Share This Article
Gerek yazdıklarıyla ve kafa yorduğu konularla gerek bunalımı ve dünyadan ayrılış biçimiyle edebiyat âleminin Kurt Cobain’iydi David Foster Wallace.
Kırk altı yıllık ömrünün neredeyse tamamını melankoliyle ve depresyonla geçiren, hiperaktivite atakları sırasında ise durmaksızın yazan Wallace, başlangıçta hayli karmaşıklaştırdığı, ardından aniden yalın hâle getirerek ironik ve mizahi yollara saptığı bir anlatım tarzıyla dikkat çekmişti. Romanlarında, deneme ve hikâyelerinde âdeta bir mühendis gibi inşa ettiği anlatı piramidiyle esas derdinin insanı kavramak ve yaşamı anlamlandırmak olduğunu söylemişti.
Odaklanabildiği anlarda, etrafında olup bitenleri derinlemesine düşünen Wallace, hemen her gün insanlara kurulan tuzakları, algı kalıplarını, kişinin girdiği çıkmaz sokakları ve gözümüzün önünde gizlenen fakat görmekten kaçındığımız gerçekleri anlatmıştı.
“Neye inanacağınızı siz seçersiniz,” diyen Wallace’ın ilgi alanları hayli genişti: Politika, pornografi endüstrisi, ıstakoz festivalleri, ABD başkanlık seçimlerinin karanlık ve komik tarafları ile tenis.
Wallace’ın tenis tutkusuna ve onunla yaşam arasında kurduğu bağlantıya bir parantez açmak lazım: İlkgençlik yıllarından itibaren tenise gönül veren yazar, aynı zamanda oyuna dair düşünmeye başlıyor. Yalnızca bir spor dalı olarak algılamadan, hem yaratıcılığın hem de hayatın merkezine koyduğu tenisi, bakma-görme-anlama silsilesinin parçası hâline getiriyor.
Sicim Teorisi’ndeki yazılarıyla Wallace, yaşam-tenis ilintisi kurup “insanın var oluşuna ve kaderine uygun bir metafor” nitelemesinin izinden giderek bu spor dalının efsane isimlerini, alışılagelmiş kullanımları ve farklı yaklaşımları kendi tutkusuyla birleştiriyor.
Oyunun matematiği
John Jeremiah Sullivan, Sicim Teorisi için kaleme aldığı önsözde, Wallace’ın kitaplarında tenise neden ve nasıl sık sık yer verdiğini açıklıyor:
David Foster Wallace, tenis hakkında yazdı çünkü hayat ona tenisi sundu. Wallace, gençler klasmanında iyi bir oyuncuydu. O da kendi haylazlık günlerini yaşadı ve eserlerinde bu deneyimlerinden sonuna kadar yararlanmaktan asla vazgeçmedi. Bununla birlikte Wallace’ın yaşamına ilk önce tenis girmişti, onu edebî bir malzeme olarak kullanmayı aklına bile getiremeyeceği kadar erken bir dönemde hem de… (…) Wallace’ın tenisi edebiyata ve edebiyatla ilgilenen tiplere uygun bir spor olduğunu erkenden keşfettiği gayet muhtemel. (…) Tenis yalnızca yazarlara değil, filozoflara da yaraşır. Wallace için biçilmiş kaftandır.
Kurmaca metinlerinde, denemelerinde, eleştiri ve makalelerinde hep bir şekilde rastladığımız tenis, Wallace için hem matematiksel hem de varoluşsal bir eylem, bir spor. Dahası, yazarın zihnini ve duygu dünyasını okura açtığı bir oyun. Sullivan’ın deyişiyle Wallace, “bir yandan oyunun kuralları ve insafsızlıklarına bayılıyormuş gibi görünürken bir yandan da onlar tarafından kapana kıstırılmış gibidir.” Bu tutku ve kıstırılmışlık, onu dil-oyun birlikteliğiyle kurduğu bir anlatıma götürüyor ve Sicim Teorisi de bu sayede doğuyor. Yazar için tenis kortu, top, raketler, oyuncular ve seyirciler bir dünya, orada olup bitenler ise yaşam diye nitelenebilir kolaylıkla.
