Share This Article
Oscar Dorr | Çeviren: Hediye Yaman
Amerikan üst sınıflarında uzun süredir görülen bir eğilim vardı: evi geride bırakıp kendini bir Avrupa kentinde var etme arzusu. Kuşaklar boyunca Avrupa’da geçirilen bu “rumspringa” (etrafta koşuşturma) dönemi, entelektüel bir kimlik kazanmayı ya da kozmopolit bir yaşam tarzı edinmeyi hedefleyen Amerikalılar için bir tür altın standart sayıldı. Atlantik’in öte yakasına gönderilen sayısız “Göçmen Edebiyatı” örneği de bu eğilimin bir yansımasıdır.
Özellikle Henry James’in popülerleştirdiği, Avrupa’ya göç eden Amerikalıların hayatlarını konu alan romanlar, Ernest Hemingway’den James Baldwin’e kadar pek çok yazar için temel bir edebi form hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, kültürel ve ekonomik gücü açısından Amerika Birleşik Devletleri hâlâ Avrupa’nın büyük devletlerinin gölgesinde kalıyordu.
Bu nedenle savaş öncesi “Göçmen Edebiyatı” çoğunlukla, özellikle Fransa’ya giden Amerikalıların, yeni çevrelerine kabul edilme ve bu yolla tanınma ya da başarı elde etme çabalarını işler. Baldwin için –ve onun birçok karakteri için – bu, son derece güç bir görevdi; Paris çevrelerine dâhil olamaması, onun için derin bir hayal kırıklığına dönüşmüştü.
21. yüzyıla gelindiğinde ise Amerika, yeni dünya düzeninin kültürel merkezine ve hegemonuna dönüştü. Bu değişimle birlikte Avrupa yolculukları, Amerikan edebiyat çevreleri açısından önceki önemini yitirdi. Artık çoğu yazar, entelektüel ya da sofistike görünebilmek için yurtdışına taşınma gereği duymuyordu; çünkü New York hızla dünya edebiyatının sinir merkezine dönüşmüştü.
Bu eski alışkanlık sona ermiş görünse de Amerikalılar Avrupa’daki deneyimlerini yazmaya devam ettiler. Son yıllarda hatta bir tür “Göçmen Edebiyatı” rönesansından söz etmek mümkün. James ve Hemingway’in betimlediği Avrupa, kültürel meşruiyetin aşılması gereken sağlam bir kalesiydi; oysa Ben Lerner, Elif Batuman ve Lauren Oyler gibi yeni kuşak yazarlar için Avrupa, daha çok bozulmuş bir oyun alanına benziyor.
Artık yazınsal itibarlarını kanıtlama zorunluluğu taşımayan çağdaş Amerikalılar için Avrupa’ya gitmek, bir ihtiyaçtan çok, postmodern Amerika’nın şişkin yabancılaşma, yalnızlık ve tarihsizlik duygusundan kısa süreliğine kaçma arzusuna dönüşmüş durumda. Daha sahici, tarihselliği hissedilebilir ve genel olarak daha keyifli bir yaşam tarzı arayışı öne çıkıyor. Ancak günümüz Avrupa’sında bu arayışın başarıyla sonuçlanma ihtimali oldukça belirsiz. Andrew Lipstein’in Something Rotten romanındaki karakterler de bu hayalin kırılganlığını acı bir şekilde deneyimliyor.

Göçmenliğin ruh hali
Lipstein’in kahramanları Amerikalı bir çift: evli olmayan ama birlikte ebeveynlik yapan Reuben ve Cecilie… Yanlarında bebekleri Arne ile birlikte, milenyum kuşağına özgü New York yaşamından kaçarak Cecilie’nin memleketi Kopenhag’a uzun bir ziyarette bulunurlar. Roman, her bölümde bu iki karakterin bakış açısı arasında gidip gelerek onların Danimarka’ya varışlarını ve yeni (ya da aslında eski) evlerine uyum süreçlerini anlatır.
