Share This Article
Yakın geçmişte bir var oluş sorunuyken şimdilerde bir yok oluş krizi hâlini alan doğa tahribatı, yakın ve uzak gelecek için felaket ihtimallerini beraberinde getiriyor. Sürdürülebilir yeşil kapitalizm ve korku ticareti dışında, iklim değişikliği ve türlerin tükenişiyle şekillenen ekolojik kriz, hiçbirimizin kaçamayacağı sonuçlar doğuracak. Hatta doğurmaya başladı bile.
Mevcut sürükleniş içinde korumamız, besin ve iklim dengesi için gözümüz gibi bakmamız gereken türlerin başında arılar geliyor. Onların sayısının ve çeşitliliğinin azalıp tükenme noktasına gelmesi, dünya tarihinin akışını değiştirecek. Bu nedenle biliminsanları, “Arıların nesli tükenirse neler olabilir?” sorusunun yanıtlarını ararken hiç de iç açıcı olmayan öngörülerde bulunuyor. Bu durumda tahminleri arka plana alan kurmacalar da devreye giriyor; dünyanın nereden nereye geldiğini ve ileride nereye gidebileceğini bize göstermeye çalışan yazarlar, söz konusu kervana katılıyor. Onlardan biri olan Maja Lunde, Arıların Tarihi’nde 1850’lerden 2000’lerin başına ve ardından 2098’e götürüyor bizi.
Lunde, arıların davranışlarını anlamaya uğraşanlardan arı ölümlerinin nedenlerini araştıranlara ve onların yok oluşundan sonra yeni bir tarım biçimi geliştirenlerden, yeni bir üretim ve beslenme şekli kurmaya çalışanlara dek uzanan bir hikâyeyle çıkıyor karşımıza.
Üç ana karakter; William, George ve Tao öncülüğünde, hem arıların önemini ve arısız yaşanmayan dünyayı hem de üç farklı dönemi resmeden yazar, gerçekler ve gerçekleşmesi hayli mümkün durumlar için uyarılarda bulunuyor.
![](https://2yaka.org/wp-content/uploads/2024/06/aliyazi_2-1024x683.webp)
Üç dönem ve üç karakter
Zaman atlamaları ve farklı anlatıcılarla kotardığı romanda Lunde, 1852 İngilteresi’nde biyolog ve tohum tüccarı William’la tanıştırıyor bizi: Bilimle arasına, hem akademideki hocası hem de ailesi nedeniyle mesafe koyan William’ın, arıları anlamaya uğraşmasının yanında, hasır yerine daha modern bir kovan geliştirme öyküsüyle karşılaşıyoruz.
İkinci durağımız ABD, yıl 2007; arıların yeryüzünden silinmesine neden olabilecek Koloni Çöküşü Hastalığı’nın başladığı sene. Bu zaman dilimindeki ana karakter George; hastalıklar, mikroorganizmalar, ekolojik kriz ve tektipleşen tarım nedeniyle arıların öldüğünü görüyor.
Tao’nun başrolde olduğu 2098’de ise ana coğrafya Çin. Arıların yok oluşu yüzünden tarım ancak yapay tohumlamayla gerçekleştirilebiliyor. Zamanın ruhu yapaylığın, tarıma da yansıdığı bir dönem yaşanırken hemen her köşe başında kıtlığın bulunduğu ve hayatta kalmanın esas meseleye dönüştüğü bir ortam bu.
1850’lerden 2098’e uzanan Lunde, doğayla kurulan ilişkinin, insanların dertlerinin ve dünyanın hızla dönüştürülmesinin hikâyesini, üç karakter ve üç zaman dilimi üzerinden anlatıyor. Mesela 2098’de, Çin-Siçuan’da Tao’nun tarımsal üretim için arıların görevini üstlenmeye çalışırken yaşadıkları, şimdilerde çok uzak bir ihtimalmiş gibi duran yok oluşun ta kendisi aslında. Bir diğer deyişle kıtlığın ortasında yaşamı sürdürme uğraşı bu. Tao, söz konusu gayretin arasında eve gidince kocası ve çocuğuyla kısa süren bir huzur buluyor. Ardından, tekrar kaosun ve kakofoninin içine düşüyor. Yemek de sohbet de çok az. Yapacak iş ise çok çünkü arılar yok. Tedirginlik ve tekinsizlik ise had safhada. Tao’nun ifadesiyle çocukların çocukluğunu yaşayamadığı ve yetişkinlerin hem kendisini hem de evlatlarını yaşatmaya uğraştığı; “benim sahip olmadığım imkânlara oğlum sahip olsun diye bir tohum ektiği yoksun bir hayat” içinde yalpalıyor herkes.