Wallace’ın kurmaca ve kurmacadışı metinlerinde bunların tamamı var. Mükemmellikler, vasatlıklar, beklenmedik yenilgiler, galibiyetler, oyuncuların maç sırasındaki dönüşümleri ve oyun bittiğinde başka biri hâline gelişi de isimsiz veya “hiç kimse” olan tenisçilerin kortları şenlendirip seyircileri şaşırtması da…
Wallace, Pomona Üniversitesi’de yenilikçi yazım ve İngilizce dersleri verdi. Infinite Jest (Sonsuz Jest) adlı romanı için Time dergisi 1923’den beri yayımlanmış en iyi 100 İngilizce yazılmış roman arasında olduğunu yazdı. Parlak bir kalem olan Wallace, 2008 yılında intihar ederek yaşamına son verdi.
Tenis aşkını matematik sevgisiyle ve yaşamla bir araya getiren Wallace, “tüm sahayı oynamak” şiarıyla veya klişesiyle hem teknik hem de hayatî bir mesele hâline getiriyor bu spor dalını. Saha ve hava koşullarının tenis oynamaya uygun olması da hayli önemli. Yetiştiği Illinois, bunun için pek elverişli değilse de elinden gelenin en iyisini yapan Wallace, içinde kendini rahat hissettiği sahayı “geometrik klostrofobi” yaratan bir alan olarak da görmüyor. Tenis, tıpkı bilardo gibi geometrik düşünme becerisi gerektirdiğinden matematik delisi yazarı heyecanlandırıyor. Tabii bir de çevre konusu var:
Benim Ortabatım’da halkın ruhsal enerjisinin çok büyük bir bölümü büyüme ve verimlilik mefhumlarının güdümündeydi. Bütün kasabanın vergi matrahı tohum, yayılım, uzama ve hasat gibi unsurlara bel bağladığından, işin tarımbilimle ilgili boyutu aşikâr. Yetişkinlerin bu saplantılı tartıp biçme ve planlama merakı, büyümenin ve atılımın bu tuhaf matematiği, biz çocukların özel ilgi alanı olan tenis, futbol ve beyzbol sahalarına, şapkalı ve bandanalı minik kafalarına da sızıyordu. 1977’ye gelindiğinde spor tutkunu arkadaş grubumda bekâreti bozulmamış tek kişi bendim.
Tarihî maçlar ve efsaneler
Tenis, Wallace için şahsi bir mesele olduğu kadar, kendisinin yücelttiği isimlerle ve meraklılarının gözündeki kahramanlarla bugünlere gelmiş, tarihi yazılmış bir spor dalı. Bu nedenle yazar, hem hayran olduğu sporcular hem de tenis efsaneleri için kalem oynatıyor.
1979 ABD Açık Finali’ni kazanan Tracy Austin’in adını anıp tenisin konsantrasyon gerektirdiğini anlatıyor. Bununla birlikte, Björn Borg, Pete Sampras, Roger Federer gibi tenisçilerin ve başarılı olmuş diğer sporcuların yaşam hikâyesini neden merak ettiğimizi de bu yoldan giderek açıklıyor yazar:
Büyük sporcular ilgi çekiyor çünkü biz Amerikalıların bayıldığı kıyasa dayalı başarı anlayışını (en hızlı, en güçlü) ete kemiğe büründürüyor, hem de hiçbir belirsizliğe mahal vermeyecek şekilde. En iyi tesisatçının ya da muhasebecinin kim olduğu sorusunu yanıtlamak neredeyse imkânsızken en iyi beyzbol atıcısı, serbest atışlarda en iyi basketbolcu ya da en iyi kadın tenisçi gibi unvanlar istatistiksel kayıtlarda mevcut, üstelik daima elimizin altında. Büyük sporcular, takıntılı olduğumuz iki alanın, yarış kazanma ve somut veri alanlarının ikisine birden hitap ederek büyütüyor bizi.
Hayran olduğu ve hayal kırıklığı yaratan tenisçilerle karşılaştıran Wallace, tanıdığı bazı isimlerin oyununu epey geliştirdiğini, kendisinin ise belli bir noktada takılıp kaldığını söylüyor. Kortta olup bitenleri gözlemlemeye ve bunlar hakkında yazmaya kendini verirken vuruşlardan, servislerden, oyuncuların tarzlarından, oyunun matematiğinin seyirciler ve tenisçiler tarafından algılanışından hareketle yaşam-tenis bağlantısına dair kalem oynatıyor.
