Share This Article
Geçtiğimiz aylarda sosyal medyada madencilerin sesini duyuran bir “teşhir flood”u çıktı karşımıza. Şakır şakır akan suyun içinde yarı bellerine kadar suya batan madenciler, çalışma koşullarını sergileyerek verdikleri haklı mücadeleye desteğe çağırıyordu. Çünkü iş ve yaşam şartlarını düzeltmek, insanca çalışma koşullarını sağlamak ve sınıf çıkarlarını savunmak için sendikaya üye olan madenciler bu nedenle işten atıldı. Polis ve jandarma tarafından saldırıya uğrayan işçiler onca zorluğa rağmen direndi, açlık greviyle hayatta kalmaya çalıştı. Ne için? Yaşamak için, hakları için, insanca bir yaşam için. Ve kazandılar…
Kapitalist düzende işçi olmak, Sisifos’un kayayı dağın zirvesine taşımaya mahkûm edilmesinden pek de farklı değil. Emekçiler, yalnızca o kayayı değil, her yeni günde kapitalizmin dayattığı sömürü ve adaletsizliğin yüklerini de sırtlarında taşıyor. Sisifos’un yükü sonsuzdu, ama emekçi halkın mücadelesi, o sonsuz döngüyü aşmak ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak için bir sınıf bilinciyle devam ediyor.
Fernas’tan Polonez’e, Schneider’e, Arıtaş’a kadar pek çok iş yerindeki her bir işçi, bu mücadelenin bir parçası. O yük, her gün biraz daha büyüyor ama aynı zamanda biraz daha dağılıyor. Madencilerin, işçilerin hikâyesi sadece kendileriyle sınırlı kalmıyor; bu mücadele her gün bir başka iş yerine, bir başka fabrikaya, başka bir köye, başka bir şehre yayılıyor.
Ekmeğini ölümün ağzından çıkaranların hikâyesi
Burada, bu mücadeleyi edebiyatla buluşturan bir isim geliyor akla: İrfan Yalçın.
“Ben Marksist bir yazarım. Öz’ün biçimi belirlediğine inanıyorum. Bana göre roman hastalanmış bir toplumda, yaşamı bozulmuş bir bireyi anlatırken, bütün toplumu yansıtır,” (1) diyen Yalçın, “bireyi anlatırken toplumun siyasi yapısını da çiziveren” yazarlardan. Burcu Aktaş, onu tanımlarken, “Okurun üzerine tıpkı bir sağanak gibi inen karakterlerin yazarı,” (2) diye tarif ediyor. Ve Yalçın, Ölümün Ağzı adlı romanıyla bu tanımın en güçlü örneklerinden birini sunuyor.
Ölümün Ağzı, yalnızca bir bireyin ya da ailenin dramını değil, bireylerin etrafında dönen toplumsal çürümeyi ve sistemin getirdiği yıkımı da gözler önüne seriyor. Zonguldak’ta, İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkarılan mükellefiyet gereği madenlere zorla çalışmaya götürülen köylüler, kapitalist sistemin işçi üzerindeki baskısını ve insanı nasıl bir nesneye dönüştürdüğünü tüm acımasızlığıyla yaşıyor.
Yalçın, romanın girişinde, “Eğer bir gün acının tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür ocaklarında uygulanan ‘işçi mükellefiyeti’nin de sözü edilir herhalde,” diyor. Ancak o, işini “şansa” bırakmayarak, tarihin romanını kendisi yazıyor. Yalçın, karakterleri aracılığıyla toplumsal yapıyı, sınıf ayrımlarını, zulmü ve direnişi anlatıyor. Bu bağlamda, Aktaş’ın belirttiği gibi, karakterler okurun üzerine bir sağanak gibi iniyor ve her biri yoksulluğun, sömürünün ve adaletsizliğin derin izlerini taşıyor. Yalçın, bireylerin hayatlarını toplumsal yapının birer yansıması olarak sunarken bu yansımanın kusurlarını da görmezden gelmiyor.
Sınıfsal bilinçten yoksun bir isyan işe yarar mı?
Yalçın, “kahramanların sıradan insanlar olduğu ama kahramanlık madalyalarının paşaların yıldızlı omuzlarından sarktığı” bir dünyanın romanını sunarken yaşadığı onca eziyete, ölümlere “kader” diyerek tevekkül eden işçilerin ve toplumun içsel çatışmalarını ve umutsuzluğunu da derinlemesine işliyor. Karakterleri hem sistemin acımasızlığına karşı bir direnç göstermekte zorlanıyor hem de, toplumun ve devletin “zorunluluklar” adı altında dayattığı bu zincire teslim oluyor.
“Eşitsizlik, gerçek bir Müslüman için menfur bir şeydir, ancak bu duygular devrimci bir hareket olmazsa harabeye dönecektir,” (3) diyen Marx’ı haklı çıkaran bu roman, sadece bireysel bir öfke ve direnişin değil, aynı zamanda bu direnişin sistematik bir yapıya dönüşmesi gerektiğini de vurguluyor. Nitekim Yalçın’ın işçileri, acımasız koşullar karşısında sürekli bir isyan duygusu taşıyor. Ancak bu öfke, sınıfsal bilinçten yoksun olduğu sürece, kitap boyunca hissedildiği gibi, bireysel bir ıstıraba dönüşüyor.
Bu roman, bize bir kucak dolusu hikâye, derin acılar ve hiç eksilmeyen bir umut bırakıyor. Emeğin, ezilenlerin omuzlarında ağırlaştığı bir dünyada, insanca bir yaşam kurma isteğinin her zaman var olduğunu hatırlatıyor. Çünkü o yükü sırtlananlar, altında ezilmeyi reddediyor; direnmeyi, yaşamı savunmayı seçiyorlar. Yük ne kadar ağır olursa olsun, bu direniş, sadece bir yük taşıma mücadelesi değil; hakkını arayan, özgürlük için ayağa kalkanların hikâyesidir. Kazanacaklar. Çünkü bu, yalnızca işçi sınıfının değil; onur, hak ve özgürlük mücadelesidir. İşleri, aşları ve hürriyetleri için direnen tüm işçilere selam olsun…
Ölümün Ağzı, İrfan Yalçın, H2O Kitap, 160 s., 2020.
Dipnot
1) İrfan Yalçın: ‘Köy romanı artık yazılmıyor!’; Cumhuriyet Kitap, Nisan 2021.
2) Sağanak gibi karakterlerin yazarı: İrfan Yalçın; Gazete Duvar, Temmuz 2024.
3) Marx, 1882’de Cezayir’e gidişinin ardından kızı Laura’ya yazdığı mektuptan bir alıntı. Aktaran: Vijay Prashad. Üçüncü Dünya Üzerinde Kızıl Yıldız, 2018, Yordam Kitap, s. 91.