Share This Article
Felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki bir savaştır. Filozofların bakışı dünyaya saydamsızlığı içinden bakıp, onun tenselliğini yok eder, var olanın çeşitliliğini genel kavramlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu bir örümcek ağına indirger, sonlu sayıda piyonun satranç tahtası üzerinde hareket ederek, belki de sonsuz sayıdaki kombinezonu tükettiği kurallar koyar.
Yazarlar çıkagelirler ve satrancın soyut taşlarının yerine bir adları, belirli bir biçimleri olan, şahlara ya da atlara özgü birtakım nitelikleri bulunan şahları, vezirleri, atları, kaleleri geçirirler, satranç tahtasının yerine tozlu savaş alanlarını ya da fırtınalı denizleri sererler; işte böylece oyunun kuralları altüst edilmiş, filozoflarınkinden farklı, yavaş yavaş keşfedilen bir düzen belirginlik kazanmış olur.
Daha doğrusu, oyunun bu yeni kurallarını keşfedenler gene filozoflardır: Yazarların gerçekleştirdiği işlemin felsefi bir işleme indirgenebileceğini, kale ve fil adı verilen şeylerin olsa olsa kılık değiştirmiş genel kavramlar olduğunu kanıtlamak amacıyla daha önce yitirdikleri savaşı bu kez kazanmak üzere dönen filozoflar.
Filozof-yazar, dünyaya felsefi bir bakışla bakabilir mi?
Böylece çekişme sürer, taraflardan her biri hakikatin ya da en azından bir hakikatin ele geçirilmesinde bir adım önde olduğundan emindir; aynı zamanda, kendi kurgularının hammadesinin, öteki tarafın kurgusunun hammadesiyle aynı olduğunun bilincindedir: Sözcükler. Ama kristaller gibi sözcüklerin de değişik özelliklere sahip yüzeyleri ve dönüş eksenleri vardır ve ışık bu kristal-sözcüklerin nasıl yerleştirildiğine, zıt yüzeylerin nasıl kesilip, üst üste oturtulduğuna bağlı olarak değişik biçimde kırılır.
Edebiyat-felsefe karşıtlığı, çözülmesi gereken bir karşıtlık değildir; aksine, ancak kalıcı ve hep yeni bir karşıtlık olarak değerlendirildiğinde, sözcüklerdeki doku sertleşmesinin üzerimize bir buz tabakası gibi kapanmamasını güvence altına alır.
İki savaşçının birbirlerini asla gözden yitirmemesi, ancak fazlaca yakın ilişkilere de girmemesi gereken bir savaştır bu. Karakterlerini derin tezler içine sokarak filozofla yarışmaya kalkmak isteyen yazar en iyi durumda düşüncenin baş döndürücü doruklarını alışılmış, inandırıcı, gündelik kılma noktasına varır, bize büyük dorukların havasını solutmayı başaramaz.
Her durumda, bu tür yazar, yüzyılımızın ilk yirmi-otuz yılında, Pirandello‘nun sağduyuya dayalı tiyatrosu ile Huxley‘in romanlarının entelektüel konuşmalarının çağında yazan yazar olup bugün bize çok uzak görünmektedir. Entelektüel roman da, tartışma romanı da ortadan kalkmıştır, bugün yeni bir Büyülü Dağ ya da yeni bir Niteliksiz Adam yazmaya kalkışan kişi, bir roman değil, fikirler tarihi ya da kültür sosyolojisi üzerine bir deneme yazacaktır.
Aynı biçimde, gereğinden çok insan tenselliği kılığına bürünmüş olan, gereğinden çok dolaysız izlenimlere ve yaşanmış deneyime duyarlılık gösteren felsefe, edebiyat açısından metafiziğin ya da salt mantığın soyutlamasından daha az coşku verici bir meydan okuma oluşturur. Fenomenoloji ile varoluşçuluk, her zaman net olarak belirlenmemiş sınır çizgileri boyunca edebiyata sınırdaşlık ederler.
Filozof-yazar, dünyaya aynı zamanda yeni bir yazınsal bakış olan felsefi bir bakışla bakabilir mi? Bir anlığına, Bulantı‘nın kahramanı aynada yüzünü incelediğinde, bu mümkün olabilir; ancak filozof-yazar yapıtının büyük kısmında, emrinde eklektizm noktasına varacak kadar üretken bir yazar bulunan bir filozof izlenimi uyandırır. Varoluşçuluğun edebiyatı kendisine kesin bir yazınsal ölçüt koymayı başaramadığı için artık geçerliliğini yitirmiştir. Yazar ancak kendisini yorumlayan filozoftan önce yazdığında, yazınsal kesinlik felsefi kesinliğe bir model oluşturacaktır yazar ile filozof aynı kişide bir arada var olsalar bile. Bu yalnızca Dostoyevski ve Kafka için değil, Camus ve Genet için de geçerlidir.
Dostoyevski ile Kafka‘nın adları, yazar yetkesinin – yani benzersiz bir iletiyi, dilin özel bir vurgusu ve insan figürüyle durumların özel bir deformasyonu aracılığıyla aktarma gücünün – en üst düzeyde düşünür yetkesiyle örtüştüğü eşsiz iki örneği çıkarıyor karşımıza. Bu da, “Dostoyevski insanı” ile “Kafka insanı”nın, bu yazınsal sunumların – az çok belirgin biçimde – ardında yatan felsefeye özel bir eğilimi olmayanlar açısından da insan imgesini değiştirdikleri anlamına gelir. Bu yetke düzeyinde, çağımızın Dostoyevski ile Kafka‘nın yanına koyulabilecek yazarı Samuel Beckett‘tir. Bugün insana ilişkin oluşturduğumuz imge, “Beckett insanı”nın olumsuz mutlaklığını göz önünde bulundurmazlık edemez.
“Varoluşçuluğun edebiyatı kendisine kesin bir yazınsal ölçüt koymayı başaramadığı için artık geçerliliğini yitirmiştir.”
Felsefe ile edebiyat buluşmasının geleneksel zemini etiktir
Yazarlara felsefi etiketler takma oyununun (Hemingway nedir? Bir davranışçı; Robbe-Grillet nedir? Bir analitik felsefeci), ancak çok esprili olması durumunda – ki değildir – yersizliği bağışlanabilecek bir topluluk oyunu olduğunu belirtmek gerekir. Tek ortak noktaları, Wittgenstein‘la hiçbir ortak noktaları olmamak olan yazarlardan söz edilirken, kaç kez boş yere Wittgenstein‘ın adı telaffuz edilmiştir! Kimin mantıksal pozitivizmin yazarı olduğunu saptamak, uluslararası bir Pen Club konferansı için güzel bir konu olabilirdi. Yapısalcılığa gelince, en iyisi, çeşitli alanlarda varılan parlak sonuçlardan sonra, yapısalcılığın kendine özgü bir felsefesinin ve bir edebiyatının oluşmasını beklemektir.
Felsefe ile edebiyat buluşmasının geleneksel zemini etiktir. Daha doğrusu etik, insanlara erdemi öğretme ortak görevi konusunda kolaylıkla görüş birliğine varabilecek olmanın verdiği güven ve tatmin duygusuyla felsefenin ve edebiyatın doğrudan birbirlerinin yüzüne bakmamaları için neredeyse hep bir mazeret oluşturmuştur. Bu, pratik felsefelerin, özellikle Marksçılığın bahtsız edebi yazgısı olmuştur: Felsefi dünya görüşünü doğal ve anlık duygularla uyumlu kılma eğilimi gösteren açıklayıcı ve yüreklendirici bir edebiyatı yanı sıra taşımak. Böylece, felsefenin, sorunları ve uyuşmazlıkları dile getirme, sağduyuyu ve duyguları altüst etme, her tür “doğal” düşünme tarzını kırmadan oluşan gerçek devrimci değeri yitirilmiş olur.
“Yazarlara felsefi etiketler takma oyununun (Hemingway nedir? Bir davranışçı; Robbe-Grillet nedir? Bir analitik felsefeci), ancak çok esprili olması durumunda – ki değildir – yersizliği bağışlanabilecek bir topluluk oyunu olduğunu belirtmek gerekir.”
Marksist yazar tanımı belki de yalnızca Bertolt Brecht‘e, komünizmin resmi etik ve estetiğinin aksine “gerçekçilik”in yüzeyine değil, insan ilişkilerinin içsel mekanizmasının mantığına, değerlerin tersyüz edilmesine bakan ve erdemcilik karşıtı bir pedagoji sergileyen Brecht’e uygun düşüyor.
Bugün Almanya’da, İtalya’da ve belli bir oranda Fransa’da, Marksçılığa dayanmakla birlikte, onun “gerçekçi” ve pedagojik açıklamasını yadsıyan “yeni sol”un edebiyatında, Brecht’i bir usta olarak görmeyi sürdüren bir akım vardır, çünkü Brecht paradoksal bir biçimde, kışkırtıcı bir biçimde öğreticiydi; buna karşın bir başka akıma göre, Marksçılık yalnızca içinde yaşadığımız cehennemin bilincidir ve öyle olmalıdır ve çıkış yolları gösterme iddiasında bulunan kimse, bu bilincin gücünü azaltmış olur; onlara göre devrimci edebiyat yalnızca mutlak yadsımanın edebiyatıdır.
Aynı zamanda, artık şu nokta açıklık kazanmış durumda Filozofların, dünyayı yorumladıktan sonra onu değiştirmek zorunda oldukları doğruysa, dünyayı yorumlamaya bir an ara vermeleri halinde, artık hiçbir şeyi değiştiremeyecekleri de doğrudur. Dogmatiklik artık gerilemiştir; günümüzde karşıt ideolojilerde gizli bir hakikati keşfetme beklentisi sabık hizipçilerle yeni aşırılıkçıları birleştirmektedir.
Edebiyat kendini katı ve spekülatif bir etkinlik olarak ortaya koymaktadır
En büyük direnç noktasından bu durum her yöne yayılmaktadır. Edebiyatın yeniden felsefeyle ilgilenmeye başlaması, yalnızca açgözlü bir eklektizmin göstergesidir; dünyalarının tek renkli ve tekbiçimli yüzeyinde en küçük bir çatlak oluşmaksızın, en yeni felsefe yapıtları okumalarından esin alan gelenekçi yazarlar görüyoruz.
Dünyaya ilişkin felsefi edebiyat, esin kaynağını oluşturan felsefeden bağımsız olarak, bildiklerimizi onaylamaya olduğu kadar onları sorgulamaya da yarayabilir. Her şey, yazarın şeylerin kabuğu altına nasıl nüfuz ettiğine bağlıdır: Sözgelimi, Joyce okulda öğrendiği teolojik ve ontolojik soruları ıssız bir kumsala yansıtıyor, ama dokunduğu her şey – altı delik ayakkabılar, balık yumurtaları, çakıl taşları – en derin tözlerine dek alt-üst olmuş görünüyordu.
Gerçekliğin katmanlarının bu çözümlemesi, günümüzde en modern ve şaşmaz kültürel ve epistemolojik araçlarla donanmış yazarlarca sürdürülmektedir (Michel Butor ile Uwe Johnson‘un adlarını anmakla yetineceğim). Ve bu çözümleme yalnızca dünyanın değil (pek yetersiz olurdu bu), aynı zamanda edebiyat yapıtının özünün sorgulanmasına yol açar. Bunlar, bu yolu izlemek isteyenlerin göze alması gereken risklerdir.
Bugün genç yazarlar arasında egemen olan hava, bugüne kadar hiç olmadığı oranda felsefidir; ancak bu, yazma ediminin içinde yer alan bir felsefedir. Fransa’da, Philippe Sollers‘in başı çektiği Tel Quel grubu, en büyük temsilcisini Mallarmé‘nin oluşturduğu bir eğilim üzerinde, dilin, yazının, “kitap”ın ontolojisi üzerinde yoğunlaşmaktadır; İtalya’da yazının yok edici işlevi, araştırmanın merkezinde yer alıyor görünmektedir; Almanya’da ana tema gerçekliği yazmanın güçlüğüdür; bununla birlikte, bu üç ülkedeki genel duruma egemen olan ortak özellikler vardır.
Edebiyat kendini katı ve duygusallıktan uzak, tragedyanın haykırışları kadar mutluluk hayallerinden de uzak, spekülatif bir etkinlik olarak ortaya koymaktadır: Sayfaların beyazı ile siyah satırların yan yana dizilmesi dışında başka renkleri ve başka imgeleri çağrıştırmamaktadır.
