aynı zamanda ortaya çıkardığı finansal oligarşiyle hem özgürlüklerin altını oyuyor hem de servetin daha az kişi tarafından paylaşılmasına neden oluyor. Bu yüzden Cemgil ve Turan’ın da belirttiği gibi “demokrasi fikrini kapitalist çerçeveden kurtarma yollarının” tartışılması gerekiyor. Streeck’in “demokrasiyi geri getirmek için kapitalizmi gömmek gerekiyor” cümlesindekine benzer bir istek bu.
Liberal demokrasi, demokrasinin tek biçimi midir? Marx’tan bu yana yanıtı aranan soruyu merkeze alan M. Nuri Durmaz, “gerçek demokrasi”nin ne ve nasıl olduğunu tartışmaya açıyor. Ekonomiyi de içine alan demokrasi fikri, Durmaz’a göre toplumsallaştırma temeli üzerinde yükseliyor:
Gerçek demokrasinin kapsama alanının toplumsal gerçekliğin tüm alanlarıyla örtüşmesi Marx için politikanın özgürleştirici potansiyeliyle ilgili. Marx, politikanın özgürleştirici potansiyelini düşünerek politikanın toplumsallaşmasını savunur. Politikanın toplumsallaşmasının yolu olarak da gerçek demokrasiyi işaret eder. Marx’ta politika çağrısı ve politikanın toplumsallaşması olarak gerçek demokrasi özgürlüğün nabzıdır.
Demokrasi ve kapitalizm zıtlığı, yalnızca ekonomiyle açıklanmaz elbette. Gramsci’nin hegemonya krizi dediği şey de bu çelişkiye dâhil. Kapitalizmin hüküm sürdüğü ve güçlendiği bir coğrafyada, devletin demokratik karakterinin enikonu aşınması kaçınılmaz. Günümüzde örneklerine rastladığımız bu durum, seneler evvel Gramsci’nin de dikkatini çekmişti. Bu bağlamda Ahmet Bekmen’in notu önemli:
Kapitalizmin küresel krizine bağlı olarak ortaya çıkan hegemonya krizi farklı ülkelerde, Gramsci’nin (…) sözlerinde belirttiği gibi siyasal alanı, ‘şiddete dayalı çözümlere ve karizmatik kader adamının temsil ettiği bilinmeyen güçlerinin eylemlerine’ yeniden açık hâle getiriyor. Günümüz siyasi analizlerinde çoğunlukla popülizm olarak nitelendirilen siyasal hattın, bazı ülkelerde faşizm tartışmalarını yeniden alevlendirerek ön plana çıkması Gramsci’nin kapitalizm ve liberal demokrasi arasında kurduğu ‘şartlı ilişkiye’ işaret ediyor. (…) ‘Yönetilemezlik’, ibrenin otorite ilişkilerinin yeniden tesisiyle aşılmaya çalışılır. Durum, tarihsel İtalya örneğinde gördüğümüz gibi bazen faşizm üzerinden aşılır, bazı durumlarda da örneklerine bugün sıkça rastladığımız, otoriter ‘başkancı siyasal sistemler’ devreye girer.
Gerileyen sosyal devlet anlayışı
Kapitalizmin özünü oluşturduğu söylenen fakat kısa sürede bir makyaj olduğu anlaşılan rekabetçiliğin ortadan kalkmasıyla beliren finansal rantçılığa uygun şekilde politika üretilmesi, Bob Jessup’a göre zenginlik ve borç dengesizliği yaratarak otoriterliği yükselten krizleri tetikliyor. Böylece bir tarafta kemer sıkmaya zorlanan kitle, öbür tarafta yağmacı finans burjuvazisi konumlanıyor.
Evren Hoşgör, Jessup’un görüşlerinden hareketle bu ikiliği yöneten sermayenin “postdemokratik ve posthegemonik karakterde, saldırgan ve ‘disipline edici’ bir neoliberal idare biçimi benimseyerek” sosyal devlet anlayışını gerilettiğini, emek piyasasını yeniden yapılandırdıktan sonra sendikaların pazarlık gücünü zayıflattığını hatırlatıyor.
Bireyin ve özerkliğin tasfiyesi bağlamında demokrasi-kapitalizm zıtlığına dair fikirler üreten Adorno’nun eleştirel bakış açısına göre demokrasi, insanların kendisine dayatılan koşullara karşı düşünme ve hissetme isteği ve yeteneğiyle ilgili bir şey. Dolayısıyla “ilerleme ya da özgürlük aldatmacalarını yok ederek toplumun özgürleşmesine katkıda bulunmasını sağlayacak bir eylem.” Bu pencereden baktığımızda Habermas, demokrasi ve kapitalizm arasında ortadan kaldırılamaz bir gerilim bulunduğunu vurguluyor.