Oysa tohum ticaretiyle uğraşan biyolog William’ın yaşadığı 1850’ler, Tao’nun mücadele ettiği zamanın tam tersi: O senelerde başka yokluklar ve dertler var, henüz çaresi bulunmamış hastalıklar mevcut örneğin. Arılar ise bol. Tam bir ara dönem olan 2007’de ise arıları öldüren hastalıkları ve ekolojik krizi anlamaya çalışan ABD kırsalındaki George’a rastlıyoruz.
![](https://2yaka.org/wp-content/uploads/2024/06/aliyazi_3-819x1024.webp)
Maja Lunde, evindeki odasında geçirdiği zamanlardan mutlu olduğunu söylüyor.
Dünyayı kirleten insanlar ve temiz arılar
Tao, dönüp geriye baktığında teknolojinin her şeyi ulaşılabilir kıldığı, organik ürünlerin bulunduğu ve demokrasilerin iyi kötü işlediği bir dönem görüyor. Çöküş ise bunların tamamını sekteye uğratıyor:
Tozlaşmayı sağlayan böceklerin topluca ölmesi, sıcaklık artışı, nükleer santral kazaları ve birkaç yıl gibi kısa sürede her şeylerini kaybeden, koşullara uyum göstermeyi beceremeyip kendilerini derin bir fakirlik içerisinde bulan, nüfusları azıcık kalan, yiyecek üretimleri sadece buğday ve mısırdan ibaret olan eski süper güçler Amerika ile Avrupa hakkında bilgiler edindim. Ancak burada, Çin’de ayakta kalmayı başarmıştık. Komite, yani Parti’nin en yüksek organı, ülkemizin etkin yönetimiyle, işi sıkı tutarak -ve halkın anlamadığı, buna rağmen sorgulama imkânının da olmadığı- bir dizi kararla Çöküş’ü atlatmamıza öncülük etmişti.
William’ın çok iyi bildiği, George’un uygulamaya çalıştığı doğayla birlikte yaşama düsturunu unutan insanlığın, dünyayı 2040 civarı yıkıma sürüklediğine bizzat tanık oluyor Tao. William, arıların tozlaşmayı ve döllenmeyi nasıl sağladığını izliyor. O da yetmiyor, bununla ilgili bilimsel araştırmalar yaparken bal toplamak isteyen insanların hasır kovanları parçaladığını görüyor ve ürettiği yeni kovanla arıcılığa eşik atlatıyor.
George ise her şey gibi arıların da azalışıyla yani çöküş arifesindeki doğayla ve insanlıkla karşılaşıyor:
Her seferinde aynı hikâye anlatılıyordu. Bir bakıyordunuz kovanlar sağlıklı, yeterince yiyecek, larva var, her şey yolunda; bir bakıyordunuz, birkaç gün ya da birkaç saat içerisinde kovan neredeyse tamamen boş. Arılar gitmiş, larvalarını geride bırakmışlar, her şeyi bırakıp gitmişler ve asla geri dönmüyorlar. Arılar temiz hayvanlardır. Ölmek için uçup giderler, kovanda ölüp içini kirletmek istemezler. Belki de yine böyle yapıyorlardı. Ama o zaman bile kraliçe arı, küçük bir grup genç arıyla birlikte her zaman kovanda kalırdı. İşçi arılar anneyle çocuklardan ayrılıp gitmiş, kovanda onları ölmeye terk etmiş ha? Doğaya aykırıydı bu.
Umut, belirsizlik ve kıtlık
Lunde; William, George ve Tao ile 1850’lerden 2090’lara bir köprü kurup herkesin kendi imkânlarıyla yaşadığı, geleceğin ve kötü ihtimallerin çok uzakta olduğunun sanıldığı fakat yarının epey hızlı geldiği zaman dilimlerini anlatıyor Arıların Tarihi’nde. Doğanın ve yaşamın hızla dönüştürülerek dünyanın tüketildiği zamanlara nasıl ulaşıldığını hikâyeleştiriyor. Daha doğrusu, pek de uzağımızda olmayan bir ihtimali… Başrolü de yaşamın devamındaki görevleri nedeniyle arılara veriyor.