Hikâyenin başında onları, yalnızca belirli bir kuşağa özgü, günümüz dünyasında rastlanabilecek kişisel ve kariyer krizlerinin tam ortasında buluruz. Cecilie, The New York Times’ta çalışan başarılı ama yoğun tempodan tükenmiş bir muhabirdir. İş yükü yüzünden ne oğluna ne de partnerine yeterince zaman ayırabilir. Ailenin Kopenhag seyahati de Cecilie’nin doğum iznini bir yıl ertelemesinin ardından gerçekleşir. Bununla birlikte, işteki başarılarının yöneticileri tarafından fark edilmediğini hissetmesi, onun içsel huzursuzluğunu derinleştirir.
Reuben ise birkaç yıl önce istemeden sürüklendiği bir kriz sonrası NPR’deki üst düzey görevinden “uzun süreli izne” ayrılmıştır. Bu izin, Cecilie ile yaptığı bir Zoom toplantısı sırasında yanlışlıkla canlı yayında seks yaparken kameraya yakalanmasının ardından kendisine önerilir (Reuben hâlâ toplantıdan çıktığını sandığını söyleyerek kendini savunur). Onlar aslında günümüz toplumunun tipik figürleridir: aşırı çalışan, tükenmiş “dizüstü bilgisayar savaşçısı” ile “iptal edilmiş” medya adamı; kısacası 2020’lerin karakteristik çifti.
Danimarka’ya vardıklarında hem Cecilie hem de Reuben özgüvenlerinin en düşük noktasındadır. Cecilie, Amerikan kariyer takıntısı kültürünün esiri olduğunu düşünür; bu kaygı kendini, sütünün kesileceği korkusunda ve Kopenhag’daki kadın arkadaşlarına duyduğu yeni kıskançlıkta gösterir. Onları kendisinden daha bütünlüklü, daha “tam” kadınlar olarak görür.
Reuben de benzer bir kırılganlık yaşar. Evde çocuk bakan, neredeyse hiç kariyer beklentisi kalmamış bir baba olarak otoritesinin –ve erkekliğinin– elinden kayıp gittiğini hisseder. Danimarka kültürünü, dilini ve sosyal ilişkilerini beceriksizce kavramaya çalışması bu yetersizlik duygusunu daha da büyütür. Üstelik kısa sürede kendini Cecilie’nin soğukkanlı Danimarkalı eski sevgilisi Jonas’a rahatsız edici bir biçimde yakın bulur. Bu durum Reuben’in güçsüzlük ve aldatılmışlık hislerini derinleştirir.
Katı bir Freudçu bakış açısıyla bakanlar için Reuben’in aniden başlayan elektronik sigara bağımlılığı ve buna eşlik eden ağız takıntısı, çağdaş dünyanın nevrotik bir semptomu olarak okunabilir.
Reuben’in benlik krizi, olay örgüsünün en belirgin itici gücü hâline gelir; bu da türe özgü tipik bir yaklaşımdır. Gerçek bir fiziksel tehlikenin bulunmadığı (zira yeni dönem “Göçmen Edebiyatı” romanları, kahramanlarının yeni evlerinde güvenlik ve konfor bulacağını çoğunlukla varsayar) bir ortamda, göçmenlerin yaşadığı sorunların büyük kısmı farklı bir yaşam biçimiyle karşılaşmalarının tetiklediği içsel kaostan doğar. Aslında yeni çevrelerinin güvenli ve sıradan oluşu, onların nevrozlarının açığa çıkması için adeta kusursuz bir katalizör işlevi görür; öyle ki önemsiz ayrıntılar olağanüstü bir önem kazanmaya başlar.
Something Rotten’da Reuben’in Danimarka’daki evlerinin tekdüzeliğine karşı bir anda duyduğu hem hayranlık hem de tiksinti, sayfalar boyunca süren bir takıntıya dönüşür. Romanı benzerlerinden ayıran şey ise anlatısında belirgin bir ironinin bulunmamasıdır.