Bahsi geçen gerilimin yok edilmesi için konuya Marksist devlet kuramına göre yaklaşan Simon Clarke’ın iki çözüm önerisini anımsatıyor Pınar Bedirhanoğlu:
Sermayenin emek üzerindeki tahakkümüne dayanan bir toplumsal üretim ilişkisi olarak kapitalizmin yeniden üretimi, emeğin siyasete katılımının önünün açılmasına değil, tam tersine sınırlanmasına bağlı. (…) Kapitalizmin sosyalist bir projeyle yıkılması için toplumsal üretimin bilinçli olarak insan ihtiyacına uygun şekilde yeniden kurgulanması gerekir ki bunun yolu, üreticilerin demokratik öz örgütlenmesinden geçer. Bu nedenle sosyalizm için verilecek kapitalizm karşıtı mücadele, demokrasinin tam olarak gelişmesi için verilecek toplumsal mücadelelerden ayrı düşünülemez.
Can Cemgil, demokrasi-kapitalizm gerilimiyle ilgili olarak Ellen Meiksins Wood’un görüşlerini çözümlerken kapitalist diktatörlük ve proletarya diktatörlüğü ayrımına getirerek bir yorumla çıkıyor karşımıza:
Wood’un gösterdiği şekilde demokrasi mutlaka başka bir kavramla eşanlamlı kullanılacaksa o kavram, kapitalizm veya liberalizm değil sosyalizmdir. Kapitalizmse oligarşik iktidarın bir tezahürüdür.
Wood’a (en azından demokrasi kavrayışı babında) benzer bir bakışa konuyu felsefi ve tarihsel açıdan değerlendiren Jacques Ranciére, demokrasinin “oligarşik iktidarın elinden kamusal yaşam üzerindeki tekeli, zenginliğin iktidarının elinden yaşamlar üzerindeki mutlak gücü geri alma eylemi olduğunu” söylemişti.
Duygu Türk, daha evvelki demokrasi tanımını genişlettiği görüşlerini incelerken Ranciére’in adı kapitalizm veya başka bir şey olan tahakküm düzenine karşı çıkışını hatırlatıp depolitizasyon girişimine dikkat çekiyor. Türk, Ranciére’in postdemorkasi söylemine atıfla kapitalizmin oligarşik tahakküm, savaş, ırkçılık, güruhlaşma yarattığını belirtip düşünürün bireyleri politik olanın dışına iten “sözde radikalliğe” karşı uyarısını anımsatıyor.
Keyfileşen şiddet ve tahakküm aracına dönüşen borçlandırma
Demokrasiyi katılım ve müzakere olarak gören David Graeber, sorun çözme ve fikir geliştirme pratiğinin bu iki eylemle hayat bulacağını düşünen bir sosyal antropologdu. Zenginleşen bir azınlığın, hayatta kalmaya çalışan çoğunluğa hükmettiği vahşi kapitalist toplumlarda ise ne müzakere ne de katılım mümkün olmadığından demokrasiden söz etmenin imkânsızlaştığını, toplumsal eşitsizliklerin derinleştiğini, devletin şiddet yoluyla ve bürokrasi eliyle sistemi koruyup kollayan bir nefer hâline geldiğini söylemişti.
Elif S. Uyar’ın da hatırlattığı gibi Graeber, kapitalizmin şiddeti keyfileştirdiğini ve kişileri borçlandırarak bu şiddetin dozunu artırdığını belirtiyor; insan ilişkilerini zedeleyen borç, “bir tahakküm aracına dönüşerek” sistemin bekasında hayatî bir role bürünüyor. Bu da insanların özgürlüğünü kısıtlayan, hatta hayal gücünü sekteye uğratan bir yapıyı sürdürülebilir kılıyor.
On bir düşünürün demokrasi ve kapitalizm gerilimine dair fikirlerinin incelendiği, “Bir Zıtlığın Anatomisi” alt başlığıyla yayımlanan çalışmada yazarlar, uzak ve yakın geçmişte konuya ilişkin tartışmalardan hareketle hem dünkü hem de güncel sorunları ortaya koyup nereden nereye geldiğimizi gösteriyor. Var olan düzeni sürdürmek isteyenler ve sisteme itiraz edenler arasındaki çatışmaya dikkat çeken düşünürler, yakın ve uzak gelecekte neler olabileceğine dair öngörülerde bulunuyor. Kapitalizm ve Demokrasi için kaleme aldığı sonsözde Ümit Akçay’ın bu minvalde bir notu var:
Önümüzdeki manzara, kapitalizmin aşılacağı bir demokratik topluma hâlen uzak olduğumuzu gösteriyor, ‘demokratik kapitalizme’ dönüş imkânlarının hayli sınırlandığı ve demokratik olmayan kapitalizm seçeneklerinin giderek güç kazandığı bir konjonktüre işaret ediyor.
Kapitalizm ve Demokrasi, Yayına Hazırlayan: Can Cemgil ve Ömer Turan, Metis Yayınları, 312 s.