Öyleyse, daha önceki argümanım artık geçerliliğini yitirmiş mi oluyor? Edebiyat, felsefenin mevzilerini kuşatıp, kusursuz bir kendine yeterlik içinde varlığını sürdürebilecek bir felsefe kalesine kapandığından bu yana, dünyayı görmenin bu iki tarzı arasında yüz yüze bir karşılaşma olanaksız hale gelmiş görünüyor.
Bilim, edebiyatın sorunlarından farklı olmayan sorunlarla karşı karşıya
Gerçek şu ki, çizdiğim görüntünün yalnızca bugün için değil, yarın için de geçerli olmasını istiyorsam, şu ana kadar göz ardı ettiğim bir öğeyi bu görüntüye katmak zorundayım. Eşlerin ayrı yataklarda yattığı bir evlilik olarak betimlediğim şey, bir üçlü evlilik olarak görülmelidir: Felsefe, edebiyat, bilim.
Bilim, edebiyatın sorunlarından farklı olmayan sorunlarla karşı karşıyadır: Sürekli olarak sorgulanan dünya modelleri oluşturmakta, tümdengelim yöntemi ile tümevarım yöntemi arasında gidip gelmektedir ve kendi dilsel geleneklerini nesnel yasalar olarak almamak için hep tetikte olmak zorundadır. Bu durumla başa çıkacak bir kültür ancak bilim sorunsalı, felsefe sorunsalı ve edebiyat sorunsalı sürekli olarak birbirlerini sorgular hale geldiklerinde varlık kazanmış olacaktır.
O çağı beklerken, tek yapabileceğimiz, felsefe ile bilimin havasını soluyan, ancak aradaki mesafeleri koruyan ve hafif bir üflemeyle hem kuramsal soyutlamaları hem de gerçekliğin görünürdeki somutluğunu çözülmeye uğratan bir edebiyatın eldeki örnekleri üzerinde durmaktır. İnsan imgeleminin, Lewis Caroll‘un, Queneau‘nun, Borges‘in yapıtlarını ortaya çıkaran o olağanüstü ve tanımlanması olanaksız bölgesinden söz ediyorum.
Ama önce, hiçbir genel açıklama getirme iddiasında olmadığım basit bir gerçeği dile getirmeliyim: Aiskhylos‘tan Dostoyevski‘ye, edebiyatın dinle ilişkisi, tragedya biçimi altında kurulmuştur, felsefeyle ilişkisi ise ilk olarak Aristophanes‘in komedisinde açıklık kazanmış olup, güldürü, ironi, humor siperi ardında hareket etmeyi sürdürecektir. XVIII. yüzyılda contes philosophiques (felsefi öyküler) adı verilen anlatıların, aslında yazınsal imgelem aracılığıyla felsefeden neşeli öç almalar olması boşuna değildir.
“Çağımızın Dostoyevski ile Kafka’nın yanına koyulabilecek yazarı Samuel Beckett’tir.“
Ama Voltaire‘de ve Diderot‘da imgelemi kesin bir didaktik ve polemikçi niyet yönlendirir; yazar daha baştan söyleyeceği her şeyi bilir. Bilir mi yoksa bildiğini sanır mı? Swift ile Sterne‘ün gülüşü, gölgelerle kaplıdır. Conte philosophique ile eş zamanlı olarak ya da kısa bir süre sonra, conte fantastique (fantastik öykü) ile gothic novel (gotik roman) bilinçdışının saplantılı görülerini salıverir. Felsefeye karşı gerçek protesto, açık ironiden, aklın acı çekişlerinden (biz İtalyanların aklına hemen Leopardi‘nin diyalogları gelir), anlağın saydamlığından mı kaynaklanır (Fransızlar hemen Monsieur Teste‘i düşünürler), yoksa aydınlanmış evlerimizi istila etmeyi sürdüren hayaletleri çağırmak mı oluşturur bu protestoyu?