Bahsi geçen hikâyelerin başrollerinde, dünyanın en önemli turnuvalarında boy göstermiş tenis efsaneleri ve onların çıktığı tarihî maçlar var: Andre Agassi, Goran Ivanisevic, Michael Stich, Marc Rosset, Yevgeni Kafelnikov, Michael Joyce…
Hikâyelerin özünü ise teknikler, taktikler ve tenisçilerin yaşam-oyun ilintisini nasıl kurduğu oluşturuyor. Elbette Wallace’ın onları nasıl görüp yorumladığı ve oyunu çim ve toprak kortta nasıl kurduklarına, vuruş şekillerine dair gözlem ve fikirleri de… Başka bir deyişle tenisçilerin bakma ve görme ilişkisini merkeze alarak oynama-yaşama tutarlılığını gerçekleştirip gerçekleştiremediğini inceleyen yazar, tenisi hem hayatında hem de dünyada nasıl konumlandırdığına dair bir not paylaşıyor:
Tenisin var olan en güzel spor olduğunu öne sürüyorum, aynı zamanda en talepkâr olanı. Tenis vücut kontrolü, el-göz koordinasyonu, atiklik, müthiş bir sürat, mukavemet ve dahası cesaret dediğimiz, ihtiyatlı davranma ile kendini koyuvermenin o tuhaf karışımını gerektiriyor. Kafa da gerektiriyor.
‘Sert oyna çünkü hayat kısa’
Sicim Teorisi’nin iki boyutu var: İlki, Wallace’ın izleyip etkilendiği ve hikâyesine meraklı olduğu tenisçiler, unutulmaz maçlar ve bunlara ilişkin anekdotlar. Diğeri ise tenisin, oyunun ve sahanın teknik yanı. Yazar, bu iki boyutu yaşam zeminine oturtuyor.
Bir seyircinin, 3 Eylül 1995’teki Pete Sampras-Mark Philippoussis maçı öncesi “sert oyna çünkü hayat kısa” sözünü hatırlatarak tenis-yaşam bağlantısını pekiştirirken ABD’de, spora ve hayata nasıl bakıldığını da özetliyor Wallace. Diğer bir ifadeyle hikâyeyi ve tekniği, hem sporcular ve seyirciler hem de oyun bağlamında yorumluyor. Ivanisevic’in, Graf’ın, Seles’in ve Vicario’nun maçları da bu yorumlara dâhil elbette.
Başka bir konu, neredeyse tüm dallarda karşımıza çıkan endüstrileşmenin, kortun içinde ve dışında tenise de hâkim olması. Oyuncuların sponsorluk anlaşmalarının yanı sıra saha dışında seyircilere pazarlanan ürünlerin varlığı, Wallace’a göre kapitalizmin oyundan evvel, girişimci ve hiçbir sınırı bulunmayan ticari ruhun gereği olan satışı ön plana koyması demek.
Wallace, hem bir seyirci ve oyuncu hem de yorumcu olarak pek çok kortta izlediği maçlara dair gözlemlerini yazarken birkaç saatlik heyecanın dışına taşıyor Sicim Teorisi’nde. Tenis özelinde sporcuların, güzelliği nasıl yansıttığına da yoğunlaşıyor:
Güzellik, rekabetçi sporların amacı değildir ama üst düzey sporlar, insan güzelliğinin yansıtılmasına imkân tanıyan temel alanlardandır. Güzellikle sporun ilişkisi kabaca cesaretle savaşın ilişkisine benzetilebilir. Burada söz ettiğimiz insan güzelliği, özel bir güzellik türüdür; onu kinetik güzellik olarak da adlandırabiliriz. Gücü ve çekiciliği evrenseldir. Cinsiyet ve kültürel normlarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Sayılar, backhand ve forehand’ler, ace’ler, teknolojinin son harikası raketler ve kortlar, her şey gibi tenisin de dibine kadar gömüldüğü neoliberal ekonomi, seyirciler, yıldızlar, parlayamamış oyuncular, geometri, matematik ve hangi yöne gidip hangi yönden geleceği pek kestirilemeyen top… Wallace’ın tenis ve yaşam hikâyelerinde bunların her biri bazen ön planda bazen de yan rollerde. Satır aralarında, futbol için söylenmiş o meşhur söze bir gönderme de var: Tenis, sadece tenis değildir.
Sicim Teorisi, David Foster Wallace, Çeviren: Cem Pekdoğru ve İnan Özdemir, Siren Yayınları,192 s.