Something Rotten, büyük ölçüde cinsiyet ve kimlik krizlerini ele alırken, bu meseleleri hicvederek değil, onların nasıl geliştiğini dikkatle izleyerek işler. Alaycı bir yergi yerine, maskülenlik ve onun yarattığı huzursuzluklar etrafında şekillenen bir görgü komedisine daha yakın bir yaklaşım sergiler. Lipstein için “gurbetçi” deneyiminde alaya alınacak şeyler bulunduğu baştan kabul edilmiş bir varsayım değildir.
Amerikalı’ların kırılgan benlik algısı
Yolculuğun en başından itibaren Reuben, Cecilie’nin sıkı bağlarla örülmüş geniş arkadaş grubunun kıyısında bulur kendini; bu durum onun yetersizlik duygularını daha da derinleştirir. Birkaç basit “konuşma kalıbı” düzeyinde Danca bilmektedir; ancak bu, özellikle kendini sık sık bulduğu Danimarka’daki sosyal buluşmalarda yerli ile yabancı arasındaki mesafeyi kapatmaya asla yetmez.
Bu gösterişli Danimarkalılar –çoğu başarılı medya profesyoneli– İngilizceyi zahmetsiz bir ustalıkla konuşur. Bu durum Reuben için işleri daha da kötüleştirir; çünkü yabancı, dili bilmediğinde Danca konuşmalar onu yalnızca dışlar, fakat İngilizceye geçildiğinde doğrudan ona hitap edilmesi yapmacık bir hava yaratır.
Cecilie’nin dünyasında Reuben, istemsiz ve utanç verici bir biçimde Amerikalı bir “seyirci” konumuna yerleşir. Kimi zaman kasıtlı bir soğukkanlılık, kimi zamansa acı verici bir kabul görme arzusuyla gidip gelir. Romanın en komik bölümlerinde, Reuben onurunu ve öz farkındalığını gözünü kırpmadan feda eder. Cecilie’nin arkadaşlarının en zalimce kaprislerine bile düşünmeden boyun eğmeye hazırdır. Sırf uyum sağlayabileceğini gösterebilmek için çocukça bir hevesle saçını kazıtır, hatta talihsiz bir dövme yaptırır.
Cecilie’nin Kopenhag çevresi cinsiyet bakımından oldukça dengeli olsa da Reuben’in gözünde asıl ilgi odağı erkeklerdir. Nasıl ki, Henry James romanlarında Fransız toplumunun sosyal biçimleri ve işleyişi neredeyse takıntılı bir merakla ele alınmışsa, Lipstein de Danimarkalı erkeklik deneyimine benzer bir yoğunlukla eğilir.
İki yazar arasında bir asır geçmiş olmasına rağmen, Something Rotten’da Avrupa toplumunun hâlâ neredeyse fetişleştirilmiş bir kıskançlık nesnesi olarak resmedilmesi dikkat çekicidir. Bu, Amerikalıların televizyon dizilerimiz, filmlerimiz ve müziğimiz her yerde olmasına rağmen küresel kültürel hegemonyaya aslında sandıkları kadar kolay uyum sağlayamadıklarını da gösteriyor olabilir. Reuben’in gözünde Danimarkalı erkekler, erkekliğin tüm o kaba ve sorunlu görkemiyle özgürce ifade edilebildiği bir alan sunar. Aydın ve ilerici New York yaşamının ona asla veremediği bir ortamdır bu:
Onları ne kadar da anlamak istiyordu, söze katılabilmek, yeniden muhatap alınmak, kendisini önemsemeyen, cunnilingus şakaları yapan, etkileşimleri bu denli açık ve nezaketsiz olan bu adamlar tarafından fark edilmek ne kadar da çok arzuladığı bir şeydi.
Reuben, özellikle de grubun fiilî lideri sayılan, ünlü bir Danimarka gazetesinin karizmatik ve öngörülemez editörü Mikkel’e giderek daha çok hayranlık duyar. Onun sürekli varlığına alışan grup içinde Mikkel de Reuben’e samimi bir ilgi göstermeye başlar. Bu ilgi, Amerikalı’nın kırılgan benlik algısını doğrular; Reuben’e hem mahrem hem de politik açıdan tehlikeli sırlar açar.
Roman ilerledikçe, ikilinin yeni arkadaşlıkları ön planda kalırken, anlatı bir noktada beklenmedik şekilde tür değiştirerek politik gerilim alanına girer. Reuben, Mikkel’in aşırı sağcı bir Danimarka siyasetçisini koordineli bir medya saldırısıyla devirmeye yönelik planında farkında olmadan bir piyon hâline gelir.
Lipstein’in en güçlü yanı, “yuppie-milenyum” kuşağı karakterlerinin hayatlarını kaplayan derin sıradanlık ve boşluk duygusuna dair keskin farkındalığıdır. Hem Reuben hem de Cecilie, tüm duygusal çalkantılarına rağmen, hislerini analiz etme konusunda son derece yetkindir. Terapi diline ait moda sözcüklerden oluşan geniş kelime dağarcıkları sayesinde iç monologları, bitmek bilmeyen bir aracılık kakofonisine dönüşür. Bu da benliği, kendi yansımasının nesnesinden uzaklaştırır:
‘Sakinleşmesi gerektiğine karar verdi.’; ‘Yalakalığının, gevezeliğine dikkat ederek büyük ölçüde düzeltilebileceğine inanıyordu.’; ‘İlk kez gerçekten perspektif kazandığını, durumu ve bu durum içindeki yerini takdir edebildiğini hissetti.‘
Amerika artık yeniliğini yitirmiş ve yerini durgunluğa bırakmıştır
Gündeliğin ötesine geçememe durumu yalnızca Something Rotten’a özgü değildir. Benmerkezci takıntının sıradanlığından sıyrılıp dış dünyayı daha geniş ve aracılı bir biçimde kavrayamama hâli, neredeyse her neo–Göçmen Edebiyatının ortak özelliğidir. Bazıları bu kusurun farkında olsa da, türde ürünler veren çağdaş yazarların neredeyse tamamı, orta-üst sınıf milenyum kuşağının bir Avrupa kentine taşınması üzerine gerçekten heyecan verici bir hikâye kurmanın zorluğunu fark etmiştir.
Bu elbette şaşırtıcı değildir. İlk kuşak göçmen edebiyatçıların Avrupa’daki hayatları, sınırlarının test edilmesini bekleyen o imrenilesi yüksek kültür çevrelerinin cazibesiyle şekillenmişti. Oysa çağdaş Amerikalı göçmen yazar, kendi kültürünün hâkim kültür olduğunun bilgisiyle gerçek zorluklardan korunmuştur; evden ayrılarak öğrenmesi gereken hiçbir şey olmadığı varsayılır.
Bu durumun önümüzdeki yıllarda değişmesi muhtemeldir; zira Amerika’nın, en azından kültürel açıdan, ikinci Trump döneminden yara almış ve zayıflamış bir şekilde çıkacağı açıktır. Belki de bu romanların çoğunda “kömür madenindeki kanaryalar” gibi görünen yersizlik ve yönsüzlük hâli, aslında tükenmişlik, öfke ve kaygıyla biçimlenen yeni bir koşula işaret etmektedir.
Something Rotten’ın milenyum kuşağının sıradanlığından örülü dünyasına büyük ölçekli bir kriz dâhil etme çabası ne kadar uyumsuz hissettirse de, Amerika’nın güncel toplumsal iklimine dair daha derin bir gerçeği açığa çıkarır. Dil, tarz, müzik ve siyasette uzun süre boyunca belirleyici konumda olan Amerikan hegemonyası, artık yeniliğini yitirmiş ve yerini bir durgunluğa bırakmıştır. Şimdilik bu kültürel çürüme, Avrupa’nın görece işleyen arka planına kıyasla daha kolay fark edilmektedir; ancak Amerika’nın kültürel meşruiyetinin cephesi çözülmeye devam ettikçe, bu çürümenin gerçek boyutu da görünür hale gelecektir.
Bu yazı, The Nation’da yayımlanan “What Was ‘Expat Lit’?” başlıklı makaleden derlenmiştir.