Her iki gelenek de çeşitli yazma biçimlerine dağılmış olarak günümüze kadar gelir. XVIII. yüzyıl tarzı “philosophe” yazarın, bugün Almanya’da şair olarak (Enzensberger), tiyatro yazarı olarak (Peter Weiss’ın Sade-Marat‘ı), roman yazarı olarak (Günter Grass) beliren reenkarnasyonları vardır. Öte yandan, gerçeküstücülük rasyonel olan ile irrasyonel olan arasındaki setleri yıkma savaşında “fantastique” edebiyatı yeniden ortaya çıkarmıştır. Breton “hasard objectif” (nesnel rastlantı) formülüyle rastlantısal olanın irrasyonelliğini ortadan kaldırır: Sözcüklerin ve imgelerin çağrışımları, genel olarak “düşünce” adı verilen şeyden daha az yetkeli olmayan gizli bir mantığa karşılık gelmektedir.
Doğruyu söylemek gerekirse, yeni ufuk, bir din adamı ve bir mantık, matematik araştırmacısı Alice’in öykülerini yaratmaya koyulduğunda açılmıştır. O andan başlayarak, felsefi aklın (ki “uyuduğunda canavarlar doğurur”), uyanıkken, çok güzel ve kesinlikle en üst düzey spekülatif anlarına eşdeğer düşler görebileceğini biliyoruz.
Fikirlerin düşsü hafifliği
Lewis Carroll‘dan bu yana, felsefe ile edebiyat arasında yeni bir ilişki kurulur. İmgelemin uyarıcısı olarak felsefeden yararlanan büyük yazarlar doğar. Queneau‘nun, Borges‘in ve Arno Schmidt‘in farklı felsefelerle farklı ilişkileri olup, çok değişik görüsel ve dilsel dünyalar kurmada bu felsefelerden yararlanırlar.
Bu üç yazarın ortak noktası, kartları saklama alışkanlığıdır: Felsefi okumalar, yalnızca büyük metinlere değinmelerle, metafizik geometriyle ve büyük bir bilgi birikimiyle saydamlık kazanır. Bir andan ötekine evrenin gizli filigranının saydam olarak belirmesini bekleriz: Hep düş kırıklığıyla sona eren bir beklentidir bu, öyle de olması gerekir.
Bu yazarlar grubunun özelliği, spekülatif ve büyük bir bilgi birikimine dayalı en tehlikeli tutkularını, bu tutkuları hiçbir zaman sonuna dek ciddiye almaksızın kullanma tutumudur. Onların krallığının sınırlarında şu yazarlar bulunur: Kendi başına bir örnek oluşturan Beckett, o kadar ki onun acımasız alayı trajiklik ve dinsellik kuşkusu yaratmıştır (haklı olarak mı haksız yere mi bilemiyorum); her defasında insan soyunun doğa tarihini yazma özlemi ile her defasında onu soluksuz bırakıp, kitaplarını yarıda bırakmasına yol açan hırs arasında bölünen Gadda; ip cambazlarına özgü bir hafiflikle (bir Sentezci ile bir Analizci arasındaki nefis düello) yutup yok edici Eros yoğunlaşması arasında bölünen Gombrowicz.
Kültürün erotikleştirilmesi, göstergelerle anlamlar arasında, mitlerle fikirler arasında, enfes görülerden oluşan bahçeler açığa çıkarabilecek bir oyundur, ancak çok büyük bir mesafeyle uygulanmalıdır. Burada, birkaç ay önce Fransa’da çıkmış olan bir kitabı anmanın tam yeri olduğunu düşünüyorum: Michel Tournier‘nin Cuma’sı; Cuma, Robinson Crusoe‘nun, “insan bilimleri”ne pek çok göndermeyle dolu bir yeniden yazımıdır, kitapta Robinson adayla sözcüğün gerçek anlamıyla sevişir.
Robinson Crusoe, felsefi bir roman olduğunu bilmeksizin felsefi bir romandı; ondan da önce, Don Quijote ile Hamlet – yazarlarının bunun ne ölçüde farkında olduklarını bilemiyorum – fikirlerin düşsü hafifliği ile dünyanın ağırlığı arasında yeni bir ilişki kurdular. Edebiyat ile felsefe arasındaki iliş kilerden söz edildiğinde, sorunun asıl bu noktada başladığını unutmamalıyız.