Üç karakter, farklı dönemlerde (1852, 2007 ve 2098) belli mücadeleler içinde. William, arıların yaşam koşullarını düzeltmeye uğraşıyor, George arıları kurtarmaya çabalıyor ve Tao ise arıların yokluğunda insanların hayatta kalması için çalışıyor.
Üç isim de göçebe arıların çiçekten çiçeğe konarak tarımın ve yaşam döngüsünün devamını sağlayan tozlaşmada hayatî bir görev üstlendiğini biliyor. Onlar olmadan dünyanın solup öleceğinin de farkındalar. Bu nedenle 1800’lerden 2090’lara kadar meydana gelen dönüşümün insanlık için ne ifade ettiğinin de bilincindeler. Daha doğrusu nelerin kaybedileceğinin ve kaybedildiğinin ayırdındalar.
1850’lerin umutlu ve özgür ortamından 2000’lerin belirsizliklerine, 2090’ların izole ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamana geçiş işte bu dönüşümle birlikte gerçekleşiyor. Arıların önce azalması, ardından yok olması ise bu süreçte önemli rol oynuyor. William olmasa bile George ve Tao, bu bozuluşun tanığı; her ikisi de ters giden bir şeyler bulunduğu dönemde, arıların varlığıyla ve yokluğuyla geleceği şekillendireceğini biliyor. 2090’lardaki hayatta kalma ve yiyeceklere ulaşma telaşının yanı sıra bazı insanların, özellikle de belli yaşı aşanların feda edilmesi ise bu öngörünün kanıtı.
Lunde’nin 1850’ler, 2000’ler ve 2090’lar gibi üç döneme ayırdığı anlatısında, dün-bugün-yarın bağlantısı kurmak mümkün. Başka bir deyişle arıların yaşam koşullarının, insanların yaşam koşullarını ve doğal döngü dengesini berlirlediğini ve belirleyeceğini anımsatıyor yazar. Bolluktan tedirginliğe ve oradan da kaosa veya distopyaya uzanan tarihî geçişler gerçekleştirirken arıcılığın çeşitli zamanlardaki hâlipürmelalini de hikâyeleştiriyor.
William’ın 1850’lerdeki umutlu çabasının ve 2000’lerin başında George’un tedirginliğinin yerini, 2098’de Tao’nun içine düştüğü yoksunluğun aldığını da görüyoruz bu hikâyede:
Bir evin duvarının dibine çöktüm. Oksijen eksikliğinden ciğerlerim parçalanıyordu. Etrafımı, şehri; bir zamanlar şehir olan yeri karanlık sarmıştı. Tam karşımda yerle bir olmuş bir bina duruyordu, tanınmayacak kadar mahvolmuştu, belki de orayı terk etmeden önce oradan taşınanların son yaptığı şey bu olmuştu. Sanki geriye bir şey kalmasını istememişlerdi. Fakat her yerde insanlara ait izler doluydu. Eski reklam panoları, bozuk bisikletler, kırık camların ardında havanın ve rüzgârın izlerini taşıyan perdeler, giriş kapılarında isim levhaları; bazıları eğlenceli, elle yazılmış, bazıları ciddi ve hazır yapılmış. Yaşamlarını burada sürdürmüş olanların hepsi şimdi neredeydi?
Arıların bol olduğu ve arıcılığın heyecanla yapıldığı günlerden, çöküşün başladığı, ardından arıların koloniler hâlinde ölüp dünyanın yokuş aşağı yuvarlandığı ve yeni bir umut arayışının filizlendiği dönemleri anlatıyor Lunde. William, George ve Tao’yu da çalışkan arılara benzetiyor veya onlar gibi kurguluyor yazar. Dünyanın yakın geçmişini ve bugününü, yakın ve uzak geleceğini, hem arıların varlığı ve yokluğu hem de onların dilinden anlayanlar yardımıyla anlatıyor.
Arıların Tarihi, Maja Lunde, Çeviren: Dilek Başak, Delidolu Yayınları, 384